Translate

9 Haziran 2015 Salı

Yüz yıllık bir yara açılmadan davranalım

Gürkan BİÇEN

Mehmet Akif Ersoy merhum 1912’de yazdığı bir şiire dönemin maceraperest isimlerini ima ederek başlıyor ve “Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk/ Bak nasıl doğranıyor, kalk, baba, kabrinden kalk/ Diriler koşmadı imdadına sen bari yetiş,/ Arnavutluk yanıyor… Hem bu sefer pek müdhiş”, diyordu. Akif’in ima ettiği “üç beyinsiz kafa” dönemin muhteris muktedirleri Enver, Talat ve Cemal Paşa’dan başkası değildi. İttihat ve Terakki’nin layüsel üç adamı Osmanlı’nın sadık halkı Arnavutları cehennem ateşinin ortasına itmiş ve onların İstanbul’dan manen de kopmalarına sebep olmuşlardı. Yine, 100 yıllık bir mesele olarak önümüzde duran Ermeni Tehciri’nde de bu üç ismin adı vardır. Emri veren Enver, uygulayan Talat idi. Cemal ise Suriyeli Arapları tedhiş ederek Arap milliyetçiliğini kışkırtmış, devletin zor anında Araplarla konuşmanın imkânlarını kısıtlamıştı. Bu gün Osmanlı ve paşalar yok ama “üç beyinsiz kafa” tarihi tekerrür ettirmek için yeni bedenleriyle karşımızda duruyor.
Son 12 senede Türk dış politikasına yön veren bakış, bölgesel egemenlik için “başka halklar” üzerinde ameliyat yapılmasını caiz gören bir anlayışı ifade ediyor. Bu politikanın icracısı akademisyen, Şarkiyatçılık disiplininin kibri ile malul bir isim. Tıpkı yüz yıl evvelki benzerleri gibi, ayrıcalıklı kavim telakkisi ona, bölge halklarını zorla yönlendirebileceği;  Şarkiyatçı kibri ise bu halkların yönetilmeyi, şekillendirilmeyi bekleyen nesneler olduğu iğvasını telkin ediyor. Bu şahsın açtığı kapıdan içeri adım atanlar Halep’i, Şam’ı Bağdat’ı, Beyrut’u Kahire’yi, tıpkı kendi ülkeleri gibi ulus devletler üzerinde inşa edilmiş devletlerin bu önemli şehirlerini, Türkiye’nin arka bahçesi, halklarını ise Türklerin kendilerini gelip kurtarmasını ve yönetmesini bekleyen acizler topluluğu olarak görüyor. Bu, kitaplarda kalan bir heves olsa idi, hayalperest bir akademisyenin fantezileri ve Şarkiyatçılık sahasında var olan sayısız şarlatanlık örneklerinden birisidir, diyebilir ve tebessüm ederdik. Ne var ki, böyle olmadı.
2011 yılında Suriye’de başlayan huzursuzluğu fırsata çevirmek, Şam’da Türkiye’ye ve Türkiye’nin müttefiklerine –buna İsrail de dahildir- uyumlu bir hükümet kurabilmek ve böylece Şam’ı Türkiye’nin plaka numaralarından birisi haline getirmek için bu akademisyen – siyasetçi yüz yıl önceki dedeleri ile aynı uğursuz yolu tutturdu: Müslüman halkları kışkırtmak, Müslüman halklara silah doğrulmak/ doğrultturmak… Bunun neticesinde Suriye halkı, “Şam’da namaz kılmak” hevesiyle dolu bir adamın Batılı emperyalistlerle birlikte hareket ederek Suriye ülkesini harap edişine şahit oldu. Bu şahsın Türkiye’de teorik temellerini pazarlamaya çalıştığı, ancak yaptığı atıflardan bir Batı projesi olduğu anlaşılan bu hevesi,  üst düzey siyasetçi ve bürokratların yerel ve bölgesel düzeyde planlayıp sahaya adapte etmesiyle gerçeğe dönüştürülmeye çalışıldı. Bugün biliyoruz ki, bu şahıslar Suriye ülkesini harap etmek için 2 bin tır silah ve mühimmatı yasa dışı yollarla Suriye’ye soktular ve açık sınır politikası adı altında Suriye’ye geçirdikleri on binlerce terörist eliyle Suriye Arap Cumhuriyeti Ordusu’ndan 68 bin askerin, on binlerce milisin ve sivilin hayatını kaybetmesine sebep oldular. Yine onlar, içine düşürdükleri bu çatışma neticesi Suriye şehirlerini de tarumar ettiler. Bu gün Suriye, Türkiye hükümetinin silah desteği verdiğini kabul ve ilan ettiği unsurlar ile halen destek verdiğini kabule yanaşmadığı unsurlar eliyle bir harabeye çevrilmiş haldedir. Suriye halkının insan kayıpları ve sosyal yaralarının yanında, onlarca yılda ancak azaltabileceği maddi zararı da söz konusudur. Türkiye’de yazacağımız tarih kitapları ve yön vereceğimiz medya ile Suriye’ye yönelik haksız ve hukuksuz tutumumuzu kendi halkımızdan gizleyebiliriz. Bu mümkün. Ne var ki, bu çatışmanın ardından Suriye halkının da hayata döneceğini, onların da kendi tarihlerini yazacağını göz ardı edebilir miyiz?
Arnavutlar yüz yıl evvel ellerindeki silahları toplayıp Sırp ve Bulgarlara satan İttihatçıların ihanetini unutmadılar. İttihatçılar yaptıkları yanlışlarla Arnavutlara yaklaşık yüz yıl süren bir acı yaşattı ve bugün bile onlar bir musibetten kurtulup bir başkasına düçar olmuş haldeler. Bugün Arnavut tarihçileri tarihlerinin bu döneminde yer alan isimleri hayırla yad etmiyorlar. Ermeniler evlerine geri dönemedikleri gibi o dönemki yasal düzenlemelere rağmen zararlarının tazmin edildiğini de görmediler. Birinci Dünya Savaşı ve İstiklal Harbi’nin ardından kurulan Cumhuriyet açık yüreklilikle bu meseleye eğilmiş olsaydı, en azından bu insanların mali hakları temin edilseydi, Ermeni meselesi bugünkü boyutuna ulaşmazdı. Bugün sadece Ermeniler değil birçok kalem haklı veya haksız Türkleri bu konuda suçluyor. Cemal Paşa Araplara yönelik tedhişi ile maruf olmasaydı, Arap tarihçiler o dönemi karanlık bulmayabilirlerdi.
Suriye ülkesinin yerle bir edilmesinde inkâr edemeyeceğimiz bir payımız var. Suriye halkı ve devleti ile tıpkı daha öncekiler gibi onlarca yıl sürecek bir husumete kapı aralamamak için bugünden davranmamız gerekiyor. Hemen şimdi onların siyasi, sosyal ve ekonomik istikrara kavuşmaları için harekete geçmemiz, terör faaliyetine dahil olan siyasi ve bürokratik kadroyu görevlerinden uzaklaştırmamız, Suriye ülkesinin imarı için samimi bir gayreti ortaya koymamız icap ediyor. Her savaş biter ve galipler tarihi yazar. “Maceraperest Şarkiyatçı”nın ancak birkaç hafta süre verdiği Beşar Esad’ın Suriye’nin kaderine yazılı olduğu tartışmasız. Yine tartışmasız olan bir şey de, savaştan sonra filizlenecek Suriye ve Arap edebiyatında, sinemasında, şarkılarında, türkülerinde, eğitim sisteminde velhasıl birçok alanda Türkiye’nin “üç beyinsiz kafa”sının Suriye halkına yaşattıklarının anlatılacak olmasıdır. Biz, yüz yıllık bir yara açılmadan, şimdiden davranarak, en azından, Türkiye halkının bu yanlışa bir son verme arzusunu ortaya koymalıyız.