Mehmet Akif Ersoy merhum 1912’de
yazdığı bir şiire dönemin maceraperest isimlerini ima ederek başlıyor ve “Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon
halk/ Bak nasıl doğranıyor, kalk, baba, kabrinden kalk/ Diriler koşmadı
imdadına sen bari yetiş,/ Arnavutluk yanıyor… Hem bu sefer pek müdhiş”, diyordu.
Akif’in ima ettiği “üç beyinsiz kafa”
dönemin muhteris muktedirleri Enver, Talat ve Cemal Paşa’dan
başkası değildi. İttihat ve Terakki’nin layüsel üç adamı Osmanlı’nın sadık
halkı Arnavutları cehennem ateşinin ortasına itmiş ve onların İstanbul’dan manen
de kopmalarına sebep olmuşlardı. Yine, 100 yıllık bir mesele olarak önümüzde
duran Ermeni Tehciri’nde de bu üç ismin adı vardır. Emri veren Enver, uygulayan
Talat idi. Cemal ise Suriyeli Arapları tedhiş ederek Arap milliyetçiliğini
kışkırtmış, devletin zor anında Araplarla konuşmanın imkânlarını kısıtlamıştı. Bu
gün Osmanlı ve paşalar yok ama “üç beyinsiz kafa” tarihi tekerrür ettirmek için
yeni bedenleriyle karşımızda duruyor.
Son 12 senede Türk dış
politikasına yön veren bakış, bölgesel egemenlik için “başka halklar” üzerinde ameliyat yapılmasını caiz gören bir
anlayışı ifade ediyor. Bu politikanın icracısı akademisyen, Şarkiyatçılık
disiplininin kibri ile malul bir isim. Tıpkı yüz yıl evvelki benzerleri gibi, ayrıcalıklı
kavim telakkisi ona, bölge halklarını zorla yönlendirebileceği; Şarkiyatçı kibri ise bu halkların yönetilmeyi,
şekillendirilmeyi bekleyen nesneler olduğu iğvasını telkin ediyor. Bu şahsın
açtığı kapıdan içeri adım atanlar Halep’i, Şam’ı Bağdat’ı, Beyrut’u Kahire’yi,
tıpkı kendi ülkeleri gibi ulus devletler üzerinde inşa edilmiş devletlerin bu
önemli şehirlerini, Türkiye’nin arka bahçesi, halklarını ise Türklerin
kendilerini gelip kurtarmasını ve yönetmesini bekleyen acizler topluluğu olarak
görüyor. Bu, kitaplarda kalan bir heves olsa idi, hayalperest bir akademisyenin
fantezileri ve Şarkiyatçılık sahasında var olan sayısız şarlatanlık
örneklerinden birisidir, diyebilir ve tebessüm ederdik. Ne var ki, böyle
olmadı.
2011 yılında Suriye’de başlayan
huzursuzluğu fırsata çevirmek, Şam’da Türkiye’ye ve Türkiye’nin müttefiklerine –buna
İsrail de dahildir- uyumlu bir hükümet kurabilmek ve böylece Şam’ı Türkiye’nin
plaka numaralarından birisi haline getirmek için bu akademisyen – siyasetçi yüz
yıl önceki dedeleri ile aynı uğursuz yolu tutturdu: Müslüman halkları
kışkırtmak, Müslüman halklara silah doğrulmak/ doğrultturmak… Bunun neticesinde
Suriye halkı, “Şam’da namaz kılmak” hevesiyle dolu bir adamın Batılı
emperyalistlerle birlikte hareket ederek Suriye ülkesini harap edişine şahit
oldu. Bu şahsın Türkiye’de teorik temellerini pazarlamaya çalıştığı, ancak
yaptığı atıflardan bir Batı projesi olduğu anlaşılan bu hevesi, üst düzey siyasetçi ve bürokratların yerel ve
bölgesel düzeyde planlayıp sahaya adapte etmesiyle gerçeğe dönüştürülmeye
çalışıldı. Bugün biliyoruz ki, bu şahıslar Suriye ülkesini harap etmek için 2
bin tır silah ve mühimmatı yasa dışı yollarla Suriye’ye soktular ve açık sınır
politikası adı altında Suriye’ye geçirdikleri on binlerce terörist eliyle
Suriye Arap Cumhuriyeti Ordusu’ndan 68 bin askerin, on binlerce milisin ve
sivilin hayatını kaybetmesine sebep oldular. Yine onlar, içine düşürdükleri bu
çatışma neticesi Suriye şehirlerini de tarumar ettiler. Bu gün Suriye, Türkiye
hükümetinin silah desteği verdiğini kabul ve ilan ettiği unsurlar ile halen
destek verdiğini kabule yanaşmadığı unsurlar eliyle bir harabeye çevrilmiş
haldedir. Suriye halkının insan kayıpları ve sosyal yaralarının yanında,
onlarca yılda ancak azaltabileceği maddi zararı da söz konusudur. Türkiye’de yazacağımız
tarih kitapları ve yön vereceğimiz medya ile Suriye’ye yönelik haksız ve
hukuksuz tutumumuzu kendi halkımızdan gizleyebiliriz. Bu mümkün. Ne var ki, bu
çatışmanın ardından Suriye halkının da hayata döneceğini, onların da kendi
tarihlerini yazacağını göz ardı edebilir miyiz?
Arnavutlar yüz yıl evvel
ellerindeki silahları toplayıp Sırp ve Bulgarlara satan İttihatçıların
ihanetini unutmadılar. İttihatçılar yaptıkları yanlışlarla Arnavutlara yaklaşık
yüz yıl süren bir acı yaşattı ve bugün bile onlar bir musibetten kurtulup bir
başkasına düçar olmuş haldeler. Bugün Arnavut tarihçileri tarihlerinin bu
döneminde yer alan isimleri hayırla yad etmiyorlar. Ermeniler evlerine geri
dönemedikleri gibi o dönemki yasal düzenlemelere rağmen zararlarının tazmin
edildiğini de görmediler. Birinci Dünya Savaşı ve İstiklal Harbi’nin ardından
kurulan Cumhuriyet açık yüreklilikle bu meseleye eğilmiş olsaydı, en azından bu
insanların mali hakları temin edilseydi, Ermeni meselesi bugünkü boyutuna
ulaşmazdı. Bugün sadece Ermeniler değil birçok kalem haklı veya haksız Türkleri
bu konuda suçluyor. Cemal Paşa Araplara yönelik tedhişi ile maruf olmasaydı,
Arap tarihçiler o dönemi karanlık bulmayabilirlerdi.
Suriye ülkesinin yerle bir
edilmesinde inkâr edemeyeceğimiz bir payımız var. Suriye halkı ve devleti ile
tıpkı daha öncekiler gibi onlarca yıl sürecek bir husumete kapı aralamamak için
bugünden davranmamız gerekiyor. Hemen şimdi onların siyasi, sosyal ve ekonomik
istikrara kavuşmaları için harekete geçmemiz, terör faaliyetine dahil olan siyasi
ve bürokratik kadroyu görevlerinden uzaklaştırmamız, Suriye ülkesinin imarı
için samimi bir gayreti ortaya koymamız icap ediyor. Her savaş biter ve
galipler tarihi yazar. “Maceraperest Şarkiyatçı”nın ancak birkaç hafta süre
verdiği Beşar Esad’ın Suriye’nin kaderine yazılı olduğu tartışmasız. Yine
tartışmasız olan bir şey de, savaştan sonra filizlenecek Suriye ve Arap
edebiyatında, sinemasında, şarkılarında, türkülerinde, eğitim sisteminde
velhasıl birçok alanda Türkiye’nin “üç beyinsiz kafa”sının Suriye halkına
yaşattıklarının anlatılacak olmasıdır. Biz, yüz yıllık bir yara açılmadan,
şimdiden davranarak, en azından, Türkiye halkının bu yanlışa bir son verme
arzusunu ortaya koymalıyız.