Translate

20 Aralık 2012 Perşembe

İbneliği savunmak Türkiye’ye düşmüş


Gürkan BİÇEN


 1999’da gerçekleştirilen NATO operasyonuyla Kosova bir Sırp sömürgesi olmaktan çıkarılarak Amerika ve Avrupa’nın doğrudan kontrolü altına aldığı yeni bir sömürge haline getirildi. Sırplar ile Arnavutlar arasındaki gerilim bir yandan Arnavutların kavmiyetçi damarını beslerken, diğer yandan Sırplarla farklı dinlerden olmaları sebebiyle dini aidiyete de az çok dikkat edilmesini zorunlu kılıyordu.

Kosova’nın Amerikan sömürgesi olmasından bu yana Arnavutlar kendilerini kelimenin tam anlamıyla Batı’nın kucağında buldular. Onları Sırp tahakkümünden kurtaran Batı, Arnavutlar için Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisidir demek abartılı bir iddia olmayacaktır. Balkan bölgesinde 70 bin kilometre kare alana yayılmış yaklaşık 6 – 7 milyon nüfuslarıyla Arnavutlar Batı için sadık bir hizmetkâr olmaya hazır haldedirler. Elbette ki hizmetkâr efendinin talimatları ve arzuları doğrultusunda hareket edecektir. Bu süreçte efendi ise hizmetkârın görevini severek ve layıkıyla yapması için uygun ortamı hazırlamak için çaba sarf edecektir.  

Kosova’nın Avrupa-Atlantik süreçlerine entegrasyonu siyasi, ekonomik, kültürel ve dini asimilasyonu beraberinde getirdi. Arnavutlar Avrupa’nın idari, Amerika’nın askeri ve ekonomik tahakkümüne boyun eğdiler. Yine Kosova Batılı misyonerlerin cirit attığı bir alana dönüştü. Ancak Batı bununla da yetinmedi ve yeni bir adım attı. Küresel düzeyde yürütülen bir projenin parçası olarak “ibnelik” Kosova’da canlandırılmaya, meşru hale getirilmeye çalışılıyor.

CIA tarafından finanse ve organize edilen National Endowment for Democracy kurumu tarafından desteklenen Kosovo 2.0 isimli organizasyon Kosova’da ibneliğin yaygınlaştırılması ve meşrulaştırılması için gayret sarf ediyor. Arnavut toplumunun aile yapısına ve temel karakterine saldırı niteliğindeki bu çalışmalar Kosovalı Müslümanları rahatsız ederken bu organizasyon yeni bir faaliyet ilan ediyor: Seks Partisi ve film gösterimi.

14 Aralık 2012’de düzenlenmesi planlanan bu faaliyet Kosovalı Müslümanların gazabına uğradı ve bir grup Müslüman tarafından basılıp dağıtıldı. Olayın ardından yapılan açıklamalar Batı’nın Kosova’daki iğrenç varlığını, ilişkilerin boyutunu bir kez daha ortaya koydu. Amerikan elçisi Tracey Jacobson, Avrupa Birliği özel temsilcisi Samuel Zbogar, OSCE başkanı Elaine Conkievich, Avrupa Parlamentosundaki lezbiyen raportör Ulrike Lunacek ve hatta Uluslararası Af Örgütü Müslümanların bu eylemini kınayan açıklamalar yaptılar. Yine Kosova ve Arnavutluk’tan birçok “analist” Seks Partisini basan Müslümanları ve onların şahsında Kosova Müslümanlarını “Taliban”, “Vahhabi”, “Aşırı dinci”, “barbar” olarak tanımladılar. Öyle ki “ibne”ler ile dayanışma mektubu yazanlar bile oldu.

Kosovalı Müslüman önderlerden Fuad Ramiqi Kosova hükümetinin türbanlı bayanlara uyguladığı baskı ve ayrımcılık karşısında sessiz kalan Amerikan yönetimi ve Avrupa hükümetleri ile Af Örgütü gibi kurumların kendi halinde yaşayan herhangi bir ibne ile uğraşmayan ancak ibneliğin sistemli ve saldırgan bir şekilde yayılıp meşrulaştırılmasına karşı koyanlara yönelik linç kampanyasının Batı’nın ikiyüzlülüğünü yansıttığını söyledi. Ne var ki, Kosovalı Müslümanlar için en acı darbe Türkiye’den geldi. Kosova’da herkes Türkiye’nin yürüttüğü (bazı yardım kuruluşlarımızın içinde bulunduğu faaliyetlerle) Suriye karşıtı kampanyada Kosova’dan toparlayıp ölüme gönderdiği Selefi Arnavutlarla ibnelerin düzenlediği Seks Partisini basan Arnavutların aynı kişiler olduğunu biliyor. Kosova basını bir yandan Suriye hükümetine karşı savaşıp ölen bu Arnavutları diktatörle mücadele eden kahramanlar olarak tanımlarken, öte yandan ibneliğe karşı çıkmaları sebebiyle bu insanlara barbar muamelesi yapıyor. Muhafazakâr yönetimiyle Türkiye Suriye meselesinde kullandığı bu insanları arkadan hançerliyor. Seks Partisinin basılmasının ardından Türkiye’nin Priştine elçiliği şöyle bir açıklama yapıyor:

“Türkiye Cumhuriyeti Priştine Büyükelçiliği, Kosova 2.0 dergisinin lansmanı esnasında, 14 Aralık  Cuma günü bazı radikal gruplar tarafından gerçekleştirilen şiddet eylemlerini esefle karşılamaktadır.
Şiddet asla kabul edilemez bir olgudur ve bu türden şiddet olayları kamu düzenini, ifade hakkını, basın özgürlüğünü ve cinsiyet temelinde ayrımcılık yapılmamasını tehlikeye atmaktadır. Kosova makamlarının, bu şiddet eylemlerinin faillerini en kısa zamanda bulacağından ve bu vesileyle Kosova’da insan haklarının Kosova Anayasası ve kanunları çerçevesinde ırk, din, etnik köken, cinsiyet veya cinsel yönelimden bağımsız olarak her şartta korunacağından şüphe duymamaktayız”.

Fazla söze ne hacet! Kosovalı Müslümanlar ibneliğe ve ibnelere karşılar. Türkiye’nin açıklamasının ne anlama geldiğini Müslüman Arnavutlara izah edecek birisi var mı?

Not: Eşcinsel, homoseksüel gibi kavramlar yerine ata yadigarı “ibne” kavramını kullanmamdan rahatsızlık duyanlar olabilir ancak diğer kelimelerin hiçbirisinin dilimizdeki “ibne” kelimesinin çağrışımlarını karşılamadığı ortadadır. Mazur görünüz.

24 Kasım 2012 Cumartesi

Nasrallah’a mektup yazın

Gürkan BİÇEN


Uzun tecrübelerin sonunda toplumun dimağından damıtılıp herkesin dikkatine sunulan atasözleri kişinin benzer durumlarda tecrübe etmesi muhtemel hakikati önceden ihtar eder, diyebiliriz. Mesela, “İt ürür kervan yürür”, böyledir.

Orta Doğu’da yaşananları Amerika önderliğindeki Batı Dünyası’nın İslam ülkelerindeki tasallutuna son verme ekseninde okumak istemeyenler, bakışlarını Batı ile birlikte egemen ülke Türkiye ihtimaline odaklayanlar, işe, bu hayale ulaşmak için Suriye’de yaratmak istedikleri iç karışıklığa engel olması muhtemel güç merkezlerine saldırarak başlamışlardı. Amerikan atının Türk’ün hizmetine verildiğini sanan bu cengâverler bir buçuk sene evvel kalem şeklindeki kılıçlarını sallayarak Nasrallah’ı Türkiye’nin bu muazzam projesine (!) teslim olmaya davet etmişlerdi.

Nasrallah’ın açıklamalarıyla ilgilenmedikleri, bunların bir öneminin olmadığı, bu kalemşor Türklerin derdinin, bir başka atasözüyle ifade edersek, üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olduğu kısa sürede icat ettikleri “sözde direniş ekseni” yaftasıyla açığa çıkmıştı. Bölgenin tek yabancı unsuru Siyonist yapı ile Suriye’nin yerel halkını ve iktidarını bir kefeye koyan bu kalemler ve onların para babaları Esad-Nasrallah-Netanyahu üçlemesini sıklıkla kullanmış, Esad ve Nasrallah’ın Siyonistlere karşı savaşının gerçeği örtmenin bir bahanesi olduğunu ileri sürmüşlerdi. Bu kalemlerden bazıları öylesine uç noktalara varmışlardı ki, Siyonistlerle yapılıyor gibi görünen savaşın bile aslında Türkiye’nin yükselen gücünü önlemek için icat edildiğini yazmışlardı.

Türk hükümetinin himmeti ve vazifelendirmesiyle içinde birçok STK ve yardım kuruluşunun yer aldığı bir cephe Baas rejiminden çok Hizbullah’a ve Türkiye’de Hizbullah’ın doğru bir yolda ilerlediğini savunanlara saldırmışlardı. Bunlara göre, Türk hükümetinin tutturduğu yolun yanlış olduğunu söyleyen herkes “sözde direniş ekseni”nin hain Baasçılarından başkası değildi. “Direniş kendi yolunda ilerliyor, bu ilerleyişi sekteye uğratmayın”, diyenlere bu kalemler, “Direniş ekseni kırılacakmış. Neye direndiniz şimdiye kadar, kimin tavuğuna kışt dediniz? Kafiri sürüp önünüze kovaladınız da biz mi görmedik. Hangi Müslüman’ın elinden tuttunuz, hangi kafirin karşısına göğsünüzü siper edip çıktınız.”, diyebilecek kadar hakikate düşman kesilmişlerdi.

Siyonistler bir kez daha Gazze’ye saldırdılar ve “takke düştü kel göründü” Nasrallah’ın 2008 yılında ortaya koyduğu Beyrut’a karşılık Tel Aviv denklemi birden Gazze’ye karşı Tel Aviv’e dönüşüverdi. Tel Aviv’e düşen Fecr-5 füzeleri sadece Siyonistlerin binalarını vurmakla kalmadı, Türkiye’deki “sözde İslamcı” ancak hakikatte kavmiyetçi, mezhepçi, bayrakçı, toprakçı ve iktidar hırsıyla kavrulmuş yahut iktidara susamış taifeyi de vurdu. Şimdi onlar, keşke Fecr-5’lerin üzerinde “Made in İran” yazmasaydı; keşke Türkiye’nin, Suudi Arabistan’ın Katar’ın Batı’nın vaatleriyle kandırmaya çalıştığımız Hamas ve İslami Cihad savaşın sonunda füzelerin sahibini açığa çıkarıp teşekkür etmeseydi ve belki keşke çatışma biraz daha sürseydi de yardım için açılan/ açılacak hesaplara milyonlar yatırılsaydı, diyorlar.

Bugün direniş yeni bir merhalededir. Siyonist yapının siyasi ve askeri varlığını sona erdirme kararlılığındaki direniş hareketlerine gerçekten yardım etmek isteyen her kalem sahibi, Nasrallah’a mektup yazan, İranlılarla karşılıklı oturup onlara “dertlerinin ne olduğu”nu sormayı hayal eden haddini bilmez Türk kalemşorları Türk halkını sevk etmeye çalıştıkları bu yanlış yol sebebiyle kınamalıdır.

Ben onları kınıyorum, Nasrallah’a mektup yazıp özür dilediklerini görene kadar da kınamaya devam edeceğim.

17 Kasım 2012 Cumartesi

İşte kabarıyor aşk denizi


Gürkan BİÇEN

Ruhları daraltan, kalpleri bulandıran, omuzları çökerten hadiselerin gelip çattığı zamanlarda, tüm bunların Levhi Mahfuz’dan bir parça olduğuna ve orada yazmayan hiçbir şeyin kendilerine isabet etmeyeceğine iman edenler, “Şüphesiz zorlukla beraber bir kolaylık vardır.”, derler. “Şüphesiz zorlukla beraber bir kolaylık vardır.”

Siyonist rejim tanklarını, toplarını, zırhlılarını, uçaklarını, uydularını, müttefiklerini toplamış ve için içi denilebilecek bir yere hücum etmiş. Düşmanın yavelerini dillerine dolayanlar, "Düşmanlarınız size karşı ordu topladı, onlardan korkun.", diyorlar. Allah’ın günlerini bilenler ise bu sözlere, “Bu bir harptir. Bir gün onlar bize galip gelir, bir başka gün biz onlara galip geliriz ve nihayet Allah bizim sadakatimizi görür de zaferi bize yenilgiyi düşmana nasip eder”, diyerek karşılık veriyorlar.

İmam Humeyni, “Allah’a hamdolsun ki, düşmanlarımızı ahmak yarattı”, diyordu.  İmam irtihal etmiş olsa da, hayat devam ediyor ve Müslümanlar için hamd kapısının sürekli açık kalmasına sebep ahmaklar hala mevcut ve  Siyonistler listenin başında yer alıyorlar.

Siyonistler, tıpkı Musa’nın kavmi gibi nesillere uzanan zorlu bir imtihanın muhatapları olan Filistinli Müslümanların, onlara ev sahipliği yapan Lübnanlı Müslümanların, onların ve ümmetin velisi İranlı Müslümanların, zincirlerini kırmanın peşindeki Mısırlı, Arabistanlı Müslümanların ruhlarında kabaran denizi, “Lebbeyk” nidasıyla fırtınalar koparan o aşk denizini bilmiyorlar. Siyonistler Müslümanların nihai zaferine giden yolun aydınlığı, fecri sadık görülmeye başlandığında Batı dünyasının kendilerini terk edip gideceğini de bilmiyorlar. Siyonistler Yahudiler için yeni bir hayal kırıklığının kapılarını aralıyorlar.

Arap şeyhlerinden her türlü yolla gasp ettikleri petrodolarla Müslümanlara ait topraklarda Müslümanlara zulmeden Siyonistler tarihin kırılma noktalarına, sadıkların sözlerine ve vaatlerine itibar etmek istemiyorlar. Atalarının resullerin sözlerine kulak tıkamalarına benzer bir şekilde onlar, bugün de kafalarını aynı duvara çarpıyorlar. İran İslam İnkılâbı’nın Siyonist rejimin ölüm fermanı olduğunu, Hizbullah’ın kendisini bu fermanı infaz ile memur hissettiğini, Hamas ve İslami Cihad’ın da bu fermanın birer suretine sahip olduklarını görmezden geliyor. Bu yüzden olsa gerek, Gazze’ye hava saldırıları düzenleyen Siyonist rejimin on binlerce askeri kara harekâtına hazırladığı haberleri yayılıyor.

2006 Hizbullah – İsrail Savaşı’nda uğradığı hezimetten sonra Siyonist rejim Lübnan’a beş tümen askerle saldıracağını söylediğinde Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah, “Biz bu tehditleri hafife almıyoruz. Bu tehditleri ciddi bir şekilde ele alacağız. Fakat bu durum, bizleri korkuya veya endişeye sevk etmeyecektir. Onlardan korkmuyoruz.”,diyerek başladığı sözlerine, “Düşmanlarımızın ordusu gasıp rejimlerinin kuruluşundan bu güne dek görmediği bir şeye; çatışma meydanlarındaki cesur, dayanıklı ve adanmış direnişçilerin öngörülemeyen savaş metotlarına tanık olacak. Barak'ın bu sözüne karşılık ben de yeni vaadimi söylüyorum; Senin 5 tümenin bizim dağlarımızda, vadilerimizde, köylerimizde ve evlerimizde yok olacak. 5 tümeninle birlikte senin gasıp devletin de kutsal topraklarımızda yıkılacak. Barak, Mofaz ve Aşkenazi ileride vuku bulacak bir savaşın hızlı, açık ve net bir zafer olacağını söylüyorlar. Buna karşılık ben de Allah’a tevekkül ettikten sonra onlara şunu söylüyorum; Biz bu savaşın olmasını istemiyoruz. Fakat tehdit ettikleri ve vaat ettikleri gibi savaş olursa savaşın her bir günü bizim için zafer olacak. İnşaallah zafer kesin, net ve açık olacak.”, ifadeleriyle devam ediyordu. Bu, sadık bir vaatti.

Gazze çevresinde Siyonistler, bir duvarın kurşunla bağlanmış tuğlaları gibi sağlam bir sınır bulacaklardır. Aşk denizinde kaynayan ruhları kanatlandıran melekler, atılan her bir mermiyi helak edilecek Siyonist’e isabet ettirmek üzere teslim alacak ve bu vazifesinde hiçbir kusur göstermeyecektir. İşlerin sonunun Allah’a döneceğini bilenler, atanın da vuranın da ahmak bir düşmanı yenilmiş ekin yaprağına çevirenin de kendileri olmadığını elbet bileceklerdir.

Bir okyanus gibi kabaran ümmet Filistin topraklarını silip süpürecek geride aşk denizinde akan gemiden başkası kalmayacaktır.



10 Kasım 2012 Cumartesi

Manifestosuz Dava: Mavi Marmara

Gürkan BİÇEN

Belki en doğrusu, Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah’ın 9 Haziran 2000’de Beni Şiş’te yaptığı Zafer Bayramı Konuşması’ndan bir bölüme yer vererek başlamaktır. Nasrallah Lübnan’ı apar topar terk eden Siyonist düşmanın ardından Direniş erlerine, Direniş halkına yaptığı o konuşmada tam bir kararlılık, ihlâs ve tevekkülle şöyle diyordu; “Her şey Direnişin hizmetindedir; Seyyid Abbas, ulema, yiğitlikler, şecaatler, siyaset, kurum, mal ve propaganda; tamamı Direnişin hizmetindedir. Direniş siyasetin, kurumların, kişilerin ve dünya malının hizmetinde değildir. Direniş Allah’ın kuludur ve zafer peşindedir. Bu yüzdendir ki Lübnan’da Direniş zafere ulaşmıştır.”

6 Kasım 2012 günü Nasrallah’ın bu sözlerine ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu bir kez daha anladım. O gün, hani Siyonist düşmanın beynini dağıtması için gönderdiğimiz hakikat kelimesinin, Mavi Marmara’nın şehitlerinin Direnişi İstanbul’a, İstanbul Adliyesi’ne, silahların susup kalemlerin konuştuğu bir savaş meydanına taşıdıkları gün, Filistin’in, Lübnan’ın, Filistin için can veren tüm Arapların, Müslümanların ve hatta gayrı Müslimlerin ruhları iki yüz elli kişilik salonu dolduranlarla birlikte orada yer almıştı. İşte o gün beklenen olmadı ve Akdeniz’in sularını yara yara Siyonist düşmanın kalbine ilerleyen Mavi Marmara yüklendiği anlamın çok gerisinde bir yüzle geldi salona.

Mavi Marmara Gazze’nin mağdurlarına ekmek götüren bir gemi değildi. Mavi Marmara yiyecek, giyecek, çocuk bezi taşımıyordu. Bilakis Mavi Marmara “anlam”ı yüklenmişti ve Siyonist düşmanı korkuya salan da buydu. Mavi Marmara Özgürlük Filosu’nun özgür ruhlarının Filistin halkına taşımak istediği özgürlükten başkası değildi. Ne o bir gemiydi ne de yolcuları turist. O, kelimenin tam anlamıyla Siyonizm’e meydan okumanın ete kemiğe bürünmüş haliydi.

Hal böyle olunca, Direnişin mahkeme salonunda da devam edeceğini ummuştuk. En azından her bir gazinin, şehit yakınının İsrail’i tanımadığını ilan ederek konuşmaya başlayacağını düşünmüştük. Olmadı…

Mavi Marmara direnişi, Akdeniz’de seyreden iyi çocuklara saldıran kötü çocukların onları kendi mahallelerine zorla götürmesine dair bir hikâye gibi anlatıldı. Nasıl desem, neye benzetsem, tam olarak bilemiyorum. Muhtemelen Pal Sokağı Çocukları romanı bir benzerlik oluşturabilir, bu tür anlatımlar için.

Mavi Marmara şehitlerinin efendisi Furkan Doğan’ın babası Ahmet Doğan’ın salonu duygulandıran konuşmasının ardından davanın siyasi manifestosunun niçin ilan edilmediği, İHH’yı, gazileri, şehit yakınlarını bundan alıkoyanın ne olduğu anlaşılamadı. Davaya siyaset karışmasın mı istenmişti? Hâlbuki Mavi Marmara neticeleri itibariyle tam anlamıyla siyasi bir karşı koyuştu. Mavi Marmara’nın siyasi neticeleri olduğu gibi, Siyonist düşmanın saldırısının da siyasi neticeleri olacaktı, olmalıydı ve dava ancak bu sürecin bir parçası olarak telakki edilmeliydi.

Mavi Marmara’nın misyonunu hatırlatması için gemiyi muhafaza etmekten daha önemlisi Mavi Marmara’nın siyasi manifestosunu ilan etmekti. Bu gerçekleştirilmeden geçirilecek her saniye Mavi Marmara davasını basit bir cinayet davasına indirgeyecek ve failler ceza almış olsalar bile bu, kötü çocuklara hak ettikleri cezayı veren Türk yargısının azametini göstermekten başka bir kazanım sağlanamayacaktır. Mavi Marmara Direnişin hizmetinde ise mahkeme salonlarında da bu misyonunu devam ettirmelidir.

Mavi Marmara Direnişin malıdır. Öyle de kalmalıdır. Mavi Marmara yüklendiği “anlam”a sadakat göstermelidir. Böyle olduğunda biz Nasrallah’ın şu sözlerini ruhumuzda yankılanırken bulacağız; “Zaferi getiren mücadele değildir; mücadele Allah’a karşı sadakatimizin şahididir. Zafere anlam kazandıran da, işte bu sadakattir.”

21 Ekim 2012 Pazar

Vay başımıza; Devlette devamlılık esasmış



Gürkan BİÇEN

Paradigmanın kendisini değil paradigmadaki yerini sorgulayanların, razı olabilecekleri bir pozisyonun açılmasıyla kurmayı sevdikleri bir cümledir, “Devlette devamlılık esastır.” Türk siyasi tarihinde bir dönemin mazlumlarının iktidarı paylaşmaya başlamalarının ardından ezbere kullandıkları bir sözdür bu, aynı zamanda.

28 Şubat süreciyle iddialarının tamamından vazgeçmeye zorlanan Müslümanlara karşı işlenen suçların uluslararası mahkemelerde yapılan yargılamaları Müslümanların Ak Parti ile birlikte Ankara’nın labirentlerini merakla dolaştıkları bir döneme denk gelmişti. Dışişleri Bakanlığı koltuğuna Yaşar Yakış layık görülmüş ve fakat bir süre sonra o, yerini Abdullah Gül’e bırakmıştı. Abdullah Gül’ün bakanlığı döneminde –ve halen- Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde haklarını arayanlara karşı Türk hükümetinin tutumu baskı dönemi hükümetlerininkinden farklı olmamış, haklarını Türkiye’de alamayan mağdurların Avrupa’daki hak arama çabalarının karşısına benzer bir tutumla çıkılmıştı. Abdullah Gül ve dışişleri personeli bu tutuma basit bir cümle ile açıklık getiriyorlardı: Devlette devamlılık esastır.

Batı basınının “Arap Baharı” olarak isimlendirdiği halk hareketlerinin rüzgârı Mısır’a ulaştığında ve Tahrir Meydanı kalabalıklarla dolduğunda, Avrupalı televizyon kanalları Avrupa’nın çeşitli kentlerine dağılmış Müslüman Kardeşler üyelerinin/ yetkililerinin bölgesel barışa vurgu yapan röportajlarını yayımlıyordu. Biz ise, Türkiye’de, Tahrir Meydanı’na sabitlenmiş bir – iki kameradan yansıyan kalabalığı izliyorduk. Hüsnü Mübarek’in Tunus’un devrik diktatörü Zeynel bin Abidin gibi iktidarı bırakmak zorunda kalması ancak Mısır’ı terk etmemesi temsili bir yargılamanın yolunu da açmış oldu. Bu yargılamada ekranlara yansıyan sahneler Mısır’da bir zihniyetin değil aktörlerin değişiyor olduğu izlenimini uyandırıyordu.

Müslüman Kardeşler ve Selefiler’in Tahrir Meydanı’nın adalet ve özgürlük istediğini söylemelerine rağmen Mübarek’i, onun geçmişte muhaliflerine yaptığı gibi, mahkeme salonundaki bir demir kafese sokuyor olmaları, Mısırlı Müslümanların da “Devlette devamlılık esastır” ilkesini takip edeceklerini gösteriyordu.  Mısır halkı buna razı olabilirdi. Nihayetinde onlar kendi serüvenlerini yaşıyorlardı. Ne var ki, devlette devamlılık esası mahkeme salonlarından dış politikaya uzandığında Mısır’a umut bağlamış bir başka halkı da yakından ilgilendirir hale geliyordu.

Tunus ve Mısır’daki halk ayaklanmalarını heyecanla izleyen Filistin halkı ve Filistinli hareketler bu ayaklanmaların Siyonist rejimin varlığını reddeden yönetimlerin iktidara gelmesiyle neticeleneceğini ummuşlardı. Filistinli hareketlerde, ayaklanmalar sırasında Müslüman Kardeşler yetkililerinin Mısır’ın onuru temelinde yükselttikleri uluslararası anlaşmalara sadakat açıklamalarını geçiş döneminde Müslümanların aldığı bir tedbir olarak kabul etme eğilimi kendisini açıkça belli ediyordu. Ancak İran İslam İnkılâbı’nın Filistin davasını İslam ümmetine mal etmesine kadar geçen süreçte, Filistin meselesi öncelikle bir Arap meselesi olarak görülmüş ve Arapların Siyonistler karşısında aldıkları yenilgilerle geri çekilmelerinin ardından da tam anlamıyla bir “Filistinli Meselesi”ne dönüşmüştü. Mısır’ın Siyonist varlığı bir devlet olarak tanımasının üzerinden geçen yaklaşık 40 yılda Filistin’in özgürlüğü Mısır için itikadi bir vazife değil, Mısır’ın onurunun kurtarılması için bir araç haline gelmiştir. Yalnız,  sırasını beklemesi gereken bir araç…

“Devlette devamlılık esastır”,savunması, her toplumun, kendi iradesini geçmişlerin hikâyelerine bağlamasından başkaca bir anlama gelebilir mi? Geçmişte yapılan hatalar yeni nesilleri niçin bağlasın? Kendi dönemini yaşayan toplumların geçmişin hatalarına “hayır”, deme hakkı yok mudur? Bu ve benzeri sorulara zincirleri kıracak cevaplar bulamıyorsak, gelip geçen ümmetlerin yaptıklarından sorulmayacağımızı ancak onların hatalarını tekrar edenler olarak kendi hesabımızla muhakeme olunacağımızı göz ardı ediyoruz demektir.

Mısır halkı, Mısır’ın gençleri Mursi’ye sormalıdır: Enver Sedat’ın ve Hüsnü Mübarek’in tercihlerini kabul etmek zorunda mıyız? Bunların kararlarının neticeleri devam edecekse, bize sorulmadan alınan bu kararlar geçerliliklerini koruyacaksa, meydanları niçin doldurduk, niçin şehitler kazandık?  

Mursi’nin Türkiye’nin muhafazakârları gibi bayındırlık işlerini tarihi kararlara öncelediği görülüyor. Bu yolun sonunda tıpkı Türkiye’deki sağcı iktidar gibi Mısır’ın Müslüman Kardeşleri de Batı Dünyası’na yelken çevirirse şaşırmamak gerekiyor. Bir bütün olarak hesap edildiğinde, Filistin’in kurtarılmasını itikadi bir vazife addeden İran İslam Cumhuriyeti’nin şeytanlaştırılmasına göz yuman ve hatta Suriye İhvanı örneğinde olduğu gibi bu ameliyeye bizzat katılan Müslüman Kardeşler’in Filistin’i kurtarmak bir yana, kendisine bel bağlayan HAMAS’ı da yolda bırakacağı anlaşılıyor.

Devlette süreklilik devam ederken ufukta HAMAS için bölünme ve direniş cephesinden çıkarılma ihtimali beliriyor. 

22 Eylül 2012 Cumartesi

Müslümanların İşleri

Gürkan BİÇEN


İnsanı halk eden Allah[1], ona varlığın hakikatine nüfuz kudreti[2] de bahşetmiş ve onu yaratılmışların tümünden ayrı bir mertebeye getirerek[3], ilahi nurun tecelligahı[4] ve mülk âleminin mutasarrıfı kılmıştır.[5] İnsan neslinin ataları Adem ile Havva sadece yeryüzü hayatının değil, bugün için bize gayb sayılan cennetin de şahidi olmuşlardır.[6] Bu şahitlikle biz, cennetin bir ütopya değil, neslimizin yaradılışında mevcut bir gerçeklik olduğunu biliyoruz.  Elest Günü şahitliği[7] fıtratımıza yerleştirilmiş bir hatıra olarak bunu teyid ettiği gibi, Adem’den (as) binlerce yıl sonra Hazreti Peygamber’in (as) Mirac’ı da insan nesli adına gerçekleşen son bir şahitlik olmuştur.[8]

Adem’in (as) yeryüzü hayatını Allah’ın istediği şekilde tanzim etmeye başlamasıyla birlikte,[9] ilahi hitabın tek başına şahısları ilgilendiren bir husus olmadığı, toplumun da tıpkı şahıslar gibi Müslümanlaştırılması gerektiği, mülk aleminde mutasarrıf kılınan insanın bu tasarrufunu ilahi hitap çerçevesinde gerçekleştirmesinin şart olduğu ortaya konulmuştur. Bu dönemde Adem, varlığına bizzat şahit olduğu cennet hayatına dönüş için gereken arınma sürecini yaşamakla kalmamış,[10] dünya hayatını tedvin ve tevhid akidesine uygun hale getirmeye de memur kılınmıştır. Zira tek başına “insan”ın aktığı yön Allah olduğu gibi,[11] cemiyet olarak toplanılacak yer de O’nun huzurudur[12] ve her dönemin insanları kendi imamları/ hidayet rehberleri öncülüğünde huzurda yer alacaktır.[13] Bu sebeple gerek Adem ve gerekse sonrasında gelen peygamberlerin asli vazifesi ferdin ve cemiyetin arınmasını/ tanzimini birlikte sağlamak olmuştur.[14] Allah onları tartışmasız bir yetki ile göndermiş ve iman edenlerin onlara katıksız bir şekilde itaatini vacip kılmıştır.[15] İman etmeyenlerin de onlara boyun eğmesi öngörülmüştür.[16] Bir başka ifadeyle Allah’ın peygamberleri ancak ve ancak itaat edilmek ve boyun eğilmek üzere gönderilmişlerdir. Bu öylesine kesin bir kaidedir ki, insanı duraklatan talepler[17] ve ardı ardına gönderilen nebiler bile bundan müstesna değildir.[18]

Kuran, bize, peygamberlerin bulunduğu dönemde müminler üzerinde her anlamıyla bir otorite olmaları gerektiğini, gerek tebliğ gerekse idare vazifesinden geri duramayacaklarını,[19] hükümlerinin bağlayıcı olduğunu,[20] kendilerine tabi olup yanlarındaki kitabın hükmünü uygulamak için çaba sarf eden âlimlerin –ahbar ve rabbaniyyun- bulunduğunu,[21] bu âlimlerin insanlar içinde Allah’tan hakkıyla korkanlar olduklarını anlatır.[22] Yine biz Kuran’da, İsrailoğullarına verilen büyük nimetin dışında,[23] Allah’ın ilahi vazifeyi yüklenme şerefini dilediği kavme/ topluluğa bahşedeceğini okuruz.[24] Kuran’da zikredilen örneklerin ekseriyeti İbrahim’in (as) neslindendir ki, Allah onun duasını bir şartla kabul etmiş,[25] böylelikle onları tevhid akidesinin sütunları kılmıştır. Allah, peygamberlerin sonuncusunu da, Yahudilerin bekledikleri gibi, İbrahim’in neslinden ve fakat onların hiç ummadıkları bir şekilde, Arap halkından seçmiştir.[26] Arap müşriklerin ekâbir takımı ise onun Araplığına değil sosyal statüsüne itiraz etmişlerdir.[27]

Hazreti peygamber’in (as) risaletinden evvel Mekke’de yaşayan bazı insanlar müşriklerin inançlarından beri olduklarını ilan etmişler, onların yaşam tarzlarından mümkün oldukça uzak durmuşlardır. Bu insanlar kendilerini Hz. İbrahim’e nispet etmekteydiler.[28] Ancak bunlar Mekke halkını dönüştürecek bir kudrete sahip değillerdi. İmanlarını korumaları ve İbrahim’in sayfalarından kalanlara sahip çıkmaları onlara yetiyordu.[29] Onların Yahudi yahut Hıristiyan şeriatının önemli bir kısmını dikkate almayan bu tutumları onların imanlarını zayi etmiyordu.[30]

Haniflerin durumu böyle olsa da, Allah, Kuran’ın inzali ile birlikte hazreti peygambere, özü, insanlığı Allah için inşa edilen ilk evin bulunduğu noktadan başlamak üzere yeniden ıslah etmek/ insanlaştırmak[31] olarak açıklanabilecek ağır bir vazife veriyordu.[32] Bu, iman hakikatinin kişinin kendisini aşarak toplumun ruhuna işleyeceği, onu tümüyle dönüşmeye icbar edeceği ağır bir görevdi. Resul, daha evvel Hz. Musa’nın İsrailoğullarını ıslah etmeye çalışmasına benzer şekilde ancak ondan farklı olarak, “kitab” ile muhatap olmamış bir halkı ıslah ile mükellefti.[33]

Allah resulünün Safa tepesinde Kureyş’i toplayıp[34] daha evvel gizli yahut tek tek yapılan daveti hepsine birden ilan etmesiyle başlayan süreç aradan geçen yirmi üç yılın ardından Mekke’de Kâbe’yi çevreleyen yüz bin kişiye yapılan hitab ile kabaca son bulmuş,[35] Allah dinini kemale erdirip hâkim kılmış,[36] müşrikler bertaraf edilmiş[37] ve Müslümanlar dokundukları zaman ve mekânı kontrol eder hale gelmişlerdir. Allah’ın vaadi hak olmuş, insanlar Allah’ın dinine akın etmişlerdir.[38] İslam hâkimiyetini kabul eden ve fakat ne Muhacir gibi yirmi üç yıllık ne de Ensar gibi on yıllık bir terbiye sürecinden geçmiş olan kalabalıklara Allah uyarıda bulunmuş, ancak Allah ve resulüne itaatten sonra/ bunun neticesi olarak, mümin olunabileceğini hatırlatmıştır.[39]   Ci’rane Vakası’ndan[40] da anlaşılacağı üzere iman bir sözden ibaret değildir. Bilakis iman resulün her türlü takdirine kayıtsız şartsız rızadır.[41]

Resulün takdirinin farklı şekillerde değerlendirilmesine ve bunun neticesinde İslam tarihinin mevcut haliyle şekillenmesine sebep olayların varlığı hilafsızdır. Tevatüren nakledilen “Sakaleyn hadisi”[42] böyle olduğu gibi,  “Beni Saide Sakifesi”nde yaşananlar da böyledir.[43] Dinden dönenlere yönelik savaşlar, fethedilen yeni topraklar, şehit edilen halifeler ve yaşanan iç savaşların ardından başlayan saltanat ve kahredici Kerbela vakası ile resulün ardından yaşanan ilk dönem, İslam ve böylelikle insanlık tarihi açısından belirleyici olmuştur. O dönemde yaşananların peşinden koşmak bugün için anlamsız bir çabadır. Ne zamanı geri döndürecek bir gücümüz var ne de o dönemde yaşananlardan sorumluyuz.[44]

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 3 Mart 1924 tarihinde kabul ettiği “Hilafetin İlgasına ve Hanedanı Osmaninin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun”un icrasına kadar,[45] meşruiyeti, kişiliği ve yeterliliği tartışılsa bile, Resulün halifesi ve Müslümanların lideri olduğunu söyleyen bir yönetici kesintisiz bir şekilde var olagelmiştir. Cumhuriyet Türkiyesi İslam Dünyası açısından son derece önem arz eden böyle bir kararı kendinden başka bir yere dayanmayan bir sürecin neticesinde almış, bu suretle fiilen kaybettiği liderlik konumuna hukuken de son vermiştir.[46] Bu kararla birlikte Müslümanlar siyasi liderlik sorunuyla yüzleşmek zorunda kalmışlardır.

Hilafetin ilgası ve İslam dininin siyasal birliğinin mücessem hali olan halifenin yurtdışına çıkarılmasından elli yılı aşkın bir zaman sonra İslam coğrafyasının bir başka medeniyet havzasında, İran’da, Müslüman halk bir toprağa İslam ahkâmını hâkim kılma mücadelesini zafere ulaştırmış ve Anadolu halkının elli yıl evvel terke mecbur edildiği davayı omuzlamıştır. İran İslam İnkılâbı’nın merhum önderi İmam Humeyni inkılâbı; “İran İslam içindir, İslam İran için değil” sözleriyle veciz bir şekilde ifade ederek devletin yeni rejiminin İslam’ın hizmetinde olacağını ilan etmiştir.

Siyasi rejim olarak “Cumhuriyet’i seçen İslam İnkılâbı, krallıklar, askeri diktatörlükler ve laik / seküler anlayışlarla yönetilen İslam Dünyasında her anlamıyla bir şaşkınlık yarattı. Zira İnkılâb, bir ülkenin halkının başkaca hiçbir güce dayanmadan egemen olabileceği, İslam ahkâmının tatbikinin sultanın/kralın varlığına tabi olmadığı, emir-ül mümininin hak, yetki ve sorumluluklarının onu bir sultan/ kral haline getirmeyeceği, böyle bir eşitlemenin batıl olduğu hususlarında İslam Dünyasına somut bir emsal sağladı.[47] İran İslam Cumhuriyeti Anayasası rejimin İslami niteliğini açıkça tanımlamış ve nizamı  “Velayet-i Fakih” doktrini temelinde yükseltmiştir.[48] Tevafuk, 3 Mart 1924’te, Türkiye’de hilafet ilga edilirken Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yapılan tartışmalarda getirilen delillerden birisi de “Halifenin âlim olması” gerekliliğidir.[49]

Resulün rıhletinden 1347 yıl sonra İslam Ümmeti, kayda değer bir coğrafyada, kendisini ekonomik, kültürel, siyasi ve askeri açılardan koruyabilecek yeterlilikte kaynağa ve bu kaynakları İslam Ümmeti’nin adalet temelinde yükselecek “ilahi hâkimiyet” arzusuna adamış bir ülkeye kavuşmuştur. Bu ülkenin resmi ve fiili durumu İslam ahkâmının tatbik edildiğini ispat etmektedir. Bu durum yeryüzünün tüm Müslümanlarını açık bir sorumlulukla yüzleştirmektedir: İslam’ın yeryüzü halklarına getireceği adaleti sağlamak için darmadağın çabaları bir çatı altında birleştirmek.

Allah’ın, “Hepiniz Allah'ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar.”, hitabının gereği olarak ashabın Allah resulüne sarıldıklarını biliyoruz. Aynı şekilde günümüz Müslümanlarının da ümmetin velayetini omuzlamış olan şahsa sarılmaları ilahi bir vecibe olduğu gibi zalimlerin karşısında ufalanmamanın tek yoludur.

İslam’ın kalbindeki kavramı, hilafeti/ imameti sözlüklerinden çıkarmış bir ülkenin hiç halife/ imam/ veli görmemiş Müslümanlarının, dedelerinin sureta da olsa halifenin gölgesinde oldukları dönemde başlatıp yürüttükleri bir tartışmayı bugünün velayet makamını/ halifesini/ imamını görmezden gelerek sürdürmeye çalışmaları fikri istimnadan öte bir anlam taşımaz. İçinde halifenin/ imamın yer almadığı bir fikrin/ hareketin “İslamcı” olarak nitelenmesi onu “İslamcı” kılmaz. Bunlar, belki, resul (as) öncesi Haniflerine benzetilebilirler ki, onların imanları zayi olmasa da, bırakın tek meselesi hilafet olmayı, İslam ahkâmının uzağında yaşayan bu Müslüman grupların çabalarına biz, “İslamcılık” değil, ancak “Müslümanların İşleri”, diyebiliriz.


[1] “İnsanı yarattı.” (Rahman 3)
[2] “Ve Adem'e isimlerin hepsini öğretti. Sonra onları meleklere yöneltip: ‘Eğer doğru sözlüyseniz, bunları bana isimleriyle haber verin’ dedi.” (Bakara 31)
[3] “Hani Rabbin, Meleklere: ‘Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim’ demişti.” (Bakara 30)
[4] “Kâ’be bünyâd-ı Halîl-i Âzer est/ Dil, nazargâh-ı Celîl-i Ekber est” (Mesnevi)
[5] “Sizin için, yeryüzüne boyun eğdiren O'dur. Şu halde onun omuzlarında yürüyün ve O'nun rızkından yiyin. Sonunda gidiş O'nadır.” (Mülk 15)
[6] “Ve ey Adem, sen ve eşin cennete yerleş. İkiniz dilediğiniz yerden yiyin.” (Araf 19)
[7] “Hani Rabbin, Adem oğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahidler kılmıştı: 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' (demişti de) onlar: 'Evet (Rabbimizsin), şahid olduk' demişlerdi. (Bu,) Kıyamet günü: 'Biz bundan habersizdik' dememeniz içindir.” (Araf 172)
[8] “Andolsun, onu bir diğer inişte de görmüştü./ Sidretü'l-Münteha'nın yanında./ Ki Cennetü'l-Me'va onun yanındadır./ Sidreyi örten örtmekte iken,/ Göz kayıp-şaşmadı ve (sınırı) aşmadı./ Andolsun, o, Rabbinin en büyük ayetlerinden olanı gördü.” (Necm 13- 19)
[9] “Gerçek şu ki, insanlar için ilk kurulan Ev, Bekke (Mekke) de, o, kutlu ve bütün insanlar (alemler) için hidayet olan (Ka'be)dir.” (Ali İmran 96)
[10] “Derken Adem, Rabbinden (birtakım) kelimeler aldı. Bunun üzerine (Allah da) tevbesini kabul etti. Şüphesiz O, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.” (Bakara 37)
[11] “Ey insan, gerçekten sen, hiç durmaksızın Rabbine doğru bir çaba harcayıp durmaktasın; sonunda O'na varacaksın.” (İnşikak 6)
[12] “O, sizi yeryüzünde yaratıp türetendir ve hepiniz yalnızca O'na (döndürülüp) toplanacaksınız.” (Mü’minun 79)
[13] “Her insan grubunu imamlarıyla çağıracağımız gün, artık kimin kitabı sağ eline verilirse, onlar kitaplarını okuyacaklar ve onlar, bir 'hurma çekirdeğindeki iplikçik kadar' bile haksızlığa uğratılmazlar.” (İsra 71)
[14] “Şu halde bil; gerçekten, Allah'tan başka ilah yoktur. Hem kendi günahın, hem mü'min erkekler ve mü'min kadınlar için mağfiret dile. Allah, sizin dönüp dolaşacağınız yeri bilir, konaklama yerinizi de.” (Muhammed 20)
[15] “Dedik ki: 'Oradan hepiniz inin. Bundan sonra size benden bir hidayet geldiğinde, kim benim hidayetime uyarsa, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.'” (Bakara 38); “Biz elçilerden hiç kimseyi ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik.” (Nisa 64); “Hepiniz Allah'ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın üzenizdeki nimetini hatırlayın.” (Ali İmran 103)
[16] “Kendilerine kitap verilenlerden, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resûlü'nün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini (İslam'ı) din edinmeyenlerle, küçük düşürülüp cizyeyi kendi elleriyle verinceye kadar savaşın.” (Tevbe 29)
[17] “Böylece (çocuk) yanında koşabilecek çağa erişince (İbrahim ona): ‘Oğlum’ dedi. ‘Gerçekten ben seni rüyamda boğazlıyorken gördüm. Bir bak, sen ne düşünüyorsun.’ (Oğlu İsmail) Dedi ki: ‘Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah, beni sabredenlerden bulacaksın.’” (Saffat 102
[18]Hani Allah peygamberlerden 'kesin bir söz (misak)' almıştı: 'Andolsun size Kitap ve hikmetten verip sonra size beraberinizdekini doğrulayan bir elçi geldiğinde, ona kesin olarak iman edecek ve ona yardımda bulunacaksınız.' Demişti ki: 'Bunu ikrar ettiniz ve bu ağır yükümü aldınız mı?' Onlar: 'İkrar ettik' demişlerdi de 'Öyleyse şahid olun, ben de sizinle birlikte şahid olanlardanım,' demişti.” (Ali İmran 81)
[19] “Şimdi sen, Rabbinin hükmüne sabret ve balık sahibi (Yunus) gibi olma; hani o, içi kahır dolu olarak (Rabbine) çağrıda bulunmuştu.” (Kalem 48);  “Balık sahibi (Yunus'u da); hani o, kızmış vaziyette gitmişti ki; bundan dolayı kendisini sıkıntıya düşürmeyeceğimizi sanmıştı. (Balığın karnındaki) Karanlıklar içinde: ‘Senden başka ilah yoktur, sen yücesin, gerçekten ben zulmedenlerden oldum’ diye çağrıda bulunmuştu.” (Enbiya 87)
[20] “Allah ve Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü'min bir erkek ve mü'min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resûlü'ne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır.” (Ahzab 36)
[21] “Gerçek şu ki, biz Tevratı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik. Teslim olmuş peygamberler, yahudilere onunla hükmederlerdi. Bilgin-yöneticiler (Rabbaniyun) ve yüksek bilginler de (Ahbar), Allah'ın kitabını korumakla görevli kılındıklarından ve onun üzerine şahidler olduklarından (onunla hükmederlerdi.) Öyleyse insanlardan korkmayın, benden korkun ve ayetlerimi az bir değere karşılık satmayın. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kafir olanlardır.” (Maide 44)
[22] “İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da renkleri böyle değişik olanlar vardır. Kulları içinde ise Allah'tan ancak alim olanlar 'içleri titreyerek korkar'. Şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, bağışlayandır.” (Fatır 28)
[23] “Ey İsrailoğulları, size bağışladığım nimetimi hatırlayın ve ahdime bağlı kalın, ki ben de ahdinize bağlı kalayım. Ve yalnızca benden korkun.” (Bakara 40)
[24] “Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidat eder)se, Allah (yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği mü'minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise 'güçlü ve onurlu,' Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah'ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir.” (Maide 54)
[25] “Hani Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle denemişti. O da (istenenleri) tam olarak yerine getirmişti. (O zaman Allah İbrahim'e): "Seni şüphesiz insanlara imam kılacağım" dedi. (İbrahim) "Ya soyumdan olanlar?" deyince (Allah:) "Zalimler benim ahdime erişemez" dedi.” (Bakara 124)
[26] “Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu (peygamberi), çocuklarını tanır gibi tanırlar. Buna rağmen içlerinden bir bölümü, bildikleri halde gerçeği gizlerler.” (Bakara 146)
[27] “Ve dediler ki: "Bu Kur'an, iki şehirden birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?” (Zuhruf 31)
[28] Va­ra­ka bin Nev­fel, Ab­dul­lâh bin Cahş, Os­man bin Hu­vey­ris, Zeyd bin Amr, Kuss bin Sâ­ide hanif inanca sahip kişilerden bazılarıdır. Bunlardan Zeyd bin Amr’ın  ayak­ta di­ki­lip sır­tı­nı Kâ­be’ye daya­ya­rak, “Ey Ku­reyş ce­ma­ati! Val­lâ­hi ben hâ­riç hiç­bi­ri­niz İb­râ­hîm -aley­his­se­lâm-’ın dî­ni üzere de­ğil­si­niz!” dediği ve hazreti peygamberin onun hakkında, “O, kı­yâ­met gü­nün­de, benim­le Îsâ -aley­his­se­lâm- ara­sın­da ay­rı bir üm­met ola­rak di­ril­ti­le­cek­tir.” bu­yur­duğu rivayet olunur.
[29] “De ki: ‘Rabbim gerçekten beni doğru yola iletti, dimdik duran bir dine, İbrahim'in hanif (muvahhid) dinine... O, müşriklerden değildi.’” (En’am 161)
[30] “Allah’a en sevimli olan din, müsaadekarlık (semahat) ve kolaylık üzerine kurulmuş olan hanif İslam dinidir” (Buhari, Kitabul İman, 29)
[31] “Andolsun, cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık (hazırladık). Kalbleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır.” (Araf 179)
[32] “Gerçek şu ki, biz senin üzerine 'oldukça ağır' bir söz (vahy) bırakacağız.” (Müzemmil 5)
[33] “Ya da: ‘Kitap bize de indirilseydi, elbette onlardan daha çok doğru yolda olurduk’ dememeniz (için) işte size Rabbinizden apaçık bir belge, bir hidayet ve bir rahmet gelmiştir. Allah'ın ayetlerini yalanlayandan ve (insanları) ondan alıkoyup çevirenden daha zalim kimdir? Ayetlerimizden alıkoyup çevirenlere, bu 'engelleme ve çevirmelerinden' dolayı pek çetin bir azabla karşılık vereceğiz.” (En’am 157)
[34] Bir gün Safâ Tepesi üzerine çıktı. Yüksek ve gür bir sedâ ile; “Ey Kureyş topluluğu buraya geliniz, toplanınız, size mühim bir haberim var.” diye seslendi. Bunun üzerine kabîleler merakla koşup orada toplandılar. Hayretle bakmaya, merakla beklemeye başladılar. “Ey Muhammed-ül emîn! Bizi buraya niçin topladın, neyi haber vereceksin?” diye sordular. Muhammed aleyhisselâm; “Ey Kureyş kabîleleri!” hitâbıyla konuşmaya başlayınca herkes büyük bir dikkatle dinlemeye başladı. Onlara;“Benimle sizin hâliniz, düşmanı görünce, âilesine haber vermek üzere koşan ve düşmanın kendisinden önce âilesine ulaşıp zarar vermesinden korkarak; “Yâ sabâhâh (ey topluluklar).” diye haykıran bir kimsenin hâline benzer. Ey Kureyş topluluğu ben size şu dağın ardında bir düşman ordusu var, üzerinize hücûm etmek üzeredir desem bana inanır mısınız?” dedi. “Evet inanırız, çünkü sende şimdiye kadar doğruluktan başka bir şey görmedik. Senin yalan söylediğini hiç görmedik!” dediler.
Muhammed aleyhisselâm bu umûmî hitaptan sonra, bütün Kureyş kabîlelerinin ismini; “Ey Haşimoğulları! Ey Abdümenâfoğulları! Ey Abdülmuttaliboğulları!...” şeklinde sayarak; “Ben size önümüzdeki şiddetli azâbın bildiricisiyim. Allahü teâlâ bana; “En yakın akrabâlarını âhiret azâbı ile korkut!” emrini verdi. Sizi Lâ ilâhe illallah vahdehû lâ şerike leh (Allah birdir, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur) diyerek îmân etmeye dâvet ediyorum. Ben de O’nun kulu ve resûlüyüm. Eğer buna îmân ederseniz Cennet’e gideceksiniz. Siz Lâ ilâhe illallah demedikçe ben size ne dünyâda bir fâide, ne de âhirette bir nasip sağlayabilirim!” dedi. Dinleyen kabîleler arasından Ebû Leheb; “Bizi buraya bunun için mi topladın?” diyerek, yerden aldığı taşı Muhammed aleyhisselâma attı. Diğerlerinden o anda böyle bir muhâlefet gelmedi. Aralarında konuşarak dağıldılar
.
[36] “…Bugün inkâra sapanlar, sizin dininizden (dininizi yıkmaktan) umut kesmişlerdir. Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam'ı seçip beğendim…” (Maide 3)
[37] “(Bu,) Müşriklerden kendileriyle antlaşma imzaladıklarınıza Allah'tan ve Resûlü'nden kesin bir uyarıdır. Bundan böyle yeryüzünde (size tanınmış bir süre olarak) dört ay dolaşın. Ve bilin ki Allah'ı aciz bırakacak değilsiniz. Gerçekten Allah, inkâr edenleri hor ve aşağılık kılıcıdır. Ve büyük Hacc (Hacc-ı Ekber) günü, Allah'tan ve Resûlü'nden insanlara bir duyuru: Kesin olarak Allah, müşriklerden uzaktır, O'nun Resûlü de... Eğer tevbe ederseniz bu sizin için daha hayırlıdır; yok eğer yüz çevirirseniz, bilin ki Allah'ı elbette aciz bırakacak değilsiniz. İnkâr edenleri acı bir azabla müjdele. Ancak müşriklerden kendileriyle antlaşma imzaladıklarınızdan (antlaşmadan) bir şeyi eksiltmeyenler ve size karşı hiç kimseye yardım etmeyenler başka; artık antlaşmalarını, süresi bitene kadar tamamlayın. Şüphesiz, Allah muttaki olanları sever. Haram aylar (süre tanınmış dört ay) sıyrılıp bitince (çıkınca) müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, onları tutuklayın, kuşatın ve onların bütün geçit yerlerini kesip tutun. Eğer tevbe edip namaz kılarlarsa ve zekatı verirlerse yollarını açıverin. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. Eğer müşriklerden biri, senden 'eman isterse', ona eman ver; öyle ki Allah'ın sözünü dinlemiş olsun, sonra onu 'güvenlik içinde olacağı yere ulaştır.' Bu, onların elbette bilmeyen bir topluluk olmaları nedeniyledir.” (Tevbe 1 – 6)
[38] “Allah'ın yardımı ve fetih geldiği zaman, Ve insanların Allah'ın dinine dalga dalga girdiklerini gördüğünde, Hemen Rabbini hamd ile tesbih et ve O'ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.” (Nasr 1- 3)
[39] “Bedeviler, 'İman ettik' dediler. De ki: 'Siz iman etmediniz; ancak 'İslam (müslüman veya teslim) olduk deyin. İman henüz kalplerinize girmiş değildir. Eğer Allah'a ve Resûlü'ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç bir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.'” (Hucurat 14)
[40] Huneyn Savaşı’ndan sonra ganimetlerin taksimi sırasında kendisine düşen hisseyi beğenmeyen, Temîm kabilesinden Zü'l-Huveysıra adında biri, Hz. Peygamber'ın karşısına çıkıp kaba bir şekilde: "Âdil ol ey Muhammed! Senin adil davranmadığını görüyorum." deme küstahlığında bulunur.
[41] “Allah'ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü'ne verdiği fey, Allah'a, Resûl'e, (ve Resûl'e) yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet (güç) olmasın. Resûl size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah cezası (ikâbı) pek şiddetli olandır.” (Haşr 7)

“Ebu Said (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:
‘Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ganimet taksimi yaparken bu sırada Abdullah İbnu Zil Huveyrisa et-Temimi geldi ve:
−Adaletli ol! Ya Rasulullah! dedi.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’de ona:
‘Yazıklar olsun sana! Eğer ben adalet etmezsem kim adalet eder?’ buyurdu.
Ömer İbnu’l-Hattab (Radiyallahu Anh):
−Beni serbest bırak da şunun boynunu vurayım! dedi.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
−‘Onu terk et! Şüphesiz onun bir takım avanesi vardır ki sizden biriniz onların namazları yanında kendi namazınızı, onların oruçlarının yanında kendi oruçlarınızı, muhakkak küçük görecektir. Onlar okun avdan çıkışı gibi dinden çıkacaklardır. Okun tüyüne bakılır, orada kandan hiçbir şey bulunmaz. Sonra okun demirine bakılır, orada da hiçbir şey bulunmaz. Sonra okun ağaç kısmına bakılır, orada da hiçbir şey bulunmaz. Ok, avın işkembesi içindeki şeylere ve kana girip çıkmış, fakat onlardan hiçbir şey oka yapışıp kalmamıştır. Onların alameti, iki elinden biri yahut: iki memesi kadın memesi gibi olan yahut: öteye beriye gidip gelen büyük bir et parçası gibi olan bir adamdır. Onlar, insanlar arasında bir ayrılma olduğu zaman ortaya çıkarlar!’ buyurdu.’
Ebu Said (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:
‘Ben şehadet ediyorum ki, bu hadisi ben Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den işittim. Yine şehadet ediyorum ki: Ali bin Ebi Talib (Radiyallahu Anh) Nehveran’da bunlarla harb yapmıştır. Bende onun yanında idim. Neticede Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) vasıflandırdığı vasıf üzere bir adam getirildi.’” (Buhari 6798, 6799)
[42] “Zeyd b. Erkam’dan hadis rivayet etmesi istenir. O da yaşlandığını, bazı şeyleri unuttuğunu belirttikten sonra anlatmaya başlar. ‘Mekke ile Medine arasında Hum denilen bir subaşında bulunurken bir gün Resulullah huthe irad etmek üzere ayağa kalktı. Allah'a hamd ü sena etti, va'z ve hatırlatmalarda bulundu. Sonra, haberiniz olsun ki ey insanlar, ben ancak bir insanım, Rabbimin elçisinin gelmesi ve benim ona icabet etmem yaklaşıyor. Ben size iki ağır emanet bırakıyorum. Bunların birincisi Allah'ın Kitabı'dır, onda mutlak hidayet ve nur vardır. Binaenaleyh sizler Allah'ın kitabına tutununuz ve ona sımsıkı sarılınız, buyurdu. Böylece Allah'ın kitabına teşvik edip gönülleri ona rağbet ettirdi. Sonra da şöyle dedi. Diğeri de Ehl.i Beytimdir, ben Ehl-i Beytim hakkında sizlere Allah'ı hatırlatıyorum’ Huseyn, Zeyde ‘Ya Zeyd, Peygamberin Ehl-i Beyti kimlerdir, Onun kadınları da Ehl-i Beytinden değiller midir?’ dedi. Zeyd, ‘Peygamber'in kadınları da Ehl-i Beytindendir, fakat onun asıl Ehl-i Beyti kendisinden sonra sadaka almaları haram olanlardır’, dedi. Huseyn, ‘peki onlar kimlerdir?’, diye sorunca, Zeyd, ‘Onlar, Ali hanedanı, Akil hanedanı, Cafer ve Abbas hanedanıdır’, dedi. Huseyn tekrar, ‘Bunların hepsine sadaka almak haram kılınmış mıdır?’, dedi. Zeyd de, evet, dedi" (Sahih-i Muslim, fadailus sahabe 36)
[43] Buhârî şunu rivâyet ediyor: Bir defasında Hz. Ömer Hac’dan dönüşte bir hutbe irad ederek şöyle dedi: Aranızdan filancanın: “Ömer ölürse, filana biat edeceğim” dediğini haber aldım. Sakın, hiçbir kimse aldanarak, Hz. Ebûbekir’e biat bir emr-i vaki olmuştur demesin. Öyle olmuş olsa bile, Allahu Teala o fitnenin şerrinden korudu. Bugün içinizde Hz. Ebûbekir gibi bütün başların kendisine döndüğü bir kimse yoktur. Allah’ın Resûlü vefat ettiği zaman Hz. Ebûbekir, bizim en hayırlımızdı. Hz. Ali ve Zübeyr ile beraber olanlar, Fatîma’nın evinde kalmışlardı; Ensarın hepsi Beni Sa‘îd’e sakîfesinde bizden ayrılmışlardı; muhâcirler, Hz. Ebûbekir’in etrafında toplanmışlardı. Ben, Hz. Ebûbekir’e: “Ey Ebûbekir! Haydi hep beraber Ensar kardeşlerimizin yanına gidelim” dedim. Sonra muhacirlerin başında yürüdük, yolda iki salih kişiye (Bu iki zat Bedir Ashabından Uveymir b. Sa‘îd eve Ma’mer b. Adiy’di) rastladık, bunlar Ensarın hareketlerini bize anlatarak “Ey muhacirler! Nereye gitmek istiyorsunuz?” dediler. Bende “Ensar kardeşlerimize” cevabını verdim. Bunun üzerine: “Ey muhacirler! Sakın onlara yaklaşmayın, işinizi kendi kendinize halledin” dediler. Cevaben: “Yemin ederimki, gideceğiz.”dedim. Sonra yürüyerek, toplanmış oldukları Benî Sâide sakîfesine  vardık. Bir de ne görelim! Elbisesine bürünmüş biri aralarında bulunuyordu. Bu kimdir? dedim,  “Saad b. Ubâde”cevâbını verdiler. “Ona ne oluyor”diye sorunca, hasta olduğunu söylediler. Oturduktan sonra, hatipleri ayağa kalktı ve gerektiği şekilde Allâh’a senâdan sonra: “Biz Allâh’ın ensârı ve İslâm ordusuyuz, ey muhâcirler! Siz bizden biz kolsunuz, sizden bazılarınız bizi mevkiimizden ayırıp bu işten uzaklaştırmak istiyor.”dedi. Hatip sözünü bitirince, konuşmak istedim. Hoşuma giden bir nutuk hazırlamıştım, bunu Hz. Ebû Bekir’in huzûrunda söylemek istiyor, gazâbımı ondan gizliyordum. O benden daha halîm ve daha bilgili idi. Vallâhi, söylemek için hazırladığım nutkumda hoşuma giden bir kelimeyi söylemeden geçmedi. İrticâlen söyledikleri benimkilerinin ya ayni kadar açık veyâhut daha güzelini söyliyerek mukaddemeden sonra meâlen şöyle söyledi : “Zikrettiğiniz hayırlar sizde vardır ve bunlara hakkiyle ehilsiniz, Araplar bu vasıfları ancak Kureyş, Arapların evsatıdır.”Aramızda oturan Hz. Ebû Bekir bir eliyle beni bir eliyle de Ebû Ubeyde b. Cerrâhı tutarak: “Bu iki adamdan birini seçmenizi istiyorum, hangisini isterseniz, ona biat edin.”dedi. Söylediklerinden yalnız bu söz hoşuma gitmemişti. Yemin ederim ki, aralarında Hz. Ebû Bekir bulunan bir kavme emîr seçilmem, benim için, bu günâhı yüklenmeye mâni”olacak olan boynumun vurulmasından daha ehvendi. Ensârdan biri: “Ey Kureyş! Size esaslı bir hal çâresi bulacak olan benim, bakınız, bizden bir emîr, sizden bir emîr olsun”dedi. Bunun üzerine, sesler yükselerek gürültü çoğalınca karışıklıktan korktum ve: “Ebû Bekir! Elini uzat.”dedim. O da elini verdi ve ben de hemen ona biat ettim, arkamdan da muhâcirler biat ettiler; sonrada onlara Ensâr katıldı. Vallâhi, karşılaştığımız işlerde Hz. Ebû Bekir’e biatten daha uygun bir iş yapmamışızdır. Bîat etmeden meclisten ayrılmış olsaydık, bizden sonra herhalde bîat vâki’olacaktı. Bu sûrette ya istemediğimiz bîatı kabul ederdik veyâ muhâlif kalmakla bir fitnenin zuhûruna meydan verirdik.  (Buhari – Kitabu’l- Muharibin min Ehli’l Küfri ve’r-Riddeti- 25)
[44] “Onlar bir ümmetti; gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu değilsiniz.” (Bakara 134)
[45] Hilafetin İlgasına Ve Hanedanı Osmaninin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun (http://www.mevzuat.adalet.gov.tr/html/367.html)
[46]Hilafetin ilgasının kanunlaştırıldığı Meclis celsesinde konuşulanlar için celse zaptına bakılabilir: http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d02/c007/tbmm02007002.pdf
[47] 1991 yılında İran’a yaptığı gezinin ardından izlenimlerini ve o ana kadar olan birikiminin bir kısmını aktaran Hayrettin Karaman; “Şer'î, şerîate uygun devlet, İslâm'ın ana kaynakları olan Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnet'i, siyâsî, ictimâî, hukûkî, iktisadî, ahlâkî düzeninin temeli kılan, bu kaynaklara aykırı düzenlemelere ve uygulamalara izin ve imkân vermeyen devlet demektir. Orada gördüklerim cumhuriyetin, İslâm'ı nizâmına temel kıldığını açıkça ortaya koymaktadır. Buna ek olarak yine orada iken satın aldığım ve okuduğum İran Anayasası ile medenî kanunu da "cumhûriyetin şer'îliğinin" açık ve kesin delilleridir.” diyerek İran İslam Cumhuriyeti’nin ve İran Müslümanlarının İslam Hukuku açısından konumlarını açıklar. Karaman’ın sözlerini delillendirirken İran İslam Cumhuriyeti Anayasasının; “Allah birdir (lâ ilâhe illallah), hâkimiyet ve kanun koyma hakkı yalnızca O'na mahsustur, O'nun emrine boyun eğilir.” , “Kanunlar ilâhî vahye dayanacaktır.”, “İnsan yüce ve değerli bir varlıktır, Allah karşısında sorumluluğuna paralel olarak hürdür.” , “medenî, cezâî, iktisadî, mâlî, idârî, kültürel, siyâsî ve inzibâtî bütün kanunlar İslâmî ölçüleri temel alacaktır. Bu prensip anayasa dahil bütün kanunlar için geçerlidir.” şeklindeki açık hükümlerine atıf yaptığı anlaşılıyor.

[48] İran İslam Cumhuriyeti Anayasası’nın ilgili maddeleri şöyledir:
m.1: İran devletinin yönetim şekli İslâm Cumhuriyeti’dir.
m.5: Hz. Mehdi’nin gaybeti döneminde İİC’de ümmetin imamlığı görevi; adil, takvalı, zamanın sorunlarını bilen, cesur, tedbirli, idareci bir fakihin uhdesindedir. Bu fakih bu görevi madde 107 gereğince üstlenir.
8. Bölüm: REHBER
m.107: Halkın mutlak çoğunluğu tarafından mercilik ve rehberliğe kabul edilen yüksek merci; evrensel İran İslâmi İnkılâbının büyük önderi ve İran İslâm Cumhuriyeti’nin kurucusu Hz. Ayetullah-il Uzma İmam Humeyni’den sonra rehber halk tarafından seçilen bilirkişiler (ehl-i hibreler) tarafından tayin edilir. Bu bilirkişilerin seçtiği rehber, velâyeti emirliği ve ondan kaynaklanan bütün sorumlulukları üstlenir. Rehber kanunlar karşısında ülkenin diğer fertleriyle eşittir.
a) Rehberin Şartları:

( m.5: Hz. Mehdinin gaybeti döneminde İİC’de ümmetin imamlığı görevini adil, takvalı, zamanın sorunlarını bilen, cesur, tedbirli, idareci bir fakih üstlenir.)
m.109: Rehberde aranan şartlar ve vasıflar:
Fıkhın çeşitli bölümlerinde fetva vermeye gerekli olan ilmi salahiyete sahip olmak.
1. İslâm ümmetinin rehberliği için gerekli olan takva ve adalete sahip olmak,
2. Rehberlik için kâfi derecede siyasi ve içtimai görüşü tedebbürü, cesareti, kudreti ve idareciliği bulunmak.
Bu şartlara sahip birden fazla fakih olursa, fıkhi ve siyasi açıdan görüşü güçlü olan mukaddemdir.
m.110: Rehberlik makamının vazife ve yetkileri:
1. Nizamın maslahatını belirleme kuruluna danışarak İslâm Cumhuriyeti nizamının genel siyasetini belirlemek,
2. Genel siyasetin tam olarak icrasına nezaret etmek,
3. Referandum yapılmasını emretmek,
4. Savaş barış ve umumi seferberlik ilanı,
5. Şu makamların tayin azil istifasının kabulü yetkisi:
— Anayasayı Koruma Şurası’nın fakihlerinin,
— Yargı organının en yüksek makamının,
— İİC Radyo-TV Kurumu başkanının,
— Genelkurmay Başkanının,
— İslâm İnkılâbı Muhafızları Ordusunun başkomutanının,
— Askeri güçlerin ve emniyet güçlerinin yüksek komutanlarının.
6. Yasama, yargı ve yürütme arasında olan ihtilafları gidermek ve bunların birbirleriyle olan
bağlantılarını düzenlemek,
7. Normal yollardan halledilemeyen askeri sorunları halletmek,
8. Halk tarafından seçildikten sonra cumhurbaşkanının mazbatasını imzalamak, cumhurbaşkanlığına istekli olanların cumhurbaşkanlığı şartları yönünden salahiyetlerinin ilk dönemde rehberliğin onayından geçmesi gerekir,
9. Cumhurbaşkanını azletmek
10. Yargı organı başkanının teklifinden sonra İslâmi ölçüler çerçevesinde mahkûmların cezalarını affetmek ya da hafifletmek

[49] Şimdi de sonra gelen ulemayı isi âmin bu me-. sele hakkındaki tarzı telâkkilerini tetkik edelim. Bilirsiniz ki bugün ehli sünnet doğrudan doğruya Şehrullahi islâmiyette giden, sıratı müstakim üzerinde bulunan dört mezhepten ibarettir. Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanibeli mezhepleri değil mi efendim işte bu dört mezhebin heyeti mecmuasına ehli sünnet denir. Sıratı müstakim bunların gittikleri yoldur. Bu zatların telâkkisine gelince burada üç mezhep bir tarafa, bir mezhep diğer tarafa ayrılır. Maliki, Şafii, Hanbeli mezhepleri müttefikan hilâfetin şartlarında ağır davranırlar. Halife olacak zatın müctehid derecesinde âlim olmasını, tam bir adaletle muttasıf bulunmasını ve her halde (Kurevş) den olmasını şart ederler. Hattâ imamı Şafi Hazretleri (Halife tariki adaletten inhiraf edince kendiliğinden mün'azil olur. Ayrıca hul ve azle tevakkuf etmez) diyor.
Mezhebi Şafiide böyledir. En muteber Şafii kitaplarından olan (Münhaci nuvi) de ve onun şerhi olan (Mugnilmuhtac) da bu bapta sarahat vardır. Merak edenler, sözüme itimat etmeyenler bu kitaplara müracaat etsinler. Yalnız Hanefiler şeraiti hilâfet hakkında biraz müsamahakâr davranıyorlar. Meselâ halifenin müctehid olması şart değildir. Âlim olması kâfidir diyorlar. Kemlik halife tariki adaletten inhiraf edince kendiliğinden mün'azil olmaz, azledilmek lâzım gelir divorlar. Mahaza bu dört mezhebin dördü de hilafetin şeraiti esasiyesinde meselâ halifenin âlim ve âdil olmasında ittifak ediyorlar. Âlim ve âdil olmayan bir zata halife demiyorlar. Mülkü-sultan diyorlar. İlmi itikat kitaplarını tetkik ederseniz görürsünüz ki ulemayı ehli sünnet hilâfeti iki kısma ayırıyorlar. Birine hilafeti hakikiye, diğerine hilâfeti suveriye divorlar. (…)hilâfeti hakikiyenin şartlarına gelince bunlar on kadar şeriatten ibarettir ki, şunlardır: Müslüman olmak, hür olmak, akıl ve baliğ olmak, erkek olmak, selâmeti havas ve âzava malik bulunmak, umuru memleket ve masalilhi milleti temsitte rey ve tedbir ve hüsnü siyaset sahibi olmak ve aynı zamanda halk üzerinde nüfuz ve kudrete malik bulunmak, şecaat sahibi olmak, tam mânasivle adalette muttasıf olmak. (Kurevs") den olmak. İste hilâfetin şartları bunlardır. Bunlardan biri eksik olursa hilâfet sahih olmaz. Bu şartlardan başka bir de (ilim) şartı vardır. Yani halifenin âlim olması şarttır. Fakat bu şartta ulemayı İslâm iki 'kısma ayrılıyorlar. (Muvakıf) da sarahaten beyan edildiği üzere cumhuru ulemayı ehli sünnete göre halife olacak zatın alelade âlim olması kâfi değildir. Usul ve füruda müctehit derecesinde âlim olmak şarttır. Fakat Hanefiler bu hususta müsamahakâr davranıyorlar Hanefilere göre müctehid olmak şart değildir, alelıtlak ahkâmı şeriatı ve mesalihi hilâfeti bilmek kâfidir.