Translate

25 Şubat 2012 Cumartesi

Direniş’in Mantığı

Gürkan BİÇEN


Kınayanlar, senin dolunayına karşı köpeklere benzerler...

Sana karşı ürüyüp dururlar!
Bu köpekler, “ Susun, dinleyin” emrine karşı sağırdırlar...

Ahmaklıklarından senin dolunayına karşı hav havlayıp durmaktalar!
Ey şifa, hastayı terk etme...

Ey şifa hastayı terk etme...

Sağıra kızıp körün sopasını bırakma!

Mesnevi

Bugün çok az kimse Birinci Dünya Savaşı devam ederken Filistin denildiğinde anlaşılanın bugünkü Ürdün’ü de içine alan topraklar olduğunun farkındadır. Savaş sonrasında İngiltere, Körfez’in küçük kabilelerinden oluşturduğu devletçikleri gözlerden uzak tutmayı başardığı gibi Filistin topraklarında bir Ürdün var etmeyi de başarmıştır. Suriye ve Lübnan ise Fransızlar, İngilizler ve Araplar arasında bir köşe kapmacaya dönüşmüştür. Savaş sırasında vaat edilen Birleşik Arap Krallığı buharlaşmış, Osmanlı çatısı altında Yemen’den İstanbul’a kadar hareket edebilen Araplar birçok sınırın içine hapsolunmuşlardır. Siyonizm ile Arapların menfaatlerinin örtüştüğünü düşünen bir kısım Arap kavmiyetçisi henüz Siyonist işgal başlamadan Arapların ayrışmasının yolunu açmıştır.

Birinci Dünya Savaşı’nın sonu ile 1948 arasındaki dönemde İngilizlerin düzledikleri Filistin yolunda hızla ilerleyen Siyonistler Batı’dan aldıkları silahlar ve askeri eğitim yoluyla silahsız ve eğitimsiz Filistinli Arapları yıldırmak için tedhiş hareketlerine giriştiklerinde Filistinlilerin ümit bağladığı genç Arap devletlerinin hayalden ibaret olduğu henüz açığa çıkmamıştı. Ancak 1948 mültecilerinin şahitliklerini dikkate alanlar Filistinlileri hayal kırıklığına, moral bozukluğuna ve ülkelerini terk etmeye sevk edenin sadece Siyonistlerin askeri gücü olmadığını teslim edeceklerdir. Filistinliler kendilerine silah ve eğitim vermeyen, kendilerinin korumak için azmettikleri köylerini ve kasabalarını koruyacaklarına söz veren ancak Siyonistlere teslim ederek çekip giden Özgürlük Ordusu’nun Filistin halkına ihanet ettiğini söylemektedirler. Bütün bir Arap coğrafyasının Batılı devletlerin kontrolünde olduğu o dönemde Özgürlük Ordusu da Batının araçlarından birisi olarak varlık gösteriyordu. Siyonistlerin doğrudan yahut Özgürlük Ordusu’nun hilesiyle boşalttırdığı köylere Irak’ın, Yemen’in Afrika’nın Yahudileri taşınıyordu ki, bunların önemli bir kısmı da, yüzyıllardır yaşadıkları beldeleri terk etmek zorunda bırakılan, Müslümanlarla birlikte yaşama tecrübesi olan ailelerden oluşuyordu.

Arap devletlerinin 1948 sınırları içindeki Siyonist varlığa son vermek için başlattıkları savaşlar mağlubiyetle sonuçlandıkça Filistin, bir Arap meselesi olmaktan çıkarak Filistin halkının meselesi olmaya eviriliyordu. Başlangıçta Filistin halkını eğitmeyen, onları silahlandırmak için ciddi bir çaba göstermeyen Arap liderler bu dönemde Filistinlilere tecrit edilmiş kampları layık görüyorlardı. Bu gün bu kadar büyük bir sayıyla, ana vatanın hemen yanı başındaki kamplarda mülteci/ sığınmacı konumunda yaşayan bir ikinci halkı göstermek mümkün değildir.

1979 yılı Şubat ayı Filistin halkı için erken bir Nevruz idi. Zira İmam Humeyni’nin rehberliğinde ilerleyen halk hareketi Şah’ı bu ayda İran’dan def etmiş ve onunla birlikte Siyonistler ile Amerika’nın eli de kesilip atılmıştı. İnkılab’ın zaferine giden süreçte İmam Humeyni Şah’ın Siyonistlerle olan ilişkisini defalarca lanetlemiş, onu birçok kez uyarmış ve Müslüman halklar ile devletlerin Siyonistlerle ilişki kurmasının İslam’a ihanet olduğunu, bunun açık bir haram sayıldığını ilan etmişti. İnkılab İmam Humeyni’ye bu sözünü yerine getirme imkânı vermişti ve o İnkılab’ın ilk günlerinde, hiçbir pazarlık konusu yapmaksızın, Siyonistlerle tüm ilişkileri kesip Siyonist elçiliği kapatarak, “İsrail bizim tarafımızdan dışlanmış, defterden silinmiştir, ebediyen hem de! Ona ne petrol veririz ne de resmen tanırız; asla” sözüne sadık kalmıştı. Bugün Camp David’i Amerikan yardımının pazarlık unsuru haline getiren Mısır’daki İslami Hareketlerin İmam Humeyni’nin bu tutumundan çıkarması gereken bir ders olmalıdır.

İmam Humeyni Filistin’in sahiplerine iadesi meselesine ciddiyetle eğiliyordu. O, kitleleri coşturacak ancak kısa bir zaman içinde sönüp gidecek, başarısızlığa mahkûm olacak ve böylece emperyalist Batı’yı memnun edecek faaliyetlerin Müslümanların bu yoldaki ilerleyişi için nasıl birer tuzağa dönüşebileceğine dikkat çekiyordu. Alman Spigel dergisinin kendisine yönelttiği “Ordunuzun İsrail’e karşı Arap ülkelerinin ordularıyla birleşmesi hakkındaki görüşüz nedir” şeklindeki sorusuna İmam Humeyni, “Arap ülkelerinin İsrail ile savaşmak için bize ihtiyacı olmayacaktır. Onlar, İsrail’in varlığının bundan fazla kök salmasına müsaade etmemelidirler.”, cevabını veriyordu. Bir başka röportajda ise, “İsrail’in İslam’a düşman olduğunu belirttiniz, İslam Devleti bu ülkeye savaş açacak mı?” sorusunu, “Zamanın şartlarına bağlı” sözüyle karşılıyordu. İmam Humeyni’nin bu soruları yanıtladığı dönemde Mısır’ın İsrail’i tanıdığı, Suud’un gizli ilişkilerinin devam ettiği, Irak’ın Saddam yönetimi altında olduğu, Ürdün’ün yakın zaman evvel Filistinlileri katledip sürdüğü bilinen gerçekliklerdi. Yine de İmam Humeyni, “Araplara karşı tavrını” soran El Kavmiyyel Arabi dergisi muhabirine, “İsrail’e karşı mücadelesini sürdüren Arap ülkelerine elimizi uzatmış ve daima İsrail’e karşı onları desteklemişizdir. Umarız Arap milletleri de İran milletinin mücadelesini destekler” diyordu.

Arafat ile İmam Humeyni’nin bir görüşmesi İsrail’in Lübnan’ı işgal ettiği, FKÖ gerillalarının direnmeye çalıştığı ve fakat Arap ülkelerinin ihaneti ile yüzleştiği dönemde gerçekleşiyordu. Bu görüşmede Yaser Arafat İmam Humeyni’ye İnkılab’ın etkisini anlatarak; “Şimdi deprem başlamış ve bize yaklaşmış durumdadır. ‘…attığın zaman da sen atmadın, ama Allah attı.’ Dayan’la Begin’e cevaben dedim ki, sen gidip birilerine dayanır ve Amerika’ya sırtını verebilirsin, ama ben de beni destekleyecek birini bulabilirim ve buldum da; Ayetullah-il Uzma Musaviyy-il Humeyni liderliğinde İran milletine dayandım.”, deme ihtiyacını hissediyordu. Zira İnkılab o ana kadar var olan tüm dengeleri sarsan, Filistin halkını izzetli bir makama yerleştiren tek hamiydi. Bu hami Müslüman iradenin yüz yılın başında yitirdiği siyasi ve ekonomik gücü İran ülkesinde harekete geçirmeyi başarmış ve bu imkânları Filistin’in kurtuluşu, Filistin halkının topraklarına dönüşü, Siyonist varlığın sökülüp atılması için uzun vadeli ancak kalıcı bir projeyi işletecek unsular için sarf etmeyi öngörmüştü. Bu proje işgale uğramış Lübnan ve Filistin halkının yeniden teşkilatlandırılması, Siyonist düşman karşısında mücessem ve mücehhez hale getirilmesi ve –İnkılab tarihi itibariyle- 32 sene evvel topraklarından atılan insanların bu toprakları kendi elleriyle kazanması esasına dayanıyordu.

Lübnan’daki Direniş’in tohumlarının atıldığı o günleri anlatan Seyyid Ali Ekber Muhteşemi, “Başta alınan karar İran’ın Suriye ve Lübnan’ı savunmak için savaşa dâhil olması yönündeydi fakat işin ortasında Hz. İmam (r.a.) sürece müdahil oldu ve planı değiştirdi. İmam böyle bir şeyin olmaması gerektiğini, başka bir başlangıç yapmak suretiyle savaşa girilmesini emir buyurdu. İmam’a göre bu işin öncesinde yapılması gereken şey düşmanla yüz yüze cephe savaşına girmeden önce kuvvetlerimizin arkalarını sağlama almak olmalıydı ve Suriye ile Lübnan bu açıdan güvenli değildi. İmam, birliklerimize silah, cephane, gıda ve ilaç ulaştıracak koridorun İran’a ulaşması gerektiğini düşünüyordu. Tüm bunları Suriye ve Lübnan’a ulaştırmak için nereden geçireceksiniz? Irak’ın başında Saddam var ve siz de onunla savaş halindesiniz. Türkiye deseniz Nato üyesi ve ABD müttefiki. Eğer bunlar yardım sevk etmenize izin vermezlerse güçlerinizi doğrudan ölüme göndermişsiniz demektir bu. Sonunda kuvvetlerimizin Lübnanlı gençleri eğitmeleri ve bu kişilerin meydana kendilerinin atılmaları noktasında hemfikir olduk. Bu hususta onlara yardım edecek ve bizden ne isterlerse sunacaktık.”, diyordu. Böylelikle İmam Humeyni Siyonistlerle savaşta bölge dışındaki ülkeleri müttefikler olarak Siyonistlerin yanında açık bir savaşa müdahil olma imkânından da uzak tutmuş oluyordu. Savaş Siyonistlerle Lübnanlı ve Filistinli Direnişçiler arasında geçiyor, hiçbir ülkenin askeri gücü ilan edilmiş bir karar ile Siyonistlerle savaş cephesinde alenen bulunmuyordu. İmam Humeyni’nin hatlarını belirlediği projede Siyonistlerle uzlaşmaya yanaşmadıkları müddetçe Direniş’in lojistiğini sağlayan ara ülkelerin istikrarı da önem arz ediyordu. Bu proje bugün de bu bakış açısıyla yoluna devam etmektedir. Bugün Suriye’nin Golan tepeleri için niçin savaşmadığını soranlar, Golan için açılacak bir savaşın bütün Batı Dünyasını Siyonistlerin yanında bölgeye getireceğini hesap etmeyenlerdir.

İran ağır ama emin adımlarla ilerleyen bu projesinde tartışmasız üç başarıyı selamladı. Birincisi, 2000 yılında Siyonistlerin Lübnan’ı terk etmesiyken, ikincisi 2006 Hizbullah – İsrail Savaşı’nın neticesiydi. Bu tecrübenin sıhhati Gazze Furkan Savaşı ile teyit edilmiş oldu. Hassaten 2006 savaşı BM’nin kabul ettiği bir devlet ile siyasal olarak Lübnan’ın tümünü temsil etmeyen, Lübnan devleti adına karar almayan bir örgüt arasında gerçekleşmiş oldu ve bu da Lübnan devletini Siyonistlerle savaş yahut barış ikileminden uzak tuttu. Askeri açıdan ise Batı’nın desteğinin Siyonistleri muzaffer kılmaya yetmediği, istihbarat, iletişim, lojistik, operasyon ve halkla iletişim açısından Hizbullah’ın Siyonistlerden daha iyi durumda olduğu anlaşıldı. İmam Humeyni’nin çevirmeye başladığı ve başlangıçta son derece mazlum olan bu çark, Siyonistlerin baş edilemez sanılan tüm kurumlarını öğütmeyi becerdiği için Hasan Nasrallah İslam Ümmetine, yenilgiler çağının kapanıp zaferler çağının başladığını müjdelerken, “Direnişin toprağı özgürlüğüne kavuşturması bilinen bir şeydir ama bir ülke karşısındaki saldırıyı engelleyen direniş yeni bir kavramdır.”, diyordu. O, bu müjdeye, gelecek savaşın artık Lübnan’da değil işgal altındaki Filistin topraklarında olacağı öngörüsünü de ekledi. Bu, Siyonistlerin askeri ve siyasi varlığını sonlandıracak bir savaşı ifade ediyordu.

“Nasrallah’ın vaadi gerçekleşebilir mi?”, sorusuna muhtemel bir cevabı Emel Saad Ghorayeb, 2006 savaşını inceleyen yazısıyla veriyor; “Şurası kesin ki düşmanını çok ince bir şekilde inceleme ve araştırma çabası (hala sürüyor) açısından Hizbullah, İsrail’in bugüne dek bölgede karşılaştığı hasımları arasında diğerlerinden hemen fark ediliyor. Hizbullah, oryantalistlerin ‘Arap zihni’ dedikleri kavramın doğruluğu hakkında şüphe doğuran bir şekilde, İsrail ruhuna nüfuz etmek için -ve bu en başta gelen düşmanına üstün gelmek için sadece askeri kafa yapısını hedeflemekle de yetinmeyerek- gece gündüz çalışıyor.” Hizbullah’ın bu çalışmaları arasında Filistin içindeki Direniş hareketlerini organize etmek, tecrübelerini aktarmak ve ihtiyaç duydukları şeyleri onlara temin etmek olduğu da biliniyor. Gazze Furkan Savaşı sırasında Gazze’ye mühimmat sevk ederken Mısır’da yakalanan Hizbullah üyelerinin varlığını açıkça kabul etmesi Nasrallah’ın ilerleyen bir projenin neresinde olduğunu ortaya koyuyor.

Bugün Siyonist işgalin Mısır yahut sair Arap ülkeleri orduları tarafından sonlandırılabileceğini sananlar kof bir hayal kuruyorlar. Özgürlük Ordusu’nun açtığı yarayı, Arap ülkelerinin yüz çevirişlerini unutanlar Direniş’in Arap halkına ve Müslümanlara iade ettiği onuru görmezden geliyorlar. Gayrı İslami rejimlerin emri altındaki medyanın bombardımanı altında şaşkına dönmüş zihinleriyle onlar, İnkılab’ın ağır bir yükün altında ama emin bir şekilde ilerlediğini, Allah’ın elinin müminlerin elinin üzerinde olduğunu, kopmak bilmeyen bir ipe sarılan insanların vaat edilen zaferin aydınlığına kavuşacakları hakikatini umursamıyorlar.

Direniş ne Türkiye’ye ne Mısır’a güvenerek yola çıktı. Bunun için ne Türkiye’nin ne de başka bir ülkenin planlarına, projelerine, hedeflerine itibar etme yükümlülüğündedir. Direniş’i Siyonizm’i yok etmek üzere kendi toprağından var eden irade, emin olun, tüm bu zor günleri de atlatacak güçtedir.

19 Şubat 2012 Pazar

Şevki Yılmaz’ı andım

Gürkan BİÇEN


Merhum Necip Fazıl sadece bedenlerin değil, fikirlerin de alınıp satıldığını, bunların da –İsmet Özel’in tabiriyle- tecime elverişli olduğunu söylerdi. Fazıl’ın bu konuyu dile getiren “Muhasebe” isimli şiirinde şu beyit dikkati çeker:

“Fikrin ne fahişesi oldum, ne zamparası!

Bir vicdanın, bilemem, kaçtır hava parası?”

İslamcı –bilinen- Türkleri Necip Fazıl’ın bu sözleri ile teraziye koyacak her kişi onların bir kısmının savrulduğu noktayı kafa karışıklığından çok “fahişelik” ile açıklamayı daha doğru bulacaktır.

Türk eğitim sisteminin verdiği terbiyeden mi bilinmez, İslamcı Türklerin bazıları “zaferleri sahiplenme” ve “zor anlarda sıvışma” hatta “düşman olma” sarkacında gidip gelirler. Bu insanların kendilerine “İslamcı” tabirini yakıştırmak istemeleri/ yakıştırmaları, onların gerçekten “İslamcı” olmalarından değil, bu rolü yüklenmelerinin istenmesindendir. Bu açıdan, Müslümanların karşısında güçlü bir cephe olmayı sürdüren emperyalist Batı’yı tebrik etmemek elde değildir. Zira Müslümanlara, Direniş’e iftira atılacak en küçük bir alanı dahi boş bırakmamakta, bir şekilde finanse etmekte, müfterileri ve “fahişeleri” bu alanda istihdam etmektedirler.

Bu alanlardan birisinin Milat Gazetesi olarak belirlendiği açık. Ak Parti ve Has Parti’ye yakın bazı isimlerin yer aldığı, Gerçek Hayat ekibinin gazete macerası olarak lanse edilen bu gazete Direniş’e hakaret ve iftirada sınır tanımaz bir öfke sergiliyor. Gazetenin genel yayın politikası ile yazarlarının birçoğunun üslubu ve gerçekleri saptıran tavrı gazetenin ne için kurulduğu ve kimler tarafından finanse edildiği sorusunu da akla getiriyor.

Milat Gazetesinin üç yazarından örnek vermek yeterli olacaktır sanırım. Birincisi Samet Doğan, ikincisi Adem Özköse ve üçüncüsü Bülent Şahin Erdeğer. Bu üçünün yazıları Necip Fazıl’ın sözlerini aklımıza getiriyor.

Samet Doğan 7 Şubat 2012 tarihli yazısında, “Direniş ekseni kırılacakmış. Neye direndiniz şimdiye kadar, kimin tavuğuna kışt dediniz? Kafiri sürüp önünüze kovaladınız da biz mi görmedik. Hangi Müslüman’ın elinden tuttunuz, hangi kafirin karşısına göğsünüzü siper edip çıktınız.” diyor hassaten İran İslam Cumhuriyeti’ne ve Hizbullah’a sataşarak. Biz, Doğan’ın ilkokuldan sonra herhangi bir şey okuyup okumadığını bilmiyoruz. Ancak dünyanın askeri ve sivil düşünce merkezleri, üzerinden altı yıl geçmesine rağmen, Temmuz 2006 Hizbullah – İsrail Savaşı’nı konuşuyor ve Hizbullah’ın nasıl olup da İsrail’i mağlup ettiğini anlamaya çalışıyor. Yakın zaman evvel İmam Hamanei Hizbullah – İsrail Savaşı’na da Gazze Furkan Savaşı’na da müdahil olduklarını açıklayarak bunun nasıl olduğunu anlamaları için onlara bir kapı araladı. Biz emperyalist Batı dünyasının aralanan bu kapıyı da değerlendireceğine, bunu anlamaya çalışacağına eminiz. Zira kendi medeniyetini evrensel değer olarak pazarlayan ve tüm İslamcıları “demokrat”lara çevirmeyi başaran Batı fikrin sahibi, fahişesi değil.

Adem Özköse ise 9 Şubat 2012 tarihli yazısında televizyon kanallarını dolaşarak anlattığı hikayelerin kaynağına ilişkin bir ipucu veriyor: “Eve girerken kulağıma ‘Günlerdir Dera’yı soruyordun, Deralı bir genç konuşmak için içerde seni bekliyor. Dera ile ilgili istediğin soruları ona sorabilirsin’ dedi. İçimi büyük bir heyecan kapladı. Sonunda günlerdir merak ettiğim soruları sorabilecek birisini bulmuştum. Hem de Dera’dan, olayların bizzat içinden birini. Tanışma faslından sonra Deralı gençle sohbet etmeye başladık. Gerçi tam bir tanışma olmamıştı. Çünkü gerçek ismi yerine Ebu ile başlayan takma bir isim söylemişti. Öğrendiğim kadarıyla Şam Üniversitesi’nde mühendislik okuyormuş.

Türkiye’deki Müslümanlara Suriye konusunda referans olan Adem Özköse oradaki kaynağının kimliğini kendisinin dahi bilmediğini yazacak kadar aymaz davranıyor. Adem Özköse’ye “Seninle tanıştırılan ve kimliğini bile bilmediğin kişinin bir Muhaberat ajanı olmadığına emin misin? Yahut seni yanıltmadığına emin misin?” diye sormazlar mı? Adem Özköse Türkiye’de bunu kimsenin sormayacağından emin olmalı ki rahatlıkla anlatıyor.

Bülent Şahin Erdeğer, Siyonistlerin dahi sözüne dikkat kesildiği, kendi liderlerinin sözünden daha çok itibar ettiği Hasan Nasrallah için insani, İslami ve ahlaki tüm sınırları aşarak açıkça “yalancı” diyor, 10 Şubat 2012 tarihli yazısında. Erdeğer’in, “Yani katliam olmadı demek tamamen bir kaçıştır. Açık bir yalandır. Nasrullah’ın bunu demesi kendisi açısından talihsiz bir durum.” şeklindeki sözleri, Nasrallah’ı yanılmakla değil, yalancılıkla itham etmesi ve bu şahsın aynı zamanda Özgür-Der ve Haksözhaber camiasında yer alıyor oluşu bize ister istemez kendisinin bu sözleri bu camia adına sarf ediyor olduğunu düşündürtüyor.

Has Parti’nin Milat Gazetesini açıktan sahiplenmediğini, bizim yayın organımız değil dediklerini ara sıra duyuyoruz. Sayın Numan Kurtulmuş’un Suriye konusundaki mutedil tavrının da farkındayız. Ancak kamuoyunun kafa karışıklığının giderilmesi için Has Parti’nin bu konuya dikkat çekmesi gerektiği kanısındayız. Gerçek Hayat’ın bağlantıları üzerinden finanse edilen Milat Gazetesi’nin Ak Parti ve hükümet ile olan bağıysa tartışmasız. Bu haliyle Milat Gazetesinin ana medyanın dışında kalanlara hitap etmek, alanın hiçbir noktasını boş bırakmamak amacıyla kurulan bir “konjoktür gazetesi” olduğu anlaşılıyor.

Suriye üzerinden Direniş’e saldıran bu ve benzeri kalemler, böylelerini “fahişe” olarak tabir eden Necip Fazıl’dan ayrı olarak, Şevki Yılmaz’ı da akla getiriyor. Bir zamanlar Şevki Yılmaz malum coşkulu hitabetiyle şöyle diyordu; “Ölmek isteyen kâfir Ortadoğu'ya gelsin. Gebermek isteyen kâfir, Ortadoğu'ya gelsin. Mezar kuruldu mezar. Allah'ın izniyle Muhammed’imizin, memleketimizin, bütün dünya Müslümanlarının başkenti Mekke'yle Medine'yi İsrail'e mezar yapmazsak namerdiz.”

9 Şubat 2012 Perşembe

Başka Halklar

Gürkan BİÇEN

Birinci Dünya Savaşı Osmanlı ülkesinin parçalanması ve Müslüman Dünya’nın ulus temelli devletlere uyanması ile neticelendi. İngiliz – Fransız anlaşmasına binaen kurulan Suriye de bunlardan birisiydi. Savaş sırasında Cemal Paşa’nın kontrolü altındaki Şam’ın düşmesinden bir gece evvel şehirden kaçan Türk vali ve diğer yetkililer o günden sonra bir daha asla Şam’a dönemediler. Şam çok uzun süre, Arap’ın yüzünü görmemek için şekere yüz çeviren Türklerle küs kaldı. Sonra bir gün Türklerin arasından birileri çıktı ve “Biz niçin küs olalım ki? Aramızda bir mesele yok aslına bakarsanız.” deyiverdi. Ardından Şam ile Ankara can ciğer kardeşler oldular.

Her şey ne kadar güzel derken, Şam ile Ankara’nın aşkı “geç buldum çabuk kaybettim” sözüyle izah edilebilecek kadar kısa sürdü. Arap ülkelerinde yükselen halk hareketleri gözleri önce iktidarı bırakmayan Kaddafi rejimine ve ardından Suriye’ye çevirdi. Ankara bir anda uyandı ve Şam rejiminin kendi halkının katili olduğunu gördü. Bu hakikat ayan olunca bir söz en üst düzeyden dillendirilmeye başlandı: “Kendi halkıyla savaşanlarla, kendi halkını katledenlerle bir resimde yer alamayız!”  Amenna… Peki, ya başka halklar?

Bizim için, kendi halkına haksız bir savaş açmış bir rejimi/devleti başka halklara haksız bir savaş açmış bir başka rejimden/devletten daha vahşi, daha katlanılmaz kılan nedir ki? Mesela, ilan edilmemiş bir savaşın mağduru Pakistan’ı gün be gün vuran bir rejim/devlet sırf kendi halkını değil de bir başka halkı katlediyor diye yanında durulabilecek, aynı karede poz verilebilecek bir devlet olmayı hak ederken, diğeri neden konuşulmayacak olandır?  Ya Afganistan nasıl açıklanmalıdır? Kendi ülkelerini savunan bir halkın çocukları her yıl on binler halinde öldürülürken, insanlar evlerinden, işlerinden kaçırılıp sorgusuz sualsiz işkencelere uğratılırken ve Afganistan’a monte edilmiş hükümet işgalcisiyle birlikte sayısız katliama karışırken biz niçin aynı karede olmaya rıza gösteririz?

Türkiye’nin derdi bir rejimin kendi halkını katletmesiyle değil, bu açık. Zira Türkiye kendi halkını katleden başkaca hükümetlerle işbirliğini devam ettiren bir ülke. Türkiye kendi halkını katledenlere askeri eğitim veren, bunu NATO kapsamında yaptığını deklare eden bir ülke. Türkiye, maalesef, Batı’nın sarmalına alınmış, ekonomik, siyasi ve askeri açıdan esir edilmiş bir ülke. Yine Türkiye, hayalperest bir zihnin sanrılarına mahkûm edilmiş bir ülke.

Esad’a iki hafta verdiniz ve Esad blöfünüzü gördü. Şimdi zıvanadan çıkmış Türk İslamcılar sizi yüz sene evvel kaçarak çıktığınız Şam’a girmeniz için ikna etmeye çalışıyorlar. Yüz sene evvel Şam’ı terk ettiğinizde yerinizi Batılılar doldurmuştu. Bugün Batılılarla birlikte Şam’a girmenin hayalini kuruyorsunuz. Tabii orada kaçarak Şam’ı bırakacak bir Esad var ise.


Türkiye Suriye’yi iç işi olarak gördüğünü söylese de, başka halkları katletmeye cevaz veren Türkiye’nin iç savaş için kışkırttığı Suriye halkını da katli caiz “başka halk” olarak gördüğü açık. Aksi halde o, her iki tarafı da silah bırakmaya davet eder ve BM’de yediği Rus tokadının acısını başka bir konferansta unutmak için herkesi yine İstanbul’a davet etmezdi.

5 Şubat 2012 Pazar

Sözde Direniş Ekseni mi?

Gürkan BİÇEN

İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB) Türkiye’nin uluslararası alanda söz sahibi olabilmek için Müslüman ülkelerdeki sivil toplum kuruluşlarını bir araya getirme çabasının bir sonucu olarak kurulmuş bir dernektir. Üyeleri kişiler değil başkaca derneklerdir. Finansmanı ise, bilen bilir, Başbakanlık’ın, Tika’nın, Cumhurbaşkanlığı’nın, THY’nin ve sair kuruluşların açık ve örtülü yöntemlerle aktardıkları fonlarla sağlanır. İki yüze yakın üyesinin ekseriyeti zaten kendi ülkelerinde de ihtiyaç içinde olan derneklerdir. Benzerleri gibi İDSB de proje adı altında sunduğu, aslında dışişlerinin tavsiye ve görüşleri doğrultusunda planlanmış bazı çalışmaların finanse edilmesiyle görünürlük elde eder. Bu haliyle İDSB elinde ekmeği ve gazetesiyle evine dönen emektar baba görünümündeki hükümet komiseridir.

İDSB hepimizi derinden yaralayan Suriye’deki elim olaylar sebebiyle bir açıklama yapma ihtiyacı hissetmiş ve Genel Başkan Necmi SADIKOĞLU’nu bununla vazifelendirmiş. O da, şiddeti, katliamı telin eden konuşmasını şu sözlerle sürdürmüş:

“Komşumuz ve kardeşimiz Suriye'de sözde direniş ekseni vs gibi asılsız iddialarla meşru gösterilmeye çalışılan Esed rejimi masum bir halkı katletmekle yetinmemekte İslam'ın en bariz sembollerini, alimleri ve kutsal mekanlarımız olan camileri de hedef almaktadır. Şebbiha denilen mezhepçi temelde kullanılan rejime bağlı paramiliter güçler camileri hedef almakta, basmakta, rast gele tutuklamalar gerçekleştirmekte, sokaklardaki insanları ayırt etmeksizin öldürmekte ve sivil yerleşim yerlerini Esed güçleriyle birlikte bombalamaktadır. (…) Elinde hiçbir şeyi olmayan mazlum ve mağdur bir halk tanklarla, uçaklarla, ağır silahlarla hatta çeşitli ülkeler ve örgütlerin militanlarının açıkça katliamlara destek vermesiyle öldürülüyor.”

Ben size İDSB’ye üye olabilmek için şiddete bulaşmamış olmanın şart olduğunu, bunun İDSB tüzüğünün bir gereği olduğunu hatırlatmayacağım. Zira derneğin adı bunu ortaya koymakta: Sivil Toplum... Ama ben, şiddet ile arasına mesafe koymuş uluslararası bir derneğin Suriye’deki çatışmaların bir tarafını açıkça destekleyerek; “Vicdan sahibi sayıları on binlerle ifade eden üst düzey komutan, subay ve asker ile çeşitli yetkililer rejimden ayrıldıklarını ilan etmişlerdir. Suriye Milli Meclisi adlı bir oluşum ile askeri bir yapı teşkil edilmiş Suriye'deki devriminin yaklaşık olarak tüm renklerini bir arada tutan muhalif yapı ortaya çıkmıştır.” şeklinde beyanda bulunmasının sebebini Sayın SADAKOĞLU’ndan sormanızı isteyeceğim. Müslümanların Suriye’deki şiddete karşı çıkması elbette makuldür ancak aklıselim şiddete karşı bir derneğin her iki tarafa da şiddete son vermesi yönünde bir çağrı yapmasını gerekli kılmaz mı?

İDSB’nin asıl suçu –kusuru değil- ise yukarıda altını çizdiğim sözleri sarf etmiş olmasıdır. Kendi üyeleri arasında Suriye kökenli “Filistin Halkına Yardım Derneği” bulunan bir derneğin Filistin’in özgürleştirilmesi için mücadele eden Direniş Ekseni için “sözde” tabirini kullanması bir cürüm değil midir? Otuz senedir halkı ve rejimiyle Direniş Ekseni’nin mihveri İran İslam Cumhuriyeti’nin yanında yer almış bir ülke için “sözde” tabirini bu düzeyde bir derneğin kullanması nasıl bir cürettir? Siyonistlerden Mavi Marmara şehitlerinin hesabını soramamış bir devletin yasalarına göre kurulmuş bu dernek “sözde Direniş Ekseni” tabirini kullanırken, birçok elden ve kaynaktan süzülerek gelen ve nihayetinde İslam’ın rengini alarak yeniden ete kemiğe bürünen Direniş’in varlığına, onun aziz şehitlerine, gözbebeği gazilerine, dullarına, yetimlerine, fedakâr ana-babalarına karşı vicdani bir sorumluluk hissetmez mi? Şehid Şeyh Ahmet Yasin’in, Şehid Abbas Musavi’nin, Şehid İmad Mugniye’nin, Şehid Mahmud Mebhuh’un kanlarından utanmaz mı? Hele hele Direniş Ekseni’ni Müslüman bir halkın kanına girmekle itham ederken İslam İnkılâbı Rehberi İmam Hamaney başta olmak üzere, Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah, Filistin İslami Cihad Genel Sekreteri Ramazan Şallah ve İslami Direniş Hareketi (Hamas) Siyasi Lideri Halit Meşal’e iftira attığının farkında olmaz mı?

Onlara diyorum ki, sizin bu tavrınız hakikate ve ilan ettiğiniz tüzüğe sadakatsizliktir. Siz bu açıklamayı yaparken üyelerinizin ekseriyetinin fikrini almış değilsiniz. Öyle olsaydı bu sözleri sarf edemezdiniz zira listenizde Direniş Ekseni’ni “sözde” olarak nitelemenize, Direniş’i Müslümanların kanına girmekle itham etmenize açıkça karşı çıkacak, Türkiye’nin silahlı muhalefete destek verdiğini hatırlatacak üyelerin varlığını biliyorum.

İDSB içindeki Türkiye kökenli üye dernekleri İDSB’nin Direniş Ekseni’ni “sözde” olmakla itham eden ve Direniş’i katillerle aynı kefeye koyan bu açıklamasını tartışmaya açmaya davet ediyorum.