Translate

1 Nisan 2012 Pazar

Nisan Bir

Gürkan BİÇEN

Dış İşleri Bakanı olmadan evvel, 2003 yılında “Büyükelçi” payesi ile onurlanan Sayın Ahmet Davutoğlu, malum olduğu üzere aynı zamanda bir akademisyen. Türkiye, Davutoğlu’nu, kendisi dış işleri alanında özel danışman olduktan sonra gündeme gelen/ fark edilen “Stratejik Derinlik” isimli, eleştiriye kapalı kitabı ile de tanıyor. “Okuma-yazma” becerisini rejimin ideolojisini ezberleten müfredatın ve genel olarak bu müfredatın hastalıklı neticelerini yayan matbuatın takibi dışında kullanamayan bir toplumda dış işlerinin fiyakalı bir isimle sunulan bir kitabın müellifine bırakılmış olması ne güzel!

Gel gelelim, coğrafi yahut siyasi haritaları açıp ülkeler fethedenleri uyaran Alfred Korzybski’nin "the map is not the territory" (Harita ülke değildir) sözünü göz ardı eden “Stratejik Derinlik” Suriye meselesiyle hem müellifini hem de takipçilerini kitabı ve kitaba dayandırılan Türk dış politikasını yeniden ve fakat bu sefer gerçekçi bir bakış açısıyla gözden geçirme zaruretiyle baş başa bıraktı. Sayın Davutoğlu’nun teorisinin temelsizliği Balkan coğrafyasında yaşanan bazı gelişmeler/ olaylar ile açığa çıkmış ancak bunlar Türk kamuoyunda dillendirilip tartışılmamıştı. Ne var ki, Suriye meselesi Türkiye’nin dış politikasının –görünen haliyle- bir kişinin bakış açısına endekslenmesinin büyük bir hata olduğunu ortaya koydu.

Sayın Davutoğlu, yukarıda belirttiğimiz üzere büyükelçi sıfatını da haiz olması hasebiyle, diplomasinin “sözlerin bitmeyeceği” bir alan olduğunu bilmesi gerekirken, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile yaptığı görüşmenin ardından “sözün bittiği yere gelindiği”ni ve Esad’a “günlerle sınırlı” bir süre verildiğini ilan etmekle aslında diplomasinin hiçbir yerinde olmadığını ortaya koymuştu. Sayın Davutoğlu’nun bu “kibir”li tavrı Sayın Başbakan’ın konuşmalarına da yansımış, Başbakan, Suriye Arap Cumhuriyeti’nin Türkiye’deki mevkidaşının Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olduğunu göz ardı ederek, Beşar Esad’ı “yalancı” olmakla itham etmişti. Böylece, söz ve iletişim sanatı olan diplomasi yerini, diplomat payeli bir dış işleri bakanı eliyle, komitacılığa bırakmış oldu. 1998’de Suriye sınırına yürüyen Türkiye aynı sınır bölgesini bu sefer Suriyeli muhaliflerin silahlı unsurları ile Libya ve sair ülkelerden akan maceraperestlere açtı. Türkiye, Akdeniz sahillerindeki otellerde bekleşen binlerce maceraperesti “turist” olarak açıklamaya çalışsa da, bu gülünç açıklamaya itibar eden kimsenin olmadığı da aşikâr.

Türkiye, Suriye’de reformları desteklemekten ziyade rejimin silahlı bir mücadele neticesinde devrilmesini amaçladı ve bunun için açık bir biçimde çalıştı. Yakın tarihte, 28 Şubat sürecinde edinilen tecrübenin ardından iktidara gelen bir kadronun kendi ülkesinde “evrim” yoluyla değişim stratejisini takip ederken, Suriye’de silahlı mücadeleyi desteklemesi ilgi çekici olduğu kadar sebeplerinin derinlemesine tartışılmasını da gerektirir bir durumdur. Varlıklarını hükümetin varlığına armağan etmiş eski İslamcı taifenin Suriye rejimine karşı “askere yazılma” çağrılarıysa Türkiye’deki Müslümanların “zihni sömürge” hallerinin hangi noktaya ulaştığını göstermesi açısından şaşırtıcıdır. Tüm bunlardan daha vahimi ise Türkiye’nin ne olduğu belli olmayan meşruiyet alanları/ mekanizmaları oluşturma çabasının aparatçığı olmasıdır.

Suriye’deki problemin Batı’nın tek taraflı müdahalesi ile çözüme kavuşturulacak nitelikte olmadığını söyleyen ve böyle bir müdahaleye kesinlikle izin vermeyerek mevcut dünya düzenindeki pozisyonlarını hatırlatan Rusya ve Çin bu hamleleriyle Türkiye’ye Orta Doğu’ya geri dönmenin yolunu açmışken, akıl almaz bir şekilde, Türkiye, Fransa ile kol kola girerek, kendisini Orta Doğu’nun giriş kapısından atacak, bölgeden uzun bir süre soyutlayacak bir maceraya girişti ve hangi kriterlere dayandığı belli olmayan, nihai olarak da çökmesi mukadder bir süreci başlattı. Sayın Davutoğlu bu girişimi “Suriye’nin Dostları” olarak isimlendirse de, Suriye’de gerçekleştirilen Anayasa referandumuna katılım oranı bu ülkelerin dostluğundan şüphe duyulmasını haklı kılıyor. Zira bunlar, Suriye’deki reform sürecine olan desteğe gözlerini kapamış ve bu sürece destek veren kitleyi “halk”tan saymamakta söz birliği etmiş haldeler. Yine de, ortada duran ve göz ardı edilmesi mümkün olmayan bir problem var: “Suriye’nin Dostları”nın halkı çok ama çok parçalı.

1 Nisan 2012 günü başlayacak “Suriye’nin Dostları Konferansı” öncesi yapılan toplantılardan anlaşılacağı üzere, Suriye’den bu toplantılara katılanların sayısı iki yüzün üzerinde. Bu, basitçe, bu kişilerin ancak küçük grupları temsil ettikleri anlamına gelmektedir. Bunların bir birleriyle ihtilaflı gruplar oldukları düşünüldüğünde Türkiye’nin itibar ettiği “halk”ın siyasi bir karşılığının olmadığı açığa çıkmaktadır. Bu haliyle Türkiye, siyasi hayata katılım mantığı açısından da bir çifte standarda imza atmaktadır. Kendi ülkesinde küçük siyasi hareketlerin/ grupların iktidarı paylaşmasına engel olan anayasal düzenlemeleri kaldırmayı reddeden bir hükümet, komşu ülkedeki siyasi iktidarı omuzlama kudretinden yoksun grupçukları muhatap alıp onları iktidara taşımaya çalışmaktadır. Tüm dünyanın merkezinde kendisinin olduğu gibi hastalıklı bir varsayımdan hareketle olsa gerek, bu niyetinde kendisine yardım etmeyi kabul etmeyen ülkeleri de suçlamayı ihmal etmemektedir.

Hal böyle olsa da, Sayın Başbakan’ın İran’a yaptığı ziyaretin Türkiye’nin tutumunu yeniden değerlendirmesine vesile olacağını umuyoruz. ABD Başkanı Obama’ya olan inancını, onu sıklıkla “Başkan Obama” şeklinde anarak gösteren Sayın Davutoğlu’na rağmen, Türkiye’nin girdiği bu yoldan döneceğini, yarın toplanacak zevata da, hangi günde olduklarını hatırlatma babından, “Nisan bir” diyeceğini düşünüyoruz.