Translate

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Akrebin Kıskacındaki Suriye

Gürkan BİÇEN

Avrupa’ya demokrasinin nasıl geldiğini özetlemek istersek, “Amerikan tankları ve dolarları ile” dememiz mümkündür. Soğuk Savaş’ın silahlanma yarışına güç yetiremeyen Sovyetler Birliği’nin rekabeti sonlandırmak ve nüfuz alanlarını Amerikan liderliğindeki Batı Dünyası’na bırakmak zorunda kaldığı 1989 tarihi de Amerikan etkisi göz ardı edilerek açıklanamayacaktır. Bugünden geriye doğru bakıldığında “1989 Devrimi” olarak isimlendirilen dönemin kansız bir şekilde gerçekleştiğini düşünenlerin atladığı gerçek ise Romanya Sosyalist Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Nicolae Ceauşescu’nun diğerlerine ibret olan akıbetidir. Yirmi dört yıllık iktidarının ardından o, iki saat süren bir yargılama neticesi ölüme mahkûm ediliyor ve eşi ile birlikte hemen oracıkta kurşuna diziliyordu. Batı medyası infaz görüntülerini servis ederken, Sosyalist Blok’un diğer ülkeleri de verilen mesajı alıyordu.

Ortadoğu’daki halk hareketleri Tunus ve Mısır örneğinde liderlerini iktidardan uzaklaştırmayı başardılar. Şimdi, iktidarın eski sahiplerinin ve yakınlarından bazılarının, halkın tatminine yönelik bir politikanın icrası çerçevesinde yargılanmasına ilişkin süreci izleyeceğiz. Kuvvetle muhtemel onlar Nicolae Ceauşescu’dan daha şanslı olacaklar! İktidarı bırakmayı reddeden Muammer Kaddafi ise, bu tercihi Libya hava sahasının uçuşa kapatılmasını sağlayan BM kararı ve ardından Batılı ittifakın saldırısı ile neticelense de, bir başka yolu denemeyi tercih etti. İlginçtir, Ruanda’daki soykırım sırasında BM’yi işlevsiz kılmaya çalışan Fransa Libya halkını korumak için saldıran ilk ülke oldu. Libya örneğinin Bahreyn’deki sivillerin korunması için Bahreyn’e müdahale yönünde hiçbir etkisi olmazken, Batı’nın desteği ile iktidarını koruyan Suud hanedanı ise bekasını Amerikan politikalarına direnmekte gören Suriye rejiminin devrilmesi için yürütülen uluslararası oyunda yerini aldı.

Siyonist rejimin bölgeye yerleştirilmesinden bu yana Ortadoğu ülkeleri kendilerini siyonist rejime göre konumlandırır haldedirler. Siyonist rejime düşman, dost yahut resmi ilişkisi olmamakla birlikte mesafeli bir ilişkinin tarafı olarak tanımlanacak şekilde olsa da, her birisi kendi konumunu işgal rejimine göre belirlemiştir. Siyonist rejimin Araplara karşı kullandığı İran ile olan ilişkisi İran’daki İslam İnkılâbı ertesinde son bulmuş ve Suriye ile İran siyonist rejim karşısında direnişi bir devlet politikası olarak yürüten, ancak kendi rejimlerinin temeli birbirinden tamamen farklı iki ülke olarak belirmiştir. Sünni siyaset teorisinde “halife” olarak tanımlanabilecek bir fakihin velayetinde, birçok siyasi aktörün paylaştığı yetki ve sorumluluk çerçevesinde, seçimle işbaşına gelen yöneticiler eliyle idare edilen İran’ın aksine Suriye, içinde Sünnilerin de yer aldığı Baas Partisi idaresinde yönetilen, Baas Partisi dışındaki siyasi akımlara müsamahanın asgari düzeyde tutulduğu bir ülkedir. Suriye’yi diğer Arap ülkelerinden farklı kılan ise onun siyonist rejim karşısındaki tutumudur. Suriye, her ne kadar askeri bir çatışmanın doğrudan tarafı olmaktan kaçınsa da, siyonist rejim ile savaş halini hukuki olarak halen sonlandırmamıştır. Suriye’nin direniş cephesindeki pozisyonu işgal altındaki Golan Tepeleri’nin kurtarılmasının ötesinde bir anlam ifade etmektedir. Bu, Suriye meselesinde ortaya atılanların çok daha titiz bir şekilde incelenmesini gerektirmektedir. Belki, en iyisi Batı’nın askeri müdahalesine giden süreci bir örnek ile göstermek ve Suriye vakasına bu açıdan bakmayı denemektir.

Batılı ülkelerin BM çatısı altındaki bir ülkeye, kendi halkına zulmetmesini gerekçe göstererek saldırışlarının ilk örneğini Kosova oluşturur. Kosova’yı Sırbistan’ın bir parçası olarak kabul etmelerine ve BM’nin bu yönde bir kararı olmamasına rağmen Amerika öncülüğündeki bu ülkeler Sırbistan’ın Arnavutlara yönelik şiddet politikasına son vermek ve Arnavutları korumak üzere 1999 yılında Sırbistan’a yönelik bir askeri operasyon gerçekleştirdiler. Operasyona giden süreçte, Arnavutların yoğun katılımlı protesto gösterileri Batı medyasında geniş bir şekilde yer alıyor ve Bosna Savaşı’nın etkisi silinmeden, tüm dünyanın dikkati Arnavut meselesine çevriliyordu. Suriye’de yapılan gösterilerin bir kısmı medyada yer almasına rağmen istenilen etkinin oluşmaması üzerine Batı medyası, başka ülkelerdeki protesto gösterilerini Suriye’de yapıldığı iddiası ile yayımlayarak istenileni, kamuoyunun hazırlanması talebini yerine getirmeye çalışıyor. Bunun en açık örneği Reuters Haber Ajansı’nın Lübnan’daki bir gösterinin arşiv kayıtlarını Suriye’ye mal etmesidir. Olayın açığa çıkması üzerine Reuters özür dilemek zorunda kalsa da, haberi izleyen on milyonlarca insanın bu haberle oluşan kanaatini düzeltmek mümkün olmayacaktır.

Kosovalı Arnavutların “Masakra e Reçakut” olarak andıkları, Reçak Köyü Katliamı bir toplu mezarın bulunuş öyküsüdür. 40 Arnavut’un cesedine ulaşılan bu alanın bulunmasının hemen ardından AGİT, Avrupa Birliği, NATO ve BM Sırbistan’ı kınayan açıklamalar yapmışlar ve bu olay Kosova’ya yönelik operasyonu hızlandıran faktörlerden birisi olmuştur. Bugün Suriye’de de bir toplu mezarın bulunduğu, Suriye rejiminin muhalifleri katlettikten sonra toplu mezarlara attığı dillendirilmekte ve NATO’ya Suriye’ye askeri müdahalede bulunması çağrısı yapılmaktadır. Suriye rejimi toplu mezar iddiasını reddetse de, Suriye’nin eski Cumhurbaşkanı yardımcısı, bir Sünni ve şu an muhalif kanat liderlerinden olan Abdulhalim Haddam’ın çağrısı üzerine Fransa’nın BM Güvenlik Konseyi’nde Suriye’yi kınayan bir karar için harekete geçtiği görülüyor.

Kosovalı Arnavutların NATO operasyonunun haklılığına itirazları sonlandıracak olan kaçış/sürülüş sahneleri Suriye’de de tekrarlanmış ancak Suriye’yi terk ederek Türkiye’ye sığınan insanların sayısının azlığı yeterli etkiyi uyandırmaktan uzak kalmıştır. Yine de medya “Suriye’den kaçış sürüyor” başlıklı haberleri vermeye devam etmektedir. İstenilen etkiyi yaratmakta yetersiz kalmış olsalar da, bunların her birisi ilerleyen bir projenin aşamalarıdır ve nihai amaç direniş zincirinden önemli bir halkayı koparmaktır. Barack Obama’nın Beşşar Esed’i açıktan tehdit eden dili de bunu ortaya koymaktadır.

Suriye rejiminin yanlış bir temele dayandığı tartışmasızdır. Suriye’de iktidarda olanların ekseriyetinin Sünni çoğunluktan olmadığı da doğrudur. Ne var ki, bugünkü problemin kaynağında azınlık yönetimi değil, Suriye’nin Amerikan projesinin dışında yer alması yatmaktadır. Sünni azınlık yönetimi altındaki Bahreyn örneğinde görüldüğü üzere Batı açısından, Amerikan projesi yanında yer alındığı müddetçe rejimin niteliğinin bir önemi yoktur. Batı için aslolan siyonist rejime göre konumlanışınızdır.

Türk medyasının Suriye’ye yönelik tutumu özensiz, ciddiyetsiz ve kimi zaman da art niyetlidir. “İsmini vermeyen bir görgü tanığı”na dayandırılan, teyidi mümkün olmayan haberlerin kesinmiş gibi yansıtılması, bunların doğruluğunu araştırmak için hiçbir gayret sarf edilmemesi, Batılı haber ajanslarından alınan bilgilerin olduğu gibi verilmesi bizi bu şekilde düşünmeye sevk etmektedir. Yine bazı kalemşorlar hayal dünyalarına okuyucularını da dâhil etme çabasındadırlar. Bunlar, yakın zamana kadar Baas rejiminin ne anlama geldiğini düşünmeksizin Türkiye’nin Suriye ile olan ilişkisini konfederasyon kurmaya kadar vardıran ama bugün Beşşar Esed’e “git” diyerek, mahiyeti hakkında çok az şey bildiğimiz Suriye halkını mevcut rejimden daha fazla “Direniş” yanlısı olarak anlatan kalemlerdir.

Suriye’yi demokratikleştirme derdine düştüğümüz bir anda meselenin nirengi noktasını, siyonist düşmanı gözden kaçırdığımız aşikâr. Siyonist düşmanın olmadığı bir Ortadoğu’da bütün rejimler kendilerini yenilemek zorunda kalacaklardır. Amerikan projesine hizmet edenler de, direniş ekseninde olanlar da bu gerçekle yüzleşecektir. O halde, ilk olarak yapılması gerekeni ertelemenin bize bir şey kazandırmayacağını görmemiz gerekir.