Translate

30 Temmuz 2010 Cuma

Korktukları nedir, biliyorum

Gürkan BİÇEN

Bir insan ömrünün çok uzağında olsa da hepimiz Hayber’in fethini biliyoruz. Öyle ki, ravilerin coşkulu tasvirleri arasında kendimizi kale kapısını kıran Hz. Ali’nin sağında hissettiğimiz dahi olmuştur. İşte bu mütevatir anlatım sebebiyle biz, “Hayber fethedilmiş” değil “Hayber fethedildi” diyoruz. Oradaymışız, gözümüzle görmüşüz gibi.

27 Mayıs veya 12 Eylül ihtilalleri yaşandığında henüz dünyaya gelmemiş olanlar birçok farklı kaynaktan aktarılan, birbirini doğrulayan rivayetlerin ve yine yüzlerce, binlerce, on binlerce yazılı malzemenin mütevatir hale getirmesiyle bu iki dönemin Anadolu halkının yüzleştiği acıların temel sebepleri arasında yer aldığını bilirler. Bunun için Yassıada’da yargılanmasa da, Diyarbakır’da, Mamak’ta işkence görmese de, bitmek bilmeyen gözaltı süreleri içinde Sıkıyönetim Mahkemeleri’nin yargı çevreleri arasında oradan oraya sürüklenmese de, bu olayları Türkçe’nin gramer kurallarına istinaden görmüş, yaşamış, oradaymış gibi anlatırlar. Bu hem dil hem şahitlik açısından da doğru olanıdır. Öyle ise Sayın Başbakan’a, referandumda “hayır” oyu vereceğini açıklayarak, ihtilal dönemlerine işaretle, “O zaman sen dünyada bile yoktun” diyenler neyin endişesindeler?

Ekim İhtilali yalnız Çarlık Rusya’sının değil, tüm bir Avrupa’nın da kaderini değiştirdi. Birinci Dünya Savaşı, Orta Avrupa Hanedanlıklarının çöküşü, komünist ideolojinin yayılması, Alman istilası ve akabinde komünist rejimlerin yerleşmesi. Türkiye ise Cumhuriyet rejiminin uzun bir dönemini komünizm benzeri bir ekonomi ve bürokrasi ile geçirdi. Sosyalist Blok’un çözülmesi ile Hıristiyan çoğunluklu Balkan ve Doğu Avrupa ülkelerinde bir “aklanma” süreci başlatıldı. Yeni yönetimler komünist dönemde işlenen suçları ve bunların asli ve feri faillerini açığa çıkarmak için yasal düzenlemelere gittiler. Komünist dönemde görev alan sivil, askeri ve adli bürokrasi ile topluma yön veren birçok meslek grubu inceleme altına alındı. Böylelikle komünist dönem artıklarının yeni dönemde siyasi ve bürokratik hayata yön vermelerinin önüne geçilmek istendi. Hıristiyan çoğunluklu ülkeler için bu böyleyken Müslüman çoğunluklu ülkelerde bundan imtina edildi. Müslüman çoğunluklu ülkelerde komünistler parti tabelalarını değiştirerek yollarına devam ettiler.

12 Eylül ihtilalinin ardından yaşananlar salt askeri bürokrasinin değil onlarla birlikte hareket eden sivillerin de içinde yer aldığı bir süreçtir. 12 Eylül Anayasası olarak andığımız bu Anayasa, sadece halkın yönetimi ele almasının değil, bu dönemde işlenen suçların asli ve feri faillerinin açığa çıkarılmasının da önüne geçmek üzere hazırlanmıştır. Anayasa değişikliği ile sivil/askeri/adli bürokraside başlayacak çöküşün Türkiye’de de bir “aklanma” isteği doğurabileceğine dair endişeyi korkuya çevirecek bir sürece evrilmesidir ağzı kalabalıkları “Hayır”cı cepheye iten şey. Halkın takdir hakkını arttıran her gelişme geçmişe dönecek bir projektör olacaktır. Böylelikle üzerinden onlarca yıl geçmesine rağmen hala kimsenin el süremediği kayıtlar / arşivler aralanacak ve biz bugün isimlerini hürmetle andığımız birçok siyasetçinin, hukukçunun, gazetecinin, işadamının, sendikacının, eğitimcinin o dönemde işlenen suçların bir yerinde yer aldığını göreceğiz.

Ama “Hayır”cılar korkmasınlar. Zira -komitacılar dışında- Müslüman ahali bu topraklarda hiçbir zaman devri sabık yaşatmamıştır

23 Temmuz 2010 Cuma

Lejyonerler kimlerin oğulları?

Gürkan BİÇEN
Bugün İtalyan olarak tanımladığımız halkın siyasi birliğinin kurucularından Massimo d'Azeglio, “L'Italia è fatta. Restano da fare gli italiani” (İtalya yaratıldı. İtalyanları yaratmak kaldı) dediğinde Müslümanların siyasi birliğini temsil eden Osmanlı İmparatorluğu önemli bir güç olarak varlığını sürdürüyordu. Osmanlı’nın din eksenli algılayışla hayata geçirdiği “Millet” sistemi zayıflamış olsa da henüz hayatiyetini kaybetmemişti. Bu sebeple kan bağına dayalı bir sosyal/kültürel/siyasal birlik oluşturma gayreti anlamsız kabul ediliyordu. Ne var ki, Balkan coğrafyasında kaybedilen topraklar İttihatçıları bir dengeleme faaliyetine girişmeye sevk etmiş, Balkan coğrafyasında kaybedilen toprağa ve nüfusa karşılık olmak üzere Ermeni tehciri gerçekleştirilmişti. Birinci Dünya Savaşı sonunda kaybedilen topraklardan Anadolu’ya gelenlerin Müslümanlar olması, ardından yaşanan mübadeleler ve bu yolla ülkenin dini açıdan aynileşmesi ilk etapta mesele olarak görülmese de, rejimin “Türk” tanımını Balkan halklarının kullandığı “Müslüman” karşılığından arındırması ve din temelli algının reddi yeni bir “Türkiye” ve yeni bir “Türk” yaratılacağının işareti olmuştur. Bu, aynı zamanda, Anadolu’daki Müslüman halkın da, Avrupalı jeopolitik dengelerin belirlediği manada oluşan “ulus” devlet modelinin problemleriyle yüzleşmesi demekti.

Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiye sonrası beliren ilk kadroları tarihe karşı gerçekleştirdikleri ihtilalin umdukları semerelerini büyük ölçüde aldılar. Müslüman zihnin “millet” algısı yerini kavim temelinde yükselen “Türk” algısına, dinin siyasal alanı tanzim eden belirleyiciliği ise yerini seküler yaklaşımlara bıraktı. Anadolu’nun yaşadığı büyük göç hareketleri, bu topraklarda yeni bir hayat kurma gayretinde olan köksüz insanların rejime yönelik minnettar tutumları, Balkan göçmenlerinin yeni rejimin yöneldiği Avrupa kültürüne görece aşinalığı süreci hızlandıran unsurlar arasında sayılabilir. Rejimin totaliter yapısı ise tüm farklılıkları bastırıp bir arada tutmanın esas etmeni olmuştur.

Türk kavmiyetçiliği üzerine bina edilen rejim için bugüne dek çözülemeyen mesele Kürt varlığıdır. Kürt halkının temelde kendi tarihi coğrafyasında yerleşik olması rejimin Kürtlerin sosyal dokularına nüfuzunu zorlaştırmış, sürdürülebilir çatışma modeliyle yürütülen şiddet eylemlerinin gölgesinde Kürt nüfusun kırsaldan şehirlere ve bölgeden bölge dışına göçü sağlanana kadar da bu halkın geleneksel yapısı değiştirilememiştir. Ancak, otuz yılı bulan sürdürülebilir çatışma modelinin neticesi, bugün Kürt halkının bir “kavim” olarak tanınma arzusudur.

Anadolu’nun Müslüman halkı arasında, Müslümanların birinci kimliğinin, temel aidiyetinin İslam olmak fikrinden /inancından uzaklaşılmasıyla baş gösteren bu meselede kavmiyetçi/seküler/despot kişilerin duruşu belliyken Müslümanların duruşu çok zaman belirsiz kalmıştır. Müslümanlar bünyelerinden bir parçaya karşı umarsız davranmış, kimi zaman ise hamaset peşinde koşmuşlardır. Bir kısmı, süreci anlamlandırmaktan aciz kaldıklarını ifade etmiştir. Cihan Aktaş, “Nasıl oluyor da ağırlıklı olarak dindar olan, İslamcılık hareketlerini önemli ölçüde etkilemiş bulunan mensuplarıyla da övünen bu nüfusun başat temsilcileri dini söylemlerle mesafeli olduğu bilinen PKK ve DTP olarak görünüyor…” derken bu acziyeti ortaya koymuştur.

Otuz seneye yakın bir zamandır şiddet sarmalıyla gündeme gelen şey aslında Kürt meselesi değildir. Bu tam anlamıyla bir Müslüman zihin meselesidir. Anadolu Müslümanlarının kendi kaderlerine hakim olma iradesini gösterememe, kendi gündemlerini belirleyememe, kendi yöntemlerini hayata geçirememe meselesidir. Bundan daha vahimi Anadolu Müslümanlarının savruldukları, Müslüman zihni kuşatan muhafazakâr/sağcı, kavmiyetçi, toprakçı, bayrakçı, dilperest saplantıların farkına varamamalarıdır. Bu topraklarda Müslümanlar Allah’ın haklarında hiçbir delil indirmediği ancak toplumun dönüştürülmesi için oluşturulmuş mitleri kutsar, bunların hakikatini sorgulamaktan imtina eder hale gelmişlerdir. Müslüman’ın tek vatanı İslam iken vatanı toprağa, tek dili kardeşlik temelinde yükselen bütün ilişki/konuşma/anlaşma biçimleriyken sekülerleştirilmiş Türk diline, tek milleti bütün müminleri kuşatan İslam Milleti iken kültürel anlamda bile olsa Türk kavmine dönüştürmüşlerdir. Toprak “insan”dan önemli hale gelmiş, hiçbir kutsiyeti olmayan, istenildiği an değiştirilebildiğini tarihsel bir gerçeklik olarak gördüğümüz alfabe “Müslüman”ın kanının/onurunun/varlığının önüne geçirilmiştir. Müslümanların “insan”ı her şeyin önüne almaları; Müslümanlar arasında aşılamayacak meselenin olmadığını, Allah’ın hakkında bir delil indirmediği hiçbir şeyi savunmayacaklarını, her hakkı sahibine vermekte kararlı olduklarını ve bunun siyasi/hukuki/ekonomik sonuçlarını göğüslemeye hazır olduklarını ilan etmeleridir, Müslüman zihnin ve böylelikle Kürt meselesinin çözüm yolu.

Çözümü güvenlik eksenine dayamak, oluşturulacak lejyoner birliklerin çözümü sağlayabileceğini düşünmek esaslı bir hatadır. Müslümanların birbirine doğrulttuğu silahların susturulmasının yolu her kavimden Müslüman’ın Müslüman Kürt kimliğinin ihyasında Kürt halkına yardımcı olmasından, onları ümmetin içindeki onurlu yerlerine, Selahaddin Eyyubi’nin makamına taşımalarından geçecektir. Doğrudur, lejyonerler daha az sayıda eğitimsiz askerin ve daha çok sayıda Kürt kavmiyetçisinin hayatını kaybetmesini sağlayabilir. Ama bu lejyonerlerin ve kavmiyetçi Kürtlerin anne babalarının Müslüman isimlerini değiştirmez, yakılacak ağıtların dilini farklılaştırmaz.

Tavsiye ederim, sorun onlara; Lejyonerler kimlerin oğulları?

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Bu dili reddediyorum

Gürkan BİÇEN

Yanılmıyorsam 1998 yılıydı. Hukuki Araştırmalar Derneğinin (HUDER) bir toplantısı için İstanbul’a, Hidiv Kasrı’na davet edilmiştik. Belirlenen saatte hazır olduğumuz halde toplantının başlamaması üzerine niçin beklediğimizi sorduk. Şevket Kazan’ın Strassbourg’tan geleceği, Refah Partisi’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yaptığı müracaat ile ilgili bir bilgilendirmede bulunacağının söylenmesiyle beklemeye karar verdik. Dört saat sonra beklenen kişinin gelişiyle toplantıya geçildi. Kasrın bize ayrılan odasında uzunca bir masa etrafında hukukçulardan oluşmuş bir ekip halinde, az sonra sözü Şeref Malkoç’a bırakacak olan Şevket Kazan’ı dinlemeye başladık. Kazan, sanki bir turistik geziyi anlatıyordu. Strassbourg’da kimlerle görüştüğü, Avrupalı hukukçuların kanaatleri, lobiler, Mahkeme koridorlarındaki fısıltılar gibi hususlar Kazan’ın gündeminde değildi. Refah Partisi’ne yakınlığı ile bilinen bir derneğin üyeleri ve muhtemel şube kurucuları için düzenlenen bir toplantıda partinin haksız bir şekilde kapatıldığını tekrarlayan genel bir konuşmayı dinliyorduk. Konuşmanın bir yerinde sarf edilen bir cümle ile irkildim. Konuşmanın sıkıcılığı hatibin kendi konumuna yönelik algısı sebebiyle benim için artık ürkütücü bir hale dönüşmüştü. Milletvekili olabilme ehliyetini Anayasa Mahkemesi kararıyla kaybeden Kazan, “Düşünebiliyor musunuz? Ben artık milletvekili olamayacağım!” diyordu. Sözünü bitirmesini beklerken bu cümleyi kullanmasının gerekçesini sormaya hazırlandım. Ne var ki, o, kimseye soru sorma fırsatı ve hakkı tanımaksızın çıkıp gitti. Böylelikle diğer sorularım ile birlikte bu sorum da, toplantıya katılanlardan bazılarına aktardığım bir şaşkınlık ifadesi ve nahoş bir anı olarak bende kaldı.

Zaman kimimize bir şeyler katarak kimimizden bir şeyler eksilterek akıp gidiyor. Şevket Kazan’ı Saadet Partisi’nin 11 Temmuz 2010 tarihli genel kongresinin akabinde NTV’de yayımlanan bir programda gördüm. Kongrenin bir tasfiye hareketi olduğundan, Numan Kurtulmuş’un hata ettiğinden ve bunun cezasını çekeceğinden bahsediyordu. O, kendisinin bir abi olarak görüldüğünü söylese de, ekrana yansıyan; yıllar evvel HUDER başkanını makam odasında tahkir eden Adalet Bakanı Şevket Kazan idi. Milletvekili olamamasını anlamlandıramayan Kazan ile GİK’de yer alamamasını anlamlandıramayan Kazan portresi çakıştı zihnimde. Adalet Bakanlığı dönemini hatırladım. Başarısız bir bakandı. Ölüm oruçlarının sürdüğü o günlerdeki anlaşılmaz tavrı, F Tipi Cezaevlerinin inşasındaki katkısı, var olan açık kadrolara atama yapmayıp bununla övünmesi, yakınındaki insanlara yönelik rahatsız edici tutumu…

Şevket Kazan’ın üslubuna ve siyasi kariyerindeki hatalarına koyduğumuz çekince onu değersiz gördüğümüz anlamına da gelmez. Şevket Kazan’ın Milli Görüş’e olan katkılarını inkar etmek mümkün değildir. Kimsenin ortaya çıkmadığı bir zamanda bir avuç insan arasında yer almıştır. Anadolu’nun Milli Görüş ile tanışmasında emeği geçmiştir. Tüm bunları göz ardı etmek vefasızlık olacaktır. Ne var ki, Milli Görüş, politik yüzü bu olsa da, salt Saadet Partisi yönetiminden ibaret de değildir. Durmaksızın hareketi, ilerlemeyi prensip edinmiş bir fikri zeminde kimsenin sürekli olarak bir mevkide bulunması mümkün olmadığı gibi, kimseye verilmiş bir koltuk garantisi de yoktur. Milli Görüş, açıkladığı ilkeleri değişmeksizin, siyaset dilini ve çehresini yenileyerek yoluna devam edebilme ehliyetini ispat noktasındadır. Böyle bir kavşakta siyasi akıl açısından elverişli olan araç da, yeni dile hakim olanların öne çıkarılmasıdır. Anadolu’yu bu yeni dile aşina kılmak için yüzlerce kez adım adım dolaşacak bir nesle, böylesi bir yönetime ihtiyaç vardır. Dikkatlerin Saadet Partisi’ne ve böylelikle Milli Görüş’e çevrildiği bir dönemde Milli Görüş’e gönül verenlerin de, Numan Kurtulmuş’un Milli Görüş’ü içeriği ve programı elle tutulur, gözle görülür bir ideolojik çerçeveye oturtma gayretinde olduğunu görmeleri icap eder.

Hz Ali, “Kişi dilinin altında saklıdır.” buyuruyor. Ben Şevket Kazan’ın kızgınlığını bugünün dünyasını şekillendiren şartları doğru okuyamamasına, bu günün dilini kurgulayamamasına yoruyorum. Ama, her halükarda, davanın dünkü emektarlarının davanın bu günkü temsilcilerine yönelik bu tehdit dilinin kabul edilmemesi, reddedilmesi gerektiğini düşünüyorum. Hayırlarda yarışmak isteyenlerin bu dili kullananları Müslümanca bir nezaket ve feraset ile durduracaklarını umuyorum.

13 Temmuz 2010 Salı

Yüz bin kişi nerede ?

Gürkan BİÇEN

Sosyalist Blok’un çözülmesine yol açan unsurlar arasında diğerleri ile birlikte Kilise’nin payını da teslim etmek gerekir. Bu, Arnavutluk açısından da böyledir. Vatikan, Avrupa kiliseleri ve Dünya Kiliseler Birliği Müslüman Dünya’nın unuttuğu bir dönemde dünyanın tek ateist devleti Arnavutluk’u unutmuş değildi ve Arnavut halkı Vatikan’dan ve Avrupa’dan yayım yapan radyoların sesine kulak vermekten imtina etmiyordu. Komünist rejimlerin 1989’da Romanya’da başlayan çöküşü bir yıl sonra etkisini Tiran’da gösteriyor ve Arnavutluk “Yeni Dünya Düzeni” tablosunda kendisine biçilen rolü oynamaya hazırlanıyordu. 25 Nisan 1993’te Tiran havaalanına inen Papa II.John Paul eğilip toprağı öperken sanki Arnavutluk’u yeniden kutsuyordu.

Soğuk Savaş boyunca Kilise bu savaşın gereklerine göre konumlanmış olsa da bugün Kilise’nin duruşu Avrupa’nın (hem de kaybedilen halklarla birlikte) yeniden Hıristiyanlaştırılması hedefine ayarlanmış haldedir. Papa XVI.Benedict bu niyetini hiçbir zaman yadsımamış, bilakis, mütemadiyen Avrupa’nın laik güçleri ile mücadele etme gerekliliğinden bahsetmiştir. Balkanların Arnavutlar, Boşnaklar, Torbeşler, Pomaklar, Çingeneler gibi kayıp halklarının Avrupa ve Amerika kurumlarına entegrasyonu sürecinde kültürel dönüşümlerini sağlamak da Kilise’nin temel hedefleri arasına yerleşmiştir. Her ne kadar, Avrupa ve Amerika resmi düzeyde laik kurumları Balkan halklarına dayatsa da, Kilise sosyolojik dönüşümü sağlayacak argümanları kullanmaya devam etmekte, kayıp halkları yüzlerce yılda oluşan kimliklerine, ki bu İslam’dır, yabancılaştırmak için çaba sarf etmektedir.

Entegrasyon sürecinin (asıl anlamı kültürel ve akabinde dini asimilasyondur) siyasi, askeri, ekonomik, kültürel ve dini ayaklarının sabitlendiği Arnavut bölgesinde Müslümanlar da bir kısım zayıf, içeriksiz ve hedefsiz çalışmalar yürütmektedirler. Batı’nın yerleşik kurumları ve bunlar arasındaki güçlü bağların aksine Müslümanların faaliyetleri düzensiz, yetersiz ve kimi zaman anlamsız haldedir. Genel olarak dış yardımlarla yürüyen bu faaliyetler Müslüman kimliği ayakta tutacak, onu gururla taşıyacak, ümmet karşısında sorumluluk üstlenecek, ümmetin bir parçası olarak hareket etmelerini sağlayacak nitelikten yoksundur. Ancak bunun böyle olmasında tek suç bölge Müslümanlarında da değildir.

Bosna Savaşı ile Türkiyeli Müslümanların dikkatleri Balkan bölgesine çevrilmişti ve yüreklerimizi dağlayan sahneler orada hala Müslümanlar olduğu gerçeğini açığa çıkarmıştı. Türkiyeli Müslümanların yardımları bu cepheye akmış ve bu cephenin bereketi bize dünya çapında iş yapma kapasitesine ulaşan gurur duyulacak bir kurumu İHH’yı kazandırmıştır. Ne var ki, resmi düzeyde hareket eden bir kısım kurum ve kuruluşlar gibi İHH da savaşın ardından oluşan yeni durumu anlamaktan, Batı’nın bölge Müslümanlarına yönelik taarruzunu değerlendirebilmekten aciz kalmıştır. Türkiye’nin Balkan politikasına resmi ve sivil düzeyde yön veren insanlar modern toplumların dönüşüm şekillerini kavramaktan uzak bir halde, modernizm öncesi kullanılan yollarla Müslüman kimliği diriltebileceklerini, bu kimliği diğerleri arasında onurlu ve sağlam bir mevkie ulaştırabileceklerini düşünmüşlerdir. Devlet bazında yapılan çalışmaların anlamsızlığını ve israf edilen paranın hesabını gündeme getirmesek de, Mavi Marmara aynasında beliren Arnavutluk gerçeği İHH’yı ve bu vesile ile Türkiyeli Müslümanların Arnavutluk çalışmalarını gündeme getirmemizi zorunlu kılmıştır.

Türkiye’de eğitim görmüş, halen Arnavutluk’ta yaşayan bir Arnavut dostum, Mavi Marmara gemisinde verdiğimiz şehitlerin ardından Yunanistan’da bile insanların sokaklara döküldüğünden ancak, gemide Kosova ve Makedonya’dan dört Müslüman Arnavut’un yer almasına rağmen, Arnavutluk’ta kimsenin kılının kıpırdamadığından, bunun sebebini gerçekten merak ettiğinden bahsedince ona bunun sebebini İHH’ya sorması gerektiğini söyledim. Bu cevabıma şaşırdı ve hiçbir bağ kuramadığını ifade etti. Kendisine şu linki (http://www.ihh.org.tr/12542/ ) açıp okumasını ve daha sonra konuşmamızı önerdim. Bir İHH çalışanı tarafından kaleme alınan bu yazıda, “İHH Arnavutluk’ta, eğitim, gıda, iftar, kurban ve yetim çalışmalarıyla 100 bin kişiye ulaşıyor. Bu çalışmaların büyüyerek devam etmesi çok çok çok önemli…” deniliyordu. Bu, dört milyona yakın bir nüfusa sahip ülkedeki her kırk aileden birisinin İHH ile bir şekilde teması olduğu anlamına geliyordu. Dostuma Gazze – İsrail Savaşı sırasında da Arnavutluk’ta protestoların olmadığını, yine Hizbullah – İsrail Savaşı’nın ardından bir kısım Müslüman Arnavut’un Şii Müslümanlara karşı bir deklarasyon yayımladığını hatırlattım. Öyleyse bir problemin varlığını kabul etmeli ve Arnavutluk’ta faaliyet gösteren Türkiyeli kurumların neler yaptığını sormalıydık. Yüz bin kişiye hitap edildiğini ilan ettiğimiz bir yerde bir tek kişi olsun meydana inmediyse, Müslüman kimlik adına yürüttüğümüz faaliyetin içeriğini tartışmaya açmak bir zaruret olarak görülmelidir.

Arnavutluk ve Kosova gibi Batı’nın tüm kurumlarıyla işgal ettiği bir alanda çalışma yapmanın zorluğunu baştan teslim etsek de, bu, yapılan çalışmaların mahiyetini sorgulamamıza da engel olmamalıdır. Her şeyden evvel, Arnavutluk Cumhuriyeti Anayasasının ve kanunlarının Arnavutluk toplumunu oluşturan unsurlara verdiği haklar çerçevesinde hareket edildiği halde bile Müslüman unsurun kendisini gizlemesine ihtiyaç olmadığı bilinciyle davranan bir sivil toplumu oluşturma yönünde irademizin olup olmadığı sorgulanmalıdır. Bu soru, Müslüman unsuru hayatın neresinde görmek istediğimize yönelik irademizle yakından ilişkilidir. Türkiye’de olduğu gibi Arnavutluk’ta da Müslüman unsuru gözlerden uzak bir yerde tutma yönünde işletilen bir politika ne Müslüman Arnavutlara ne de onların kardeşi ve hamisi olan Türkiyeli Müslümanlara bir fayda sağlamamaktadır. Müslüman Arnavutları ümmetin problemleriyle hemhal ve onları Arnavutluk toplumunun her noktasında görünür kılan bir politika onlara ümmetin –tabii ki Türkiye’nin de- meseleleri karşısında sorumluluk yükleyecek ve böylelikle onlar kendilerini ümmetin dertleriyle hemhal bulacaklardır. Ancak bu bilinçle yetiştirilmiş bir Müslüman Arnavut Mavi Marmara’da saldırıya uğrayanın aslında kendisi olduğunu anlayabilecek/hissedebilecektir. Çalışmalarımız Müslüman Arnavutların kimlik bilincini yeniden inşaya ve onları görünür kılmaya yönelmediği müddetçe Batı ekseninde hareket eden kişiler Arnavut halkının sözcüsü olmaya devam edeceklerdir.

Batı, Müslüman Arnavutlar dahil olmak üzere, Arnavut toplumunu Hıristiyan değerlere/mitlere sahip çıkmak üzere eğitir haldedir. Yüz yılı aşkın bir zamandır yürüdüğü bu yolda aldığı mesafe hiç de azımsanacak gibi değildir. Bu gün Mavi Marmara’yı yalnız bırakanların bir kısmını biz eğitsek de, onlar Batı’nın mitlerine; İskender Bey’e, Nena Terasa’ya, Fan Noli’ye, Pjeter Bogdani’ye saygı duyar, onların peşinden gider haldedirler.

Arnavutluk’ta çalışma yapanları Kilise’nin ağzıyla uyarmak istersek, “Çocukların ekmeğini atarken” birçok kez düşünelim, diyebiliriz.

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Fadlullah’ı uğurlarken

Gürkan BİÇEN
Allah Resulü buyurdu ki, "Âlimin ölümü âlemin ölümüdür." Ömrünü ilmin lafzını muhafaza ile geçirenlere de bu faaliyetlerine hürmeten âlim desek de, ıstılahî anlamda âlim, ilim talebini rızayı ilahiyi kazanmaya dayandırarak, ömrünü, membaından usulünce elde ettiği ilimle ilahi teklifin hakikatinin yeryüzünde tahakkukuna sarf etmiş kişidir. O, bilginin muhafazasından öte, bilginin hayata hâkim kılınması mücadelesinde yer alması ile bu isimle anılmayı hak etmiştir. Ebu Bekir Sıddık'tan rivayet olunan, "Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakır. Peygamberler ilim miras bırakır. Peygamberlerin varisleri âlimlerdir" hadisinin doğrudan muhatabı, Peygamberin varlığında onun yanında saf tutan, kılıç kuşanan, hakkı getirmek, batılı zail etmek için gönül ve amel birliği eden ilim sahipleri olduğu gibi, aynı zamanda, Peygamberin yokluğunda onun sözlerini hayata hâkim kılmak için gayret sarf eden ilim sahipleridir. İşte bunun için Allah Resulü, Veda Hutbesi'nde sözlerinin orada hazır olmayanların bazıları tarafından daha iyi anlaşılacağını işaret etmiştir. Bu, her çağda, her kuşakta Allah Resulü'nün izlerini takip eden ilim sahiplerinin varlığını da müjdeleyen bir haberdir.
Yirminci yüzyıl İslam Dünyası'nın tarihten uzaklaştırılmak istendiği bir zaman dilimi olsa da, ümmetin dirilmesi, dinin ihyası, vahdet, adalet ve imamet/hilafet bilincinin yeniden yeşertilmesi için mücadele meydanına atılan âlimlerden de yoksun kalmamıştır. Ümmet coğrafyasının her bir yerinde farklı usulleri izleyen ve fakat benzer gayelerle yola çıkan âlimler olmuştur. Hasan el Benna, Şeyh Şeltut, Mevdudi, İmam Humeyni, Muhammed Bakır ve diğerleri. Vazifelerini ifa ederek ahrete irtihal eden bu âlimlere yine bunlar kadar değerli bir isim daha katıldı: Muhammed Hüseyin Fadlullah.
Fadlullah, Seyyid Muhammed Bakır'ın, "Necef'ten çıkan herkes bu şehri kaybeder. Ama Fadlullah'ı Necef kaybetti." sözleriyle övdüğü kişidir. Necef'in Fadlullah'ı kaybetmesinin sebebi, onun Şii usulün dışına çıkmaksızın usulü ıslah başarısıydı. Mesele, nakil ve usul sacayağında meselenin gerçekliğini ve ertelenemezliğini görmezden gelmeden Kur'an'ın, ilahi teklifin ilkeleri çerçevesinde nakil ve usulü meselenin halline seferber edebilmesi, kanaatindeki sebatı ve bunu açıklamadaki cesaretiydi onu farklı kılan. Fadlullah için gün yaşanan gündü. O, bu günün meselelerine cevap vermeyecek bir din algısının bizi tarihin gerisine atacağına inanıyordu. Bunun için olsa gerek Arap âleminden Asya'ya, Latin Amerika'dan Avrupa'ya, insanlar ondan, yaşadıkları günlük meselelerin hal çaresini soruyorlardı. O bunlara cevap vermekle kalmıyor, meseleleri toplumsal düzeyde çözmeye adanmış kurumların inşası ile de uğraşıyordu. Bugün yeryüzünün birçok beldesine yayılan ilim ve hayır kurumları Allah'ın onun bu gayretine verdiği bereketin işaretleridir.
Ahkâm-ı Şer'iye'nin siyasi yönünde de söz alan Fadlullah, "Direniş"in temelindeki harcı, binasındaki sütunları ve tuğlaları ile peygamberlerin yanında savaşa çıkmış nice "ahbar" ve "rabbaniyun"u andırıyordu. Yine o, ordusu savaştan döndüğünde onlara dini hatırlatacak, bilmediklerini öğretecek kişiydi. Fadlullah, "direniş"in kulak verdiği sayılı kişilerdendi. Fadlullah'ın direniş algısı bir mezhep üzerine kurulu değildi. Evet, o Şii mezhebine mensup bir Müslüman'dı. Fakat Müslümanlar arasında birlik sağlanmasının mümkün olduğunu ve vahdetin sağlanabilmesi adına; Şii ve Sünni tefsirlere aynı oranda şans tanınması gerektiğini, müminlerin annesine ve sahabelere lanet etmenin ve kötü söz söylemenin haram olduğunu, dinin üç asla dayandığını ve bunların tevhid, nübüvvet ve mead olduğunu, bunlara iman edenin Müslüman, bunlardan birini inkâr edenin ise kâfir olacağını söylüyordu.
Fadlullah, yürekleri hasretle kavrulacak milyonları bırakarak, Kevser'de buluşmak üzere aramızdan ayrıldı. Geride amel defterini açık bırakacak onlarca eser, binlerce talebe ve birçok kurum bıraktı. Bunlardan daha güzeli ise, kendisini Allah Resulü ve şehitlerin efendisiyle birlikte; Şehit Rıdvan Harb'in, Şehit Abbas Musavi'nin, Şehit Ahmet Yasin'in, Şehit Abdulaziz Rantisi'nin, Şehit Fethi Şikaki'nin, yanlarında onlara eşlik edecek her renkten ve dilden binlerce şehit ile karşılayacak ve onların kanlarının Fadlullah'ın kaleminin mürekkebine dönüşecek olmasıdır.
İnne lillahi ve inne ileyhi raciun.