Translate

12 Mart 2023 Pazar

KUR’AN-I KERİM AÇISINDAN GÜNCEL MES’ELELER VE ÇÖZÜMLER KONFERANSI NOTLARI

Dr. Gürkan Biçen

Uluslararası el-Mustafa Üniversitesi Türkiye Temsilciliğinin 10 -11 Mart 2023 tarihlerinde İstanbul Eresin Topkapı Otel’de düzenlemiş olduğu “Kur’an-ı Kerim Açısından Güncel Mes’eleler ve Çözümler Konferansı”nın 10 Mart 2023 Cuma günü yapılan ilk oturumuna üniversitenin temsilcisi Dr. Seyyid Vahid Kaşani ile Ehli Beyt Mektebi alimi koordinatör Yusuf Tazegün'ün davetiyle iştirak ettim.

Konferans Cuma namazının akabinde, otelin konferans salonunda icra edildi. Katılımcıların not alabilmeleri için otel tarafından masalara bırakılan kâğıt, kurşun kalem, su ve su bardağının yanında üniversite tarafından hazırlanan, konferansa özel bir ajanda ile tükenmez kalem ve yine üniversitenin bugüne kadar yayımlamış olduğu tercüme ve telif Türkçe eserleri gösteren bir kitap kataloğu da bulunmaktaydı. Katılımcıların ihtiyaç duymaları halinde kullanacakları simultane tercüme cihazları da hazırdı. Konferans Türkçe ve Farsça icra edildiğinden, sunumlar simultane olarak her iki dile de tercüme edilmekteydi. Yine konferans süreci üç ayrı kamera ile kayda alındı ve https://www.youtube.com/watch?v=P7apip-Jarg adresinde yayımlandı.

İlk oturumun tüm bölümleri Yusuf Tazegün’ün idaresinde gerçekleştirildi. Konferans Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Temel İslam Bilimleri Bölümü, Hadis Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Bayram Kanarya ile el-Mustafa Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Muhammed Ali Rızai İsfahani’nin sunumları ile başladı. İlk söz Doç. Dr. Bayram Kanarya’daydı.

Doç. Dr. Bayram Kanarya “Kur’an’da İlim ve Bilgi Ahlakı” konusunda yaptığı sunumda öncelikle kavramsal altyapıya dair bilgiler verdi. Bu cümleden olmak üzere, Kur’an’da ilimle ilgili kullanılan kelime ve kavramları işaret ettikten sonra ilimlerin tasnifini açıkladı. Bu noktada nakli ve tecrübi ilimlerin bir biriyle ilişkisine ve ulema kavramının geçmiştekine nazaran daralan bir anlamı ifade ettiğine değinen Kanarya, günümüzde ulema kavramından anlaşılanın sadece nakli ilimlerdeki ihtisas sahibi olan kişilerden ibaret olduğunu belirtti. Bir başka ifadeyle, Kur’an ilimleri olarak da sayılabilecek tefsir, hadis, fıkıh ve bunlara bağlı diğer ilimlere vakıf kişiler alim olarak anılırken, tecrübi ilimlerin uzmanlarının bu sınıftan sayılmamasının anlamda daralmanın bir sonucu olduğunu, bunun ise genel olarak menfi neticeler doğurduğunu dile getirdi.

Kanarya’ya göre, cehlin karşıtı olan ilim insanın atası Adem’i diğer varlıklardan ayıran ve üstün kılan asli unsurdur. Adem, dolayısıyla insan, yakini bilgi sebebiyle üstündür ve bu da zanna dayalı hususların asli değere sahip olmadığını gösterir. Allah’ın ilmine dayalı olan Kur’an ilimlerin hem elde ediliş hem de kullanılış yollarına/şekillerine büyük önem verir. İlmin kaynaklarından biri vahiydir ve vahiy ilahi dinlerin temel referans noktasıdır. Bu vahyin muhatabı olan kişiler onun açıklamasını da yapacak olanlardır. Bunlarla birlikte bazı insanların da ilmi kavrama ve açıklamada üstünlük sahibi olduğu kabul edilir. İlimde derinleşenler (Rüsuh sahipleri) bilginin yorumlanmasında da söz sahibi olurlar. Ne var ki Kur’an’ın ve sünnetin müteşabihinde yorum tekeli veya mutlak yorum bulunmamaktadır. Bir başka deyişle, tefsir ve fıkıhta muhkem olmayan ayetlerin izahı kesinlik ifade etmez. Öte yandan, tecrübi ilimlerin birikiminin aktarılmasıyla oluşan “müktesep ilim” de sürekli değişebildiğinden bunlara da kesin bilgi olarak değil, mevcut şartlarda ve zaman diliminde ulaşılan nokta olarak bakmak gerekmektedir. Bunlara dair bilgiler zamanla değişebileceğinden, yanıltıcı olabilir.

İlimlere dair bu izahattan sonra Kanarya, ilmin alime yüklediği ahlaki sorumluluklara işaret etti. Bu sorumlulukların ilki, alimin sorumluluk sahibi olmasıdır. Bir ilmi yüklenen kişi o ilmin sorumluluğunu da yüklenmiş olmalıdır. Bu, ilmin gereğine riayet anlamına gelir. Riayetin neticesi ise alimin ilmi ile amel etmesidir. Bu ilim hem alimi hem de toplumu müspet yönde dönüştürmelidir. Yine alim ilmini kötüye kullanmamalıdır. Hassaten Kur’an ilimlerinde alim, ilim ve irfan yoluyla tevhid inancına ve bu inancın gereklerini yerine getirme noktasına varmalıdır. Şayet alim bu vazifesinden yüz çevirirse topluma karşı sorumluluklarından imtina etmiş olacaktır.

İlk oturumun ilk bölümünün ikinci sunumunu el-Mustafa Üniversitesi’nden Prof. Dr. Muhammed Ali Rızai İsfahani yaptı. İsfahani Kur’an ve Sünnet’in kaynak oluşunun illetini açıklayarak başladığı sunumunda, bilgiye ulaşma yollarına ve bilimin yönlendirici gücüne işaret etti. Günümüzde Müslümanların Batı dünyası karşısında geri kalmasının sebeplerine değinen İsfahani, pozitif bilimin insani duygu ve ahlaki yükümlülükten arındırılması halinde kötülüğe kapı aralayabileceğini, bunun en bariz örneğinin atom bombası ile Hiroşima’da katledilen yüz kırk beş bin kişi olduğunu söyledi. İsfahani, İran İslam Cumhuriyeti’nin de teknik olarak bir atom bombası yapma kapasitesinde olduğunu ancak İnkılab’ın Rehberi Ayetullah Seyyid Ali Hamanei’nin bunu haram kabul ettiğini ve asla cevaz vermediğini dile getirdi ve bu durumun dinin ahlaki boyutunun insan hayatına yön vermesinin bir örneği olduğunu vurguladı. İslam açısından, tecrübi ilimlerdeki gelişme insan hayatı ve onurunu korumaya hizmet etmelidir ve böyle olduğundan anlamlıdır. Bu da manadan ve ahlaktan arındırılmış bir bilimin muteber sayılmaması demektir. Bir başka ifadeyle, ilmi kıymetli kılan ona yüklenen ahlaki mana ve duruştur.

Konferansın ilk oturumun ikinci bölümünde Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hasan Ocak ile Ehli Beyt alimlerinden Yusuf Töre yer aldılar. Doç. Dr. Hasan Ocak’ın Kur’an ve Ahlak’a dair anlamıyla başlayan bu bölümde, Ocak, Müslümanların bugün yüzleşmek zorunda kaldığı meselelerin temelinde ahlaki çöküşün yer aldığını, Kur’an bütünlüğe sahip bir kişilikten bahsetmesine rağmen günümüzde Müslümanların parçalanmış bir kimlikle yaşadıklarını kendi tecrübelerinden de istifade ederek açıkladı. Ocak’ın çocukluğunda yaşadığı bir olayı naklederek, bu olayda yer alan şahsın örnekliğinde parçalanan bir kişiliğin ahlaki duruş ve Müslüman oluşla ilişkisini açıklaması kayda değerdi. Bu anlatıma göre, Ocak henüz 12 yaşlarında bir çocukken, giyim kuşamından ve halinden Müslüman olduğu anlaşılan bir kişi, kendisine gelerek talebe olup olmadığını sormuş ve Ocak’ın talebe olduğunu söylemesi üzerine, talebeye zengin bile olsa zekat verilebilir, bu benim malımın zekatı olan bir kilo altın bunu sana veriyorum, demiş ve bir külçeyi Ocak’ın eline koyduktan sonra, sen bunu bana sat diyerek, Ocak’a o günün en yüksek banknotunu vererek altını geri almış. Bu noktada Ocak, Müslümanlığını öne çıkaran kıyafetiyle bu adamın yaptığı şeyin bir hile çabası olduğunu ve bunun da ahlaki açıdan sorunlu bir duruşu yansıttığını vurguladı. Bu şahıs fıkhın öngördüğü zekatı ödediğini ve daha sonra da altından oluşan malı ticaret yoluyla geri aldığını varsaymaktaydı.

Ocak, ahlak ile insan hürriyeti arasında doğrudan bir ilişki olduğunu dile getirerek, tercih imkanı olmayan veya bilinçsizce yapılan amellerin ahlaki değer açısından kıymetinin bulunmadığını ve bu noktada niyet bahsinin önemini vurguladı. Niyetin bizim amele yönelik bilincimizi açığa çıkardığını söyleyen Ocak, İslam açısından ahlakın birinci kaynağının vahiy ve ikinci kaynağının da sünnet olduğuna işaret etti. Bugün bütün bu kaynaklar elimizde olsa da bunu amel düzeyine taşımakta eksik olduğumuzu ifade eden Ocak, yaşanan kavram kargaşalarına da işaret etti.

Ocak’ın vurguladığı bir diğer husus ise ahlakın salt bir bilim değil, yaşanması gereken bir hal olduğu yönündeydi. Ahlak elbette ilmi kural ve usullere, kendine has bir ıstılaha sahipti ancak bütün bunları bilmek kendiliğinden ahlaklı olmayı sağlamamaktaydı. Ahlaklı olmak tüm bunların amele dönüşmesine bağlıydı. Bu amel günlük hayatın her noktasını kapsamalıydı. Sözün burasında Ocak, İslam tarihi açısından önem arz eden Muhacir ve Ensar kavramlarına değinerek, bu kavramların bugünlerde sıklıkla kullanıldığını ama içeriğine dair bir bilincin oluşmadığını söyledi. Yine Ocak’a göre kapitalist değerler ve şartlar altında Müslümanların bir kısmı ahlakın bir boyutu olan insaftan da yüz çevirme noktasına gelmişlerdi. Bunun yakın örnekleri kiracı – kiralayan ilişkilerinde görülmekteydi.

Ocak’ın konuyu hem şahsi tecrübeleri hem de güncel vakalarla ilişkilendirerek anlatması kavramların ete kemiğe büründürülmesi açısından önemliydi ve katılımcılar üzerinde de etki yarattı, diyebilirim.

İlk oturumun ikinci bölümünde yer alan Ehli Beyt alimi Yusuf Töre ise İslam açısından ahlakın temel hedefinin kötü huyların giderilip iyi huyların yerleşmesi yönünde bir değişim olduğunu, Kur’an’ın ahlaktan bahsederken onu hep iyi hasletlere işaretle sunduğunu söyledi.

Töre, Kur’an’ın eğitim metotları arasında “rol model” belirlemenin yer aldığını, Kur’an kıssalarında adı geçen Yahya, İbrahim ve diğer peygamberlerin sıfatlarının da belirtildiğini ve böylelikle insanlara bir rol model sunulduğunu ifade ederek, sözün gücünün amele dönüşmesi halinde etki yaratacağını vurguladı. Bu noktada Töre, ahlakın sahipsiz olmadığını, Hz. Peygamber’e bağlı olduğunu, ona tabi olanın ise Allah’a doğru seyir halinde olacağını, bilgi ve amelin şart olduğunu dile getirdi.

Töre, ahlak bahsinde nihai hedefin marifetullah olduğuna işaret ederek, bir insanın güzel ahlaklı olmasının orta düzeyli hedef olduğunu, bu noktadan sonrasının gerçek anlamıyla kulluğun başladığı nokta sayıldığını, Allame Tabatabai’nin insan nefsinin çamurdan arınmasıyla gerçek kulluk aşamasına geçtiğini düşündüğünü ifade etti.

İlk oturumun ikinci bölümünden sonra yirmi dakikalık bir ara verildi. Bu arada mutad ikramlar sunuldu.

İlk oturumun üçüncü bölümünde sırasıyla Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Çevik ile el-Mustafa Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Seyyid Ahmed Gaffari sunum yaptılar.

Prof. Dr. Mustafa Çevik günümüzde Müslüman dünyanın temel sorunlarından birinin kişi, toplum ve devlet arasındaki ilişkilerde görünen karmaşa olduğunu, bu ilişkilerin felsefi dayanaklarına dair düşüncelerdeki belirsizliği dile getirerek, yapay zeka, özgürlük, biyoteknoljiler gibi hususların geleceği şekillendirme açısından önemi ve problemli alanları işaret etti.

Çevik’e göre, her şey makuliyet esasları içerisinde cerayan etmektedir ve insan iradesi ve hürriyeti bir nevi müdahaleci özelliğiyle bu kozmik makuliyet içerisinde özellikli alanı oluşturmaktadır. Kozmik makuliyet denildiğinde ise “Cisimlerin işleyişi içindeki doğal yapı ve kuralların varlığı”, “Logos – anlam ilişkisi”, “insanlar arası ilişki”söz konusu edilmektedir. Bu düzlemde logos anlamı, bilim doğayı, hukuk insan ilişkilerini oluşturmakta/ifade etmektedir. Nesneler arası mantıklılık bilimi, biçimler arası mantıklılık ve insanlar arası mantıklılık ise hukuk ve değerler sistemini geliştirir. Böylece makro düzeyde bir kural/uyumluluk oluşur. Bu noktada şuna dikkat edilmelidir: Her alanda makro ilkelere yaklaşmak tek tipçiliği getirebilir ama sınırsız bir görecelilik de hakikatin buharlaşmasına yol açar.

Çevik, insan zihninin temel özne olduğunu, ortak değer, ortak akıl ve makul hukukun devletin kaynağı sayıldığını, devletin ise gücünü ideolojiden değil, ahlak ve hukuktan alması gerektiğini dile getirdikten sonra, doğa bilimlerinin mantığını anlamanın faydalı ama bunu yönetmeye kalkmanın tehlikeli bir tutum olduğunu vurguladı. Zira logos bir anlamıyla nomos yani kuraldır. Doğada kural vardır ama insan-doğa ilişkisi düzensizdir. İnsan kurala uydukça düzen yaygınlaşır ve sorun azalır. Hukuk düzeni açısından da bu böyledir. İnsanın medeniyet seviyesini ahlak, hukuk ve dinin oluşturduğu kurallara riayet belirler. Kuralsızlık ise vahşiliğin, barbarlığın bir göstergesidir. Ancak kuraldan anlaşılması gereken illaki yazılı kurallar değildir. Zihni aktarıma uygun olan örf de kurallı dönemi ifade eder. Bu anlamıyla insan türünün tümüyle vahşi olduğu bir dönemin varlığına dair Antropolojik varsayım bir spekülasyondan ibarettir.

Görüldüğü üzere Çevik’in sunumu meselenin teorik temellerine yoğunlaşmış, kavramların açıklanması ve ilişkilerin belirlenmesine tahsis edilmişti.

İlk oturumun son sunumunu yapan Prof. Dr. Seyyid Ahmed Gaffari günümüzde ortaya çıkan iki akımı ele aldı. Bunlar Mısır’da ortaya çıkan Neo-Mutezile ile Suudi Arabistan’da görülen Neo-Selefilik idi.

Gaffari, Müslümanların uzun bir zamandan bu yana “Müslümanlar niçin geri kaldılar?” sorusuna cevap bulmak için gayret sarf ettiklerini, bu soruya verilen cevapların farklı bakış açılarını yansıttığını ve aklı öne çıkarmaktan, selefin harfiyen takip edilmesine kadar bir yelpaze sergilediğini ifade etti.

Gaffari, Mutezile ve Neo-Mutezile arasında “İslami hükümlerin tarihselliği”, “Hubut ve benzeri anlatımların gerçeklik değil metaforik ve temsili olduğunu” savunmak şeklinde beliren farklar bulunduğunu dile getirdi. Ona göre, Neo-Mutezile pozitif bilimlere büyük önem vermekte ve bilimin işaret ettiği hususların dinin yorumunda kullanılması gerektiğini söylemekteydi. Bu noktada Gaffari, Neo-Mutezile’nin bu tür görüşlerinin “pozitif ilimlerin ancak bir zaman ve mekana bağlı olarak ve değişebileceği kabul edilerek” anlam ifade ettiği, “metnin örtülü yorumlarının açığa çıkmasının tarihsellik anlamına gelmediği”, “Gadamer’in tarih felsefesi üzerine bir bina inşa ettikleri” şeklinde eleştirilere maruz kaldığını söyledi.

Neo-Selefiler açısından ise bunların İslam’ın ilk dönemindeki üç kuşağı kesin bir kaynak kabul ettiklerini ve kendi aralarında da metot birliği olmadığını, tekfirci, cihadi, tebliği, siyasi ve tenviri olarak sınıflandırılabilecek Neo-Selefilerin bulunduğunu dile getiren Gaffari, bu akımın dayanak olarak ilan ettikleri sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin’in kendilerinin kaynak olduklarına dair hiçbir iddiası bulunmadığını, hal böyle olunca, bu akımın temel iddiasının çürük olduğunu vurguladı.

Konferansın ilk oturumu bu suretle sona erdi.

 Değerlendirme

Konferans İran ve Türkiye’nin akademik hayatında yer alan, çeşitli sahalardaki ilim adamlarını bir araya toplaması açısından önemliydi. Sunumların konuları ve ifade şekli yerinde ve başarılıydı. Konferansın icra edildiği mekan ve sunulan imkanlar yeterliydi.

Bu konferans neticesinde, dinin yorumunda kesinliği kabul etmeyen düşünce çerçevesinde, İran İslam Cumhuriyeti’nin lideri Ayetullah Seyyid Ali Hamanei’nin  İran’ın nükleer programının nükleer silahı kapsamayacağı, nükleer silahın haram olduğu yönündeki fetvasının bir başka alimin güncel yorumuyla ve fetvasıyla etkisiz kılınıp kılınamayacağını masaya yatıran yeni bir program düzenlenebileceğine kanaat getirdim. Zira Batı dünyasının İran’a yönelik argümanları arasında, ulemanın içtihat özgürlüğünün bir sonucu olarak nükleer silahın haram olduğuna dair fetvanın da değişebileceği söylemi de bulunmaktadır. Güncel bir mesele olarak ortada duran bu konu bu perspektifte detaylı bir şekilde incelenebilir ve bu alanda kesin bir çerçeve çizilebilir.

Son olarak, konferansı düzenleyen ve tüm misafirleri en güzel şekilde ağırlayan Uluslararası el-Mustafa Üniversitesi Türkiye Temsilcisi Dr. Seyyid Vahid Kaşani ile Ehli Beyt Mektebi alimi koordinatör Yusuf Tazegün’e; konferans davetini kabul ederek, sunumda bulunan tüm hocalarıma ve diğer katılımcılara teşekkür ediyorum