Translate

23 Şubat 2014 Pazar

Bir Şenliktir İnkılab

Gürkan BİÇEN


5 – 11 Şubat 2014 tarihleri arasında gerek Tahran Üniversitesi’ndeki işlerimi takip etmek gerekse İslam İnkılabı’nın yıl dönümü merasimlerine iştirak etmek için bulunduğum Tahran’da, Allah selamet versin, Yaşar Kaplan’ı, onun “Bir Şenliktir İnkılap” kitabını anmadan edemedim. Bu kitapta Kaplan, İnkılab’ın ardından İran’a yaptığı seyahate ilişkin notlarını naklediyordu. Yaklaşık yirmi sene evvel okuduğum bu kitapta altını kalınca çizdiğim husus, “İran’da her şey fıkha dayanıyor” tespitiydi. Ama kitap bununla da kalmıyor, halkın İnkılab’a olan coşkun bağlılığını da edebi bir dille vurguluyordu. Yanılmıyorsam birkaç sene evvel “Yaşar Kaplan yazı hayatına dönmeli” konulu bir makale okumuştum. Aradan geçen bunca zamanın onu değiştirip değiştirmediğini bilemiyorum. Öyle de olsa, bağnazlıkla savaşmayı önemsediğini her fırsatta açığa koyan bir kişinin hala değerli katkılar sunabileceğine inanıyorum.

Yaşar Kaplan’dan yıllar sonra geldiğimiz Tahran’da, 11 Şubat’ın (22 Behmen)  erken saatlerinde şehrin kalp atışlarını Heft-i Tir meydanında hissetmeye başlıyoruz. Bu gün İnkılab’ın yıl dönümü ve Tahranlılar Heft-i Tir ile törenlerin merkezi olan Meydan-ı Azadi arasındaki on  kilometreyi aşkın yolu yürümek için hazırlık halindeler. Önlerinde ruhanilerin olduğu insanlar üzerlerinde Amerika ve İsrail’e yönelik öfkeyi dile getiren pankartlar ile kortej oluşturma kaygısındalar. Kalabalığın içinde yaşlılar, kadınlar ve çocuklar dikkat çekiyor. Biz tören alanına en yakın bir noktaya kadar arabamızla gitmeyi tercih ediyoruz. Meydan-ı Azadi’ye yaklaşık beş kilometrelik bir mesafede, meydana inen ana yolu kesen bir sokakta araçtan iniyoruz. Bu sokak İnkılab nehrine bağlanan bir dere. Nehir ise yüz metre ilerimizde neşe içinde denize doğru akıyor.

Saat dokuz buçuk… Haber bültenlerinin helikopterden çekilmiş görüntüler eşliğinde verdiği “İslam İnkılab’ının yıldönümünde İran halkı milyonluk gösteriler düzenledi” anonsuna şahitlik eden, televizyondan azametini gördüğümüz o okyanusun içinde bir zerreyiz. Şimdi biz, bir pervane sesi ve yükselen uğultular değil, bir “pervane” ve “merg ber Amrika”yız. Bu nehrin/ denizin/ okyanusun zerrelerinin her biri hem nevi şahsına münhasır hem de İnkılab ruhunda mütecanis. İmam Humeyni ve Hamanei posterleri taşıyan çadorlu bayanlar olduğu gibi, “merg ber Amrika” pankartları taşıyan, saçlarının bir kısmı açıkta bayanlar da görmek mümkün. Yine ellerinde İmam’ın posterleri olan genç kız ve erkeklerin yanında yüzlerini İran bayrağının renkleriyle boyamış gençlere rastlamanız da…

Meydan-ı Azadi’ye akan bu nehrin sağında ve solunda birçok etkinliğe rastlıyoruz. Askeri bandolar, kukla gösterileri, fotoğraf sergileri, sivil toplum kuruluşlarının stantları… Tüm bunların arasına serpiştirilmiş işportacıları da unutmamak lazım. Helikopter üzerimizden geçiyor. Bu, öğle saatlerinden itibaren birçok televizyon kanalında devasa bir yumruk olarak yer alacağız, demektir. Meydana üç kilometre kala tıkanan, artık ilerleme imkânı kalmayan bu caddede ise atan bir yürek var.

Kalabalığın arasında yerli ve yabancı televizyon kanallarına rastlıyoruz. Bunlardan birisi “A Haber” ekibi. Türkiye’den gelen bu ekip İranlılar ile röportajlar yapıyor. Gençler, yaşlılar, kadınlar, gaziler. İki elini kaybetmiş bir gaziye bir bacağı aksayan diğeri eşlik ediyor. Niçin buradalar sorusunun cevabı basit: Bu hem dini hem milli bir vazife. İran halkı hem dinine hem ülkesine sadakat göstermek ve bunun için de İmam Hamanei’nin çağrısına icabet etmek zorunda. Karıncanın adımından değil, niyetinden sorumlu olduğunun bilincinde bir topluluk. İsterse yüz metre olsun, meydana ulaşan bu yolda yürünecek, yüz o meydana; İmam Hamanei’nin çağrısına dönecek. İran’da yaşayan Türk arkadaşıma, bu merasimlere katılmanın zorunlu olup olmadığını soruyorum. Hayır, diyor ve devam ediyor; Zorunlu değil. Devletin sağladığı imkân bugünü tatil ilan etmek ve ücretsiz ulaşım sağlamaktan ibaret. Sivil toplum kuruluşları da poster ve broşürleri ücretsiz veriyor.

Yol boyunca hazırlanan ses sistemi törenlerin resmi kısmının yürütüldüğü alandaki gelişmeleri aktarıyor. Az sonra, İran’ın yakınlarda seçilen cumhurbaşkanı Ruhani’nin sesini duymaya başlıyoruz. Akıcı bir üslupla sürdürdüğü konuşmasını meydana üç kilometrelik mesafeden dinliyoruz. İnkılab’ın kendi yolunda yürüdüğünden, İran halkının haklarından bir güna taviz verilmeyeceğinden, İnkılab’a sadakatin zaferin başlıca şartı olduğundan bahsediyor.

Bir yandan meydana doğru gelen ve bir yandan da ilerleme imkânı olmadığı için geri dönmeye başlayan insanların fotoğraflarını çekiyoruz. Yol üzerine çizilmiş Amerika ve “İsrail” bayraklarını ezenler, bebek arabasındaki çocuklar, ellerinde balonlarla babalarının kucaklarında gülümseyen afacanlar, birbirine kenetlenmiş beşer onar kişilik gruplar, işportacılar, kuklalar, bandolar, gaziler, kendilerinin fotoğrafını çekmemizi isteyen lise talebesi çağında gençler makinemizin objektifine yansıyor. İran halkına İnkılab’a sahip çıktıkları için şükranlarımızı sunarak ayrılıyoruz Meydan-ı Azadi’ye ulaşamadan.

Tüm bunlar 11 Şubat’ta olanlar. Doğrusu biz, İran halkını 11 Şubat’ta bulvarları, meydanları doldurmaya sevk eden sırra 9 Şubat’ta vakıf olarak gelmiştik buraya…

9 Şubat 2014, İbret Müzesi ve Amerikan Sefareti

Her çağın bir putu, bir firavunu vardır. Bu çağın putunu/ firavununu Amerika olarak ilan eden İmam Humeyni, “Ateşli ve ateşsiz silahlarınızı Amerika’ya doğrultun”, diyordu. Zira Amerika, ülkeleri her türlü desise ile yok etmeyi amaç edinmiş, bunun için her türlü melaneti hiçbir kaygı duymaksızın işleyebilecek siyasi ve askeri gücü temsil ediyor. Amerika kimi ülkelere doğrudan askeri müdahale yoluyla, kimilerine ise kukla yönetimler eliyle hükmediyor. İran, İslam İnkılâbı’na dek, Amerika’nın Şah rejimi eliyle yönettiği, Musaddık döneminde olduğu gibi, kimi zaman CIA darbeleriyle yönetimi belirlediği bir ülke idi. Şah, Şii geleneğin bir kısım telakkilerini de suiistimal ederek, İran’ı bir işkencehaneye çevirmişti. Her kesimden muhalifin şiddetle bastırıldığı, sokak ortasında infaz edildiği, işkenceler altında yok edildiği bu ülkede Şah’ın istihbarat servisi SAVAK’ın tezgâhından geçmeyen muhalif neredeyse yok gibiydi. Bu merkezlerden en şedidi Tahran’da bulunanıydı. İnkılab’a kadar faaliyette bulunduğu bin yüz kırk günde, daha sonra yapılan çalışmalarla tespit edilebildiği kadarıyla, 8.500’den fazla kişinin sorgulandığı/ işkence gördüğü bu merkezden kimler geçmemişti ki! Bugün İnkılab’ın lideri olan Ayetullah Seyyid Ali Hamanei’den tutun da, Beheşti’ye, Ali Şeriati’ye kadar birçok İslamcı muhalifin yanında sayısız komünist yahut milliyetçi muhalif de bu merkezde zulüm görenler arasındaydı. Bunların yüzlercesi ise bayandı. Birçoğu işkencelere dayanamayarak burada şehit oldu/ hayatını kaybetti.

İranlılar bu merkezi gelecek nesillere bir ibret vesikası olmak üzere müzeye çevirmişler. Müzenin girişindeki duvarlardaki her bir tuğlaya, burada işkence gören bir kişinin ismini havi bir plaka çakılmış vaziyette. Sekiz bin beş yüz insan; binlerce plaka… Müzenin içinde her bir odada hangi işkencecinin bulunduğu/ görevli olduğu, ne tür işkenceler yaptığı/ uzmanlığı ve İnkılab sonrası akıbetine dair bilgiler var. Bu işkenceciler ve kurbanları balmumundan yapılan eserlerle ziyaretçilerin dikkatine sunulmuş. Her bir odada Şah Muhammed Rıza Pehlevi, karısı Farah Diba ve veliahdının fotoğrafları bulunuyor. İşkenceciler bu fotoğrafların altında kurbanlarının tırnaklarını söküyor, etlerini parçalıyor, Filistin askısına alıyor, ateşe tutuyor, kırbaçlıyor, gerdiriyor, taciz ve tecavüz ediyor. Müzeyi bize gezdiren görevlilerden birisi de burada işkence görmüş. Anlatımına göre, henüz on beş - on altı yaşında bir gençken İmam Humeyni’nin vaazlarına, risalelerine ilgi duyması üzerine buraya getirilmiş ve burada kendisine dört ay boyunca işkence edilmiş. Kimisi buradan cezaevine götürülüyordu ve bazen işkence için cezaevinden getirilenler oluyordu, diyor.  Görevli, bize bodrum katta kaldığı, dört ay geçirdiği hücreyi gösteriyor. İşkencehanenin bu bölümü diğer kısımlarından çok daha soğuk ve karanlık. Hücre duvarının üst kısmında bir havalandırma dışında burada nefes alacak bir yer yok. Müze olarak düzenlenirken, bu hücrelerin girişine orada kalan/ işkence gören meşhur kişilerin fotoğrafları konulmuş. Hücrenin içine de bu kişilerin balmumu heykelleri yerleştirilmiş.

Bir odada Şah’ın fotoğrafının altında, “Allah, Şah, İran” yazısına tesadüf ediyoruz. İşkencecilerin bazılarının itiraflarının yer aldığı video gösterimlerinde, tüm bu işkencelerin Allah, Şah ve İran için yapıldığı anlatılıyor. Bu işkencecilerin bazıları yakalanma korkusu ile intihar ederken, bir kısmı ülkeden kaçmayı başarıyor. Birazı ise yakalandıktan sonra idam cezasına mahkûm ediliyor. Allah’ın hükmü onlar üzerine hak olurken Şah onları kurtaramıyor.

Şah, karısı ve veliahdının fotoğrafları altında yapılan işkenceleri bilmeyenler, Şah’ın karısı Farah Diba’nın yıllar sonra yaptığı bir röportajda “İran halkının kendilerine yönelik öfkesini anlamadığı” şeklindeki sözlerine kanabilirler. Ne var ki, İran halkı ne Allah ne Şah ne de İran adına yapılan işkenceye rıza göstermeyi kabul etti. Şah ve Farah ne Allah’tan ne de İran halkından aldıkları bir cevazla bu zulmü işlediler. Onlar katışıksız zalimler olarak bir nesli helake sürüklemek istediler. İran halkının onlara yönelik öfkesi son derece haklı ve tabii…

Bu işkencehanenin ilk salonunda sizi karşılayan hikâyeyi zikretmeden geçemeyeceğim. Tahran’ın meşhur kabadayılarından Hac Rıza SAVAK tarafından bu merkeze getirilir ve kendisinden şehirde anarşi çıkarması, Şah’ın adamları kendisini tutukladığında ise bunu Humeyni’nin emriyle yaptığını söylemesi istenir. Rıza, SAVAK’ın bu talebine karşı çıkar ve “Seyyid’e iftira atmak mı? Yarın mahşerde Allah’ın huzurunda, peygamberin ve imamların yüzüne nasıl bakarım?”, der. SAVAK Rıza’yı bu yüzden infaz eder. Umuyorum ki, belki dinin ibadi yönüne bigane bu adamın hakikate sadakat duygusu Allah’ın huzuruna götüreceği azığı olmuştur: “Harabat ehlini hor görme sakın/ Hazineler gizli viraneler var”
Bugün İran halkını meydanlara dolduran içtimai hafızanın izleriyle tanışmak için İbret Müzesi’nin http://www.ebratmuseum.ir/ adresini ziyaret etmenizi ve orada yer alan “Virtual Tour”a katılmanızı şiddetle tavsiye ederim.
İran halkını İnkılab’ın üzerinden geçen 35 seneye rağmen hala “merg ber Amrika” sloganı atmaya sevk eden şey Amerika’nın bitmek bilmeyen kini sebebiyle İran’ın yüzleştiği yaptırımlardan ibaret değildir. İran halkı Amerika’nın İran’daki habis varlığını, Amerikan sefaretinin İbret Müzesi’nde yer alan işkenceler ile irtibatını unutmuş değil. İranlı öğrenciler tarafından ele geçirilen Amerikan sefareti de Tahran’da ziyaret edilmesi gereken müzelerden bir diğeri.

1980’deki Türkiye’yi göz önüne getirebilenler bu anlatacaklarımı çok daha iyi tasavvur edeceklerdir. O yıllarda İran Türkiye’den çok da farklı değildir. Türkiye’nin büyük bölümü elektrik şebekesinden, telefon hizmetinden mahrum olduğu gibi İran da böyledir. O dönemde Türkiye’nin birçok büyük ilinin kenar mahallelerinde belki bir veya birkaç kişi telefona sahiptir. Avrupa’daki yakınını aramak isteyen birisi öncelikle PTT santralini arar ve sıraya yazılır, şansı varsa beş altı saat sonra yakınıyla ancak görüşebilirdi. O dönemde durum İran’da da farklı değildir. İşte böylesi bir dönemde Amerikan sefaretinde yer alan cihazların gelişmişliği hayret uyandıracak düzeydedir. Bu cihazlarla Amerika, İran’daki telefon ve telsiz haberleşmesini kesintisiz dinlenmekte, tutulan kayıtlar, raporlar bilgisayar ve şifreleme cihazları marifetiyle kodlanarak uydu vasıtasıyla Washington’a aktarılmaktaydı. Sefarette bulunan cam odaya girme hakkı ancak üç kişiye aitti: Amerikan elçisi, CIA Ortadoğu Şefi ve SAVAK Şefi.

Amerikan sefareti Amerikan vatandaşlarının konsolosluk hizmetlerini yürüten bir mekân olmaktan ziyade İran içindeki casusluk operasyonlarının merkezi olarak faaliyet göstermekteydi. Çelik kapılar ardına gizlenmiş, kilo ayarı ve şifre bilgisiyle kişiye özel kılınmış kodlama odaları, sahte pasaport ve sair evrakın hazırlandığı büro bölümü ile bu bina İran halkına yönelik işkencelerin yanı sıra bölge ülkelerine karşı girişilen onlarca operasyonun da komuta merkezi olarak yer etti İran halkının hafızasında.

Bugün gerek Türkiye gerekse bölge ülkelerinde yer alan devasa Amerikan elçiliklerinin yahut konsolosluklarının ne vazife icra ettiğini, içinde ne düzeyde bir teknolojinin yer aldığını tahmin etmek için İranlı Müslümanların ele geçirdiği bu binayı bir ikinci İbret Müzesi olarak ziyaret etmek gerekiyor. İşte bunun için 9 Şubat günü İbret Müzesi’nin hemen ardından Amerikan sefaretini de ziyaret ediyoruz. Amerika’nın Müslümanlara yönelik düşmanca emellerini açığa çıkaran, dünya halklarını köleleştirmek için gece gündüz desiseler peşinde koşan emperyalistlerin emellerine bir set olan İran halkına İslam’ın emrine verdikleri bu ülke ve İslam’a hizmetleri sebebiyle teşekkür ediyoruz, buradan ayrılırken. Bu vesileyle, İslam olmadan ne İran’ın ne de Türkiye’nin bir önemi olduğunu, Müslümanlara can veren hakikatin ancak İslam’ın bahşettiği izzetin peşinde koşmaktan geçtiğini, çağımızda bu izzeti mücessem kılmak için Amerika’nın entrikalarına direnmekten başka bir yol bulunmadığını bir kez daha idrak ediyor, idrakimizi amele dökme kudreti vermesi için Allah’a dua ediyoruz.


İmam Humeyni İran halkına seslenirken, “Siz dünyayı saran bir putu kırdınız”, diyordu. 11 Şubat günü Meydan-ı Azadi’ye akan bu coşkun nehir bize gösterdi ki, Ruhullah’ın elindeki balta Büyük Şeytan’ın sadece Talegani Caddesi’ndeki sefaretini değil, Beyaz Saray’daki patronunu da yerinden edip “hakikatin sahibi” adaleti tesis edene kadar inmeyecek; İran halkı, o kutlu güne kadar bütün zorlukları göğüsleyecek ve fakat bu yolda çekilen zahmetin değerini ve şehitlerin itibarını asla payimal etmeyecektir.