5 – 11 Şubat 2014 tarihleri
arasında gerek Tahran Üniversitesi’ndeki işlerimi takip etmek gerekse İslam
İnkılabı’nın yıl dönümü merasimlerine iştirak etmek için bulunduğum Tahran’da, Allah
selamet versin, Yaşar Kaplan’ı, onun “Bir Şenliktir İnkılap” kitabını anmadan
edemedim. Bu kitapta Kaplan, İnkılab’ın ardından İran’a yaptığı seyahate
ilişkin notlarını naklediyordu. Yaklaşık yirmi sene evvel okuduğum bu kitapta
altını kalınca çizdiğim husus, “İran’da her şey fıkha dayanıyor” tespitiydi.
Ama kitap bununla da kalmıyor, halkın İnkılab’a olan coşkun bağlılığını da
edebi bir dille vurguluyordu. Yanılmıyorsam birkaç sene evvel “Yaşar Kaplan
yazı hayatına dönmeli” konulu bir makale okumuştum. Aradan geçen bunca zamanın
onu değiştirip değiştirmediğini bilemiyorum. Öyle de olsa, bağnazlıkla
savaşmayı önemsediğini her fırsatta açığa koyan bir kişinin hala değerli
katkılar sunabileceğine inanıyorum.
Yaşar Kaplan’dan yıllar sonra geldiğimiz
Tahran’da, 11 Şubat’ın (22 Behmen) erken
saatlerinde şehrin kalp atışlarını Heft-i Tir meydanında hissetmeye başlıyoruz.
Bu gün İnkılab’ın yıl dönümü ve Tahranlılar Heft-i Tir ile törenlerin merkezi
olan Meydan-ı Azadi arasındaki on kilometreyi aşkın yolu yürümek için hazırlık
halindeler. Önlerinde ruhanilerin olduğu insanlar üzerlerinde Amerika ve
İsrail’e yönelik öfkeyi dile getiren pankartlar ile kortej oluşturma
kaygısındalar. Kalabalığın içinde yaşlılar, kadınlar ve çocuklar dikkat
çekiyor. Biz tören alanına en yakın bir noktaya kadar arabamızla gitmeyi tercih
ediyoruz. Meydan-ı Azadi’ye yaklaşık beş kilometrelik bir mesafede, meydana
inen ana yolu kesen bir sokakta araçtan iniyoruz. Bu sokak İnkılab nehrine
bağlanan bir dere. Nehir ise yüz metre ilerimizde neşe içinde denize doğru akıyor.
Saat dokuz buçuk… Haber
bültenlerinin helikopterden çekilmiş görüntüler eşliğinde verdiği “İslam
İnkılab’ının yıldönümünde İran halkı milyonluk gösteriler düzenledi” anonsuna
şahitlik eden, televizyondan azametini gördüğümüz o okyanusun içinde bir zerreyiz.
Şimdi biz, bir pervane sesi ve yükselen uğultular değil, bir “pervane” ve “merg
ber Amrika”yız. Bu nehrin/ denizin/ okyanusun zerrelerinin her biri hem nevi
şahsına münhasır hem de İnkılab ruhunda mütecanis. İmam Humeyni ve Hamanei
posterleri taşıyan çadorlu bayanlar olduğu gibi, “merg ber Amrika” pankartları
taşıyan, saçlarının bir kısmı açıkta bayanlar da görmek mümkün. Yine ellerinde
İmam’ın posterleri olan genç kız ve erkeklerin yanında yüzlerini İran
bayrağının renkleriyle boyamış gençlere rastlamanız da…
Meydan-ı Azadi’ye akan bu nehrin
sağında ve solunda birçok etkinliğe rastlıyoruz. Askeri bandolar, kukla
gösterileri, fotoğraf sergileri, sivil toplum kuruluşlarının stantları… Tüm
bunların arasına serpiştirilmiş işportacıları da unutmamak lazım. Helikopter
üzerimizden geçiyor. Bu, öğle saatlerinden itibaren birçok televizyon kanalında
devasa bir yumruk olarak yer alacağız, demektir. Meydana üç kilometre kala
tıkanan, artık ilerleme imkânı kalmayan bu caddede ise atan bir yürek var.
Kalabalığın arasında yerli ve
yabancı televizyon kanallarına rastlıyoruz. Bunlardan birisi “A Haber” ekibi. Türkiye’den
gelen bu ekip İranlılar ile röportajlar yapıyor. Gençler, yaşlılar, kadınlar,
gaziler. İki elini kaybetmiş bir gaziye bir bacağı aksayan diğeri eşlik ediyor.
Niçin buradalar sorusunun cevabı basit: Bu hem dini hem milli bir vazife. İran
halkı hem dinine hem ülkesine sadakat göstermek ve bunun için de İmam Hamanei’nin
çağrısına icabet etmek zorunda. Karıncanın adımından değil, niyetinden sorumlu
olduğunun bilincinde bir topluluk. İsterse yüz metre olsun, meydana ulaşan bu
yolda yürünecek, yüz o meydana; İmam Hamanei’nin çağrısına dönecek. İran’da
yaşayan Türk arkadaşıma, bu merasimlere katılmanın zorunlu olup olmadığını
soruyorum. Hayır, diyor ve devam ediyor; Zorunlu değil. Devletin sağladığı imkân
bugünü tatil ilan etmek ve ücretsiz ulaşım sağlamaktan ibaret. Sivil toplum
kuruluşları da poster ve broşürleri ücretsiz veriyor.
Yol boyunca hazırlanan ses
sistemi törenlerin resmi kısmının yürütüldüğü alandaki gelişmeleri aktarıyor.
Az sonra, İran’ın yakınlarda seçilen cumhurbaşkanı Ruhani’nin sesini duymaya
başlıyoruz. Akıcı bir üslupla sürdürdüğü konuşmasını meydana üç kilometrelik
mesafeden dinliyoruz. İnkılab’ın kendi yolunda yürüdüğünden, İran halkının
haklarından bir güna taviz verilmeyeceğinden, İnkılab’a sadakatin zaferin
başlıca şartı olduğundan bahsediyor.
Bir yandan meydana doğru gelen ve
bir yandan da ilerleme imkânı olmadığı için geri dönmeye başlayan insanların
fotoğraflarını çekiyoruz. Yol üzerine çizilmiş Amerika ve “İsrail” bayraklarını
ezenler, bebek arabasındaki çocuklar, ellerinde balonlarla babalarının
kucaklarında gülümseyen afacanlar, birbirine kenetlenmiş beşer onar kişilik
gruplar, işportacılar, kuklalar, bandolar, gaziler, kendilerinin fotoğrafını
çekmemizi isteyen lise talebesi çağında gençler makinemizin objektifine yansıyor.
İran halkına İnkılab’a sahip çıktıkları için şükranlarımızı sunarak ayrılıyoruz
Meydan-ı Azadi’ye ulaşamadan.
Tüm bunlar 11 Şubat’ta olanlar. Doğrusu
biz, İran halkını 11 Şubat’ta bulvarları, meydanları doldurmaya sevk eden sırra
9 Şubat’ta vakıf olarak gelmiştik buraya…
9 Şubat 2014, İbret Müzesi ve Amerikan Sefareti
Her çağın bir putu, bir firavunu
vardır. Bu çağın putunu/ firavununu Amerika olarak ilan eden İmam Humeyni,
“Ateşli ve ateşsiz silahlarınızı Amerika’ya doğrultun”, diyordu. Zira Amerika,
ülkeleri her türlü desise ile yok etmeyi amaç edinmiş, bunun için her türlü
melaneti hiçbir kaygı duymaksızın işleyebilecek siyasi ve askeri gücü temsil
ediyor. Amerika kimi ülkelere doğrudan askeri müdahale yoluyla, kimilerine ise
kukla yönetimler eliyle hükmediyor. İran, İslam İnkılâbı’na dek, Amerika’nın
Şah rejimi eliyle yönettiği, Musaddık döneminde olduğu gibi, kimi zaman CIA
darbeleriyle yönetimi belirlediği bir ülke idi. Şah, Şii geleneğin bir kısım
telakkilerini de suiistimal ederek, İran’ı bir işkencehaneye çevirmişti. Her
kesimden muhalifin şiddetle bastırıldığı, sokak ortasında infaz edildiği,
işkenceler altında yok edildiği bu ülkede Şah’ın istihbarat servisi SAVAK’ın tezgâhından
geçmeyen muhalif neredeyse yok gibiydi. Bu merkezlerden en şedidi Tahran’da
bulunanıydı. İnkılab’a kadar faaliyette bulunduğu bin yüz kırk günde, daha
sonra yapılan çalışmalarla tespit edilebildiği kadarıyla, 8.500’den fazla kişinin
sorgulandığı/ işkence gördüğü bu merkezden kimler geçmemişti ki! Bugün
İnkılab’ın lideri olan Ayetullah Seyyid Ali Hamanei’den tutun da, Beheşti’ye,
Ali Şeriati’ye kadar birçok İslamcı muhalifin yanında sayısız komünist yahut
milliyetçi muhalif de bu merkezde zulüm görenler arasındaydı. Bunların
yüzlercesi ise bayandı. Birçoğu işkencelere dayanamayarak burada şehit oldu/
hayatını kaybetti.
İranlılar bu merkezi gelecek
nesillere bir ibret vesikası olmak üzere müzeye çevirmişler. Müzenin girişindeki
duvarlardaki her bir tuğlaya, burada işkence gören bir kişinin ismini havi bir
plaka çakılmış vaziyette. Sekiz bin beş yüz insan; binlerce plaka… Müzenin
içinde her bir odada hangi işkencecinin bulunduğu/ görevli olduğu, ne tür
işkenceler yaptığı/ uzmanlığı ve İnkılab sonrası akıbetine dair bilgiler var.
Bu işkenceciler ve kurbanları balmumundan yapılan eserlerle ziyaretçilerin
dikkatine sunulmuş. Her bir odada Şah Muhammed Rıza Pehlevi, karısı Farah Diba ve
veliahdının fotoğrafları bulunuyor. İşkenceciler bu fotoğrafların altında
kurbanlarının tırnaklarını söküyor, etlerini parçalıyor, Filistin askısına
alıyor, ateşe tutuyor, kırbaçlıyor, gerdiriyor, taciz ve tecavüz ediyor. Müzeyi
bize gezdiren görevlilerden birisi de burada işkence görmüş. Anlatımına göre,
henüz on beş - on altı yaşında bir gençken İmam Humeyni’nin vaazlarına,
risalelerine ilgi duyması üzerine buraya getirilmiş ve burada kendisine dört ay
boyunca işkence edilmiş. Kimisi buradan cezaevine götürülüyordu ve bazen
işkence için cezaevinden getirilenler oluyordu, diyor. Görevli, bize bodrum katta kaldığı, dört ay
geçirdiği hücreyi gösteriyor. İşkencehanenin bu bölümü diğer kısımlarından çok
daha soğuk ve karanlık. Hücre duvarının üst kısmında bir havalandırma dışında
burada nefes alacak bir yer yok. Müze olarak düzenlenirken, bu hücrelerin
girişine orada kalan/ işkence gören meşhur kişilerin fotoğrafları konulmuş.
Hücrenin içine de bu kişilerin balmumu heykelleri yerleştirilmiş.
Bir odada Şah’ın fotoğrafının
altında, “Allah, Şah, İran” yazısına tesadüf ediyoruz. İşkencecilerin
bazılarının itiraflarının yer aldığı video gösterimlerinde, tüm bu işkencelerin
Allah, Şah ve İran için yapıldığı anlatılıyor. Bu işkencecilerin bazıları
yakalanma korkusu ile intihar ederken, bir kısmı ülkeden kaçmayı başarıyor.
Birazı ise yakalandıktan sonra idam cezasına mahkûm ediliyor. Allah’ın hükmü
onlar üzerine hak olurken Şah onları kurtaramıyor.
Şah, karısı ve veliahdının
fotoğrafları altında yapılan işkenceleri bilmeyenler, Şah’ın karısı Farah Diba’nın
yıllar sonra yaptığı bir röportajda “İran halkının kendilerine yönelik öfkesini
anlamadığı” şeklindeki sözlerine kanabilirler. Ne var ki, İran halkı ne Allah
ne Şah ne de İran adına yapılan işkenceye rıza göstermeyi kabul etti. Şah ve
Farah ne Allah’tan ne de İran halkından aldıkları bir cevazla bu zulmü
işlediler. Onlar katışıksız zalimler olarak bir nesli helake sürüklemek
istediler. İran halkının onlara yönelik öfkesi son derece haklı ve tabii…
Bu işkencehanenin ilk salonunda
sizi karşılayan hikâyeyi zikretmeden geçemeyeceğim. Tahran’ın meşhur
kabadayılarından Hac Rıza SAVAK tarafından bu merkeze getirilir ve kendisinden
şehirde anarşi çıkarması, Şah’ın adamları kendisini tutukladığında ise bunu
Humeyni’nin emriyle yaptığını söylemesi istenir. Rıza, SAVAK’ın bu talebine
karşı çıkar ve “Seyyid’e iftira atmak mı? Yarın mahşerde Allah’ın huzurunda,
peygamberin ve imamların yüzüne nasıl bakarım?”, der. SAVAK Rıza’yı bu yüzden
infaz eder. Umuyorum ki, belki dinin ibadi yönüne bigane bu adamın hakikate
sadakat duygusu Allah’ın huzuruna götüreceği azığı olmuştur: “Harabat ehlini
hor görme sakın/ Hazineler gizli viraneler var”
Bugün İran halkını meydanlara
dolduran içtimai hafızanın izleriyle tanışmak için İbret Müzesi’nin http://www.ebratmuseum.ir/ adresini
ziyaret etmenizi ve orada yer alan “Virtual Tour”a katılmanızı şiddetle tavsiye
ederim.
İran halkını İnkılab’ın üzerinden
geçen 35 seneye rağmen hala “merg ber Amrika” sloganı atmaya sevk eden şey
Amerika’nın bitmek bilmeyen kini sebebiyle İran’ın yüzleştiği yaptırımlardan
ibaret değildir. İran halkı Amerika’nın İran’daki habis varlığını, Amerikan
sefaretinin İbret Müzesi’nde yer alan işkenceler ile irtibatını unutmuş değil.
İranlı öğrenciler tarafından ele geçirilen Amerikan sefareti de Tahran’da
ziyaret edilmesi gereken müzelerden bir diğeri.
1980’deki Türkiye’yi göz önüne
getirebilenler bu anlatacaklarımı çok daha iyi tasavvur edeceklerdir. O
yıllarda İran Türkiye’den çok da farklı değildir. Türkiye’nin büyük bölümü
elektrik şebekesinden, telefon hizmetinden mahrum olduğu gibi İran da böyledir.
O dönemde Türkiye’nin birçok büyük ilinin kenar mahallelerinde belki bir veya
birkaç kişi telefona sahiptir. Avrupa’daki yakınını aramak isteyen birisi
öncelikle PTT santralini arar ve sıraya yazılır, şansı varsa beş altı saat
sonra yakınıyla ancak görüşebilirdi. O dönemde durum İran’da da farklı
değildir. İşte böylesi bir dönemde Amerikan sefaretinde yer alan cihazların
gelişmişliği hayret uyandıracak düzeydedir. Bu cihazlarla Amerika, İran’daki
telefon ve telsiz haberleşmesini kesintisiz dinlenmekte, tutulan kayıtlar,
raporlar bilgisayar ve şifreleme cihazları marifetiyle kodlanarak uydu
vasıtasıyla Washington’a aktarılmaktaydı. Sefarette bulunan cam odaya girme
hakkı ancak üç kişiye aitti: Amerikan elçisi, CIA Ortadoğu Şefi ve SAVAK Şefi.
Amerikan sefareti Amerikan
vatandaşlarının konsolosluk hizmetlerini yürüten bir mekân olmaktan ziyade İran
içindeki casusluk operasyonlarının merkezi olarak faaliyet göstermekteydi. Çelik
kapılar ardına gizlenmiş, kilo ayarı ve şifre bilgisiyle kişiye özel kılınmış
kodlama odaları, sahte pasaport ve sair evrakın hazırlandığı büro bölümü ile bu
bina İran halkına yönelik işkencelerin yanı sıra bölge ülkelerine karşı
girişilen onlarca operasyonun da komuta merkezi olarak yer etti İran halkının
hafızasında.
Bugün gerek Türkiye gerekse bölge
ülkelerinde yer alan devasa Amerikan elçiliklerinin yahut konsolosluklarının ne
vazife icra ettiğini, içinde ne düzeyde bir teknolojinin yer aldığını tahmin etmek
için İranlı Müslümanların ele geçirdiği bu binayı bir ikinci İbret Müzesi
olarak ziyaret etmek gerekiyor. İşte bunun için 9 Şubat günü İbret Müzesi’nin
hemen ardından Amerikan sefaretini de ziyaret ediyoruz. Amerika’nın
Müslümanlara yönelik düşmanca emellerini açığa çıkaran, dünya halklarını
köleleştirmek için gece gündüz desiseler peşinde koşan emperyalistlerin
emellerine bir set olan İran halkına İslam’ın emrine verdikleri bu ülke ve
İslam’a hizmetleri sebebiyle teşekkür ediyoruz, buradan ayrılırken. Bu
vesileyle, İslam olmadan ne İran’ın ne de Türkiye’nin bir önemi olduğunu,
Müslümanlara can veren hakikatin ancak İslam’ın bahşettiği izzetin peşinde
koşmaktan geçtiğini, çağımızda bu izzeti mücessem kılmak için Amerika’nın
entrikalarına direnmekten başka bir yol bulunmadığını bir kez daha idrak ediyor,
idrakimizi amele dökme kudreti vermesi için Allah’a dua ediyoruz.
İmam Humeyni İran halkına
seslenirken, “Siz dünyayı saran bir putu
kırdınız”, diyordu. 11 Şubat günü Meydan-ı Azadi’ye akan bu coşkun nehir bize
gösterdi ki, Ruhullah’ın elindeki balta Büyük Şeytan’ın sadece Talegani
Caddesi’ndeki sefaretini değil, Beyaz Saray’daki patronunu da yerinden edip
“hakikatin sahibi” adaleti tesis edene kadar inmeyecek; İran halkı, o kutlu
güne kadar bütün zorlukları göğüsleyecek ve fakat bu yolda çekilen zahmetin
değerini ve şehitlerin itibarını asla payimal etmeyecektir.