Translate

24 Aralık 2013 Salı

Kolonel Erdoğan, Karadavi Gülen

Gürkan BİÇEN

Görünürde Fetullah Gülen ile Recep Tayyip Erdoğan arasında alevlenen ve şiddeti giderek artan çatışma bize ilme tabi olmayan gücün müstekbirliğe, Allah’a dönmeyen ilmin ise gayrısına kulluğa yol açtığını bir kez daha gösterdi. Bu ikisinin kavgası isyancılara “sıçanlar” diyen Libya’nın Albay Kaddafisi ile Kaddafi’ye lanet edip ölüm fetvası veren Katar’ın paralı kuklası Yusuf Karadavi örneği ile benzeşti.

Şubat 2011’de Libya’da baş gösteren, Libya hükümetinin eski üyelerinin yer aldığı isyan hareketine meydan okumak üzere televizyon kameraları önüne çıkan Kolonel Kaddafi onları Libya halkını temsil etmeyen çete üyeleri, sıçanlar ve paralı askerler olarak tanımlamıştı. Kaddafi’nin karşısında ise Katar’ın kuklası Yusuf Karadavi fetva makamı olarak yer alıyordu. O dönemde Türkiye bölgede bir huzur adası olarak beliriyor, bir model olma iddiasını halen sürdürüyordu. Arap sokaklarında Erdoğan hayranlığı ve Türkiye sevgisi henüz rüzgârını yitirmemişti. Türkiye’de eksik okuduğu dış politikayı Malezya’dan ithal ettiği bir hayalperest profesörün de katkısıyla gidermeye çalışan Erdoğan, aradan geçen üç yılın sonunda sadece Arap sokaklarından silinmekle kalmayıp kendi ülkesinde de Kolonel Kaddafi portresi çizmeye başlamış oldu.

Sokma akılla buraya kadar

Türkiye’nin kabiliyetlerini ve imkânlarını abartan, hayal ile gerçekliğin arasını tefrik edemeyen bir anlayışı parlatan Batı Dünyası, aramızdan bir dünya lideri, Malezya’dan da bir Kissenger  çıkarttığımıza Türk sokaklarını ikna etmeyi başardı. Bu lider ve Kissenger Ahmet, Türk halkına Balkanlar ve Ortadoğu’nun tartışma kabul etmez ağabeyliğini (siz bunu patronluğu olarak okuyun) vaat ediyorlardı. Kendilerine biçilen rol gereği önleri açılıyor, uzun vadeli kredilerle yapılan bayındırlık faaliyetlerine yönelik propaganda çevre ülke halklarını da etkiliyordu. Açılan krediler karşılığında Türk hükümetinden istenen şey Direniş Ekseni’nde bir gedik oluşturmasıydı.

Tunus’ta başlayan halk hareketinden sonra Mısır ve Libya’nın diktatörlerinin devrilmesi ile Suriye’ye yönelen emperyalist iştiha bu cephede koçbaşı olarak Türkiye’yi kullanmayı uygun buluyordu. Türkiye hem kendi çiğ emelleri/ hayalleri hem de emperyalist cephenin diğer aparatçıkları olan Körfez ülkelerinin akıttığı dolarlar sebebiyle kısa sürede biteceğini zannettiği bu maceraya atılıyor ve komşu bir ülkeye cephe açmış ve sayısız savaş suçu işlemiş bir ülke haline dönüşüyordu.

Türkiye’nin koçbaşı olduğu bu süreçte Batı Dünyası istenileni gerçekleştiremeyip Suriye’den siyasal anlamda eli boş dönmek zorunda kalınca, Siyonist İsrail rejimi ile barış anlaşması yapmaya hazır İhvan menşeli tüm hareketlerin de bulundukları konumdan uzaklaştırılmaları gerekiyordu. Mısır’da başlayan bu süreç Türkiye ile devam ediyor. Suriye rejiminin düşmediği bir Ortadoğu’da ne İhvan’a ne de AKP’ye ihtiyaç var. Suriye’nin tarumar olmasının başlıca müsebbibi AKP iktidarı uluslararası payandalarının bir bir çekildiğini hissediyor ve bu sebeple Erdoğan Kolonel Kaddafi’nin jargonuna sarılıyor.

Kolonel Erdoğan

Halka hitaben yaptığı bir konuşmada Fetullah Gülen ve hareketini hedef alan Erdoğan, “Devlette paralel yapı kurmak isteyenler, devletin kurumları içine sinenler şunu bilesiniz ki ininize gireceğiz ininize. Didik edeceğiz ve devletin içindeki bu örgütleri temizleyeceğiz”, ifadesine yer veriyordu. Şayet Erdoğan iddia ettiği bu çeteleşmede pay sahibi olmasaydı elbette sözlerini daha bir ciddiyetle dinlerdik. Ne var ki, bu sözler hem tehlikeli bir duruşu hem de kendi günahını yansıtıyor.

Her şeyden evvel şunu gözden kaçırmamız gerekiyor: Fetullah Gülen hareketi Türkiye’de kendi kadrosunu/ elemanını üretmeyi sürdüren tek yapıdır. Türk İslamcı hareketlerin hemen hepsi AKP iktidarı ile iç içe girmiş ve kendi iddialarını yitirmiş haldedir. Bir başka ifadeyle Türk İslamcılığı kendini AKP’nin yedek lastiği haline getirmiş, ondan bağımsız bir hareket ve karar süreci geliştiremez olmuştur. Yakından takip edenler elbet bileceklerdir ki, İslamcı hareketin önemli simaları AKP bürokratlarının teşrifatçısı haline dönüşmüştür. Bu manzaranın aksine Fetullah Gülen hareketi tüm diğer hükümetlerle olduğu gibi AKP hükümeti ile de ilişkisini menfaat temelinde yürüten ve başından beri de İslamcı olmayan bir harekettir. Fetullah Gülen entelektüel anlamda ümmetçi bir İslam’dan haz etmediğini, bize uygun bir Türk İslam’ı, Anadolu İslam’ı var etmek istediğini, bunun için Arap ve Fars etkisinin silinmesi gerektiğini açıkça söyleyen birisidir. Onun hareketi kavmiyetçi temellerine yeşil boya sürülmüş bir harekettir. Böyle de olsa Gülen Hareketi uluslararası aktörlerin desteği ile küresel düzeyde önü açık tutulan bir hareket olmayı sürdürmüştür. Onun sahip olduğu imkânlar ile emperyalist güçlere sunduğu hizmetin asıl “Hizmet” olduğu tartışmasızdır.

Bundan sonra şunu dikkate almamız fayda sağlayacaktır: AKP kadroları Milli Görüş çizgisinden çıktıklarını, bu gömleği çıkardıklarını, artık İslamcı olmadıklarını, kendi medeniyet değerlerinin Batı karşısında yenildiğini, tek yolun Batı olduğunu ilan etmiştir. Üç dönemdir iktidarda olan AKP’nin ilk döneminde Meclis’te yer alan Milli Görüş kökenli milletvekillerine artık neredeyse rastlamak mümkün değildir. AKP hem siyasi çizgi olarak Milli Görüş’ten uzaklaşmış hem de bürokrasideki değişimi sağlamak adına kendisine eklemlenen cemaatleri kullanmıştır. AKP’nin ikinci ve üçüncü döneminde jakoben Kemalistlerin bürokrasiden uzaklaştırılmasında büyük oranda başarı sağlanmıştır. AKP bürokrasiye atayacağı insan kaynağını kendisine koşulsuz destek veren, “en sadık kullar” arasından seçtiği gibi, kendisiyle menfaat üzerine ittifak eden Fetullah Gülen Hareketi’nden de faydalanmıştır.

En örgütlü ve sürekli insan kaynağına sahip Fetullah Gülen Hareketi AKP’nin Kemalistlerden boşalttığı birçok alana bizzat AKP tarafından yerleştirilmiştir. Bu gün devlet içinde devlet iddiasını dile getiren Erdoğan ve bakanları orta ve üst düzey atamaların birçoğunu bizzat kendileri yapmıştır. Erdoğan, “Bir sabah uyandım ve gördüm ki, devlete çete sızmış”, diyorsa bu ancak iki şekilde yorumlanabilir; Bir, üst düzey atamalarda devlet olarak yaptığımız güvenlik soruşturmalarının hepsi palavradır, çete üyeleri de olsa ben atayabilirim. İki, bizim Suriye’yi sokak sokak bildiğini iddia eden Milli İstihbarat Teşkilatımız ve diğer istihbarat unsurları Türkiye’yi bilmiyormuş.
Erdoğan’ın konuşması açık bir tehlikenin de habercisi. Üyelerini kendisinin atadığını göz ardı ederek çetenin inine girmekten bahseden Erdoğan, her Türk vatandaşının çalışma, memur olma, eğitim alma hakkının bulunduğunu da unutmuş görünüyor. Fetullah Gülen Hareketi’ne mensup olan insanları ne ile itham edeceksiniz? Kemalist jakobenlerin Hizbut Tahrir örgütüne yahut sair Nur hareketi mensuplarına yaptığı silahsız terör örgütü suçlamasını mı yönelteceksiniz? Yahut 12 Eylül darbecilerinin listeleri gibi listeler mi hazırlayacaksınız? Yoksa 28 Şubatçılara benzer şekilde “Ak Çalışma Grubu” kurup onları Yüksek Parti Konseyi kararları ile işlerinden, üniversitedeki kürsülerinden mi atacaksınız? Öyle ise size ancak Necip Fazıl cevap verebilir; Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak…

Karadavi Gülen

Fetullah Gülen yukarıda da belirttiğim gibi Ümmet eksenli bir İslami çabanın tamamen dışında yer alan, hayatını Türk tipi Müslümanlık yaratmaya adamış kavmiyetçi bir kişidir. O, bu çabasını gerçekleştirmek adına kendisine fayda sağlayacağını umduğu hiçbir aracı reddetmemiş ve süreçte tüm bu araçlar kendisini kuşatarak onu ve hareketini emperyalist güçlerin rehni ve kuklası haline getirmiştir. Bu hareketi takip eden herkes onların çok zaman gönüllü bir şekilde emperyalist ağa hizmet verdiğini kabul edecektir. Dünyanın her yerine yayılmış Türk okulları sadece Türkiye sevdasının işareti değil, küresel istihbaratın da insan kaynakları anlamına gelmektedir. Tıpkı Katar’ın kuklası Yusuf Karadavi gibi Fetullah Gülen de kendisinden olmayan müminlere karşı şedittir. Ancak bu demek değildir ki, Fetullah Gülen yolsuzluk meselesinde haksızdır. Erdoğan da AKP teşkilatlarının ve yönetiminin gırtlağa kadar yolsuzluk içinde olduğunu bilmektedir ve bundan dolayı açıkça tehdit etmekte ve yine anayasaya aykırı düzenlemelere tevessül etmektedir.

Gülen, Erdoğan’ı yolsuzluk üzerinden zayıf düşürecek bir operasyonun kuvvetle muhtemel anahtarı olmuştur. Kendisi ve çevresi gücü kibre dönüştüren Erdoğan ne kurban ne de mağdurdur zira bu ilişkinin gönüllüsü, okyanus ötesine selam söyleyeni olmuştur.

Seküler politikacıların yetkisini sınırlandırmak

Gelinen noktada, ilme tabi olmayan gücün istikbara yol açtığı alenen görülmüştür. Erdoğan veya bir başkası, seküler politikacılar halkın üzerinde bir yüktür ve halk nasıl bir ağırlığın altında olduğunun farkında değildir. Allah’ın özgür yarattığı her insanın özgür bir şekilde yaşayıp uhrevi salaha ulaşmasını gaye edinmiş, bunun için kendisini halkın önderliğine adamış ehli ilme ve onların velayetine ihtiyaç vardır.


Çare Erdoğan değil, Gülen değil, Sarıgül hiç değildir. Çare paradigmanın tümüyle reddidir.

15 Kasım 2013 Cuma

İmam Huseyn’in Kıyamından Sonra…

Gürkan BİÇEN

Özgürlüğün  Bedeli/  Bitmemiş Savaş Günlükleri… Özgür Açe Hareketi lideri merhum Tunku Hasan di Tiro’nun kaleme aldığı, hareketin ve kendisinin mücadelesini anlatan hatırat. Endonezya’ya bağlı Açe Sumatra adasında bir İslam devleti vücuda getirmek amacıyla yola koyulan hareketin serüvenini anlatan bu kitap kıyam ruhunun köklerini göstermesi bakımından da ilgi çekici noktalara temas ediyor.
Di Tiro, hareketin mücadelesinin İslami esaslara tabi olduğunu ısrarla vurgularken, mensuplarının tamamının Müslümanlardan oluştuğunu, her birisinin günde beş vakit namazı cemaatle kılmaya özen gösterdiğini, sosyal, kültürel ve siyasal açıdan rüştünü ispatlamış bir hareket olabilmek için eğitim faaliyetlerinin nasıl sürdürüldüğünü izah ediyor ve sözü bir noktada Aşura merasimine getiriyor.
Muharrem ayının 10.günü Açe Sumatra ormanlarının derinliklerindeki kamplarında toplanan savaşçıların Kerbela’da kıyam eden İmam Huseyn’i anışlarını tasvir ederken, onun kıyamının anlamını derinlemesine irdelemek ve kavramak gerektiğini söyleyen Di Tiro, İmam Huseyn’in etkisinin sadece İslam Dünyası’nın merkezi bölgelerinde değil, binlerce kilometre uzağındaki noktalarına varıncaya kadar hissedildiğini ortaya koyuyor.
İmam Huseyn, Allah resulünün (as) “Rabbim, kavmim bu Kuran’ı terk edilmiş bıraktı.”, hitabını dile getireceği kıyamet gününden evvel Arap kavmine sunulmuş bir fırsattı. İmam Huseyn’in kıyamı Allah’ın gasp edilen dinini kurtarmak ve böylelikle halkı salaha ulaştırmak için zamanda ve mekânda ileriye doğru atılmış bir adımdı. İmam Huseyn’in kanının döküldüğü Kerbela en uzak bölgelerin ücralarını dahi içine alan bir mekâna dönüşürken, şahadete ulaşılan o an tüm çağlara ulaşan bir patlama noktası oldu. Bugün İslam İnkılâbı ile tarihteki yerini belirlemede yeni bir tercih yapan İran, genişleyerek tüm zamanı ve mekânı kuşatan bu şahadetin anlamının mücessem hale geldiği bir mekân ve 1979 da sanki İmam Huseyn’in ricat anı olmuştur.
Tarihin o kırılma anında Allah resulünün ciğerparelerine sahip çıkmayan Arapların bıraktığı boşluğu Allah’ın dini adına 1400 yıl sonra dolduran İranlılar küresel hale gelen Yezid iktidarına karşı verdikleri mücadelede tıpkı İmam Huseyn gibi yalnız bırakılmak isteniyor. Yezid’in dağıttığı ulufelere tamah edenlere benzer şekilde bugünün Müslüman ülkeleri Amerika’nın ve küresel sermayenin dağıttığı sus paylarına rıza gösteriyor. İmam Huseyn’i Kerbela’ya götüren şartlar bugün küresel ölçekte cereyan ederken, bu zamanın –siyasal anlamda-  Huseyn’i sayabileceğimiz İran’ı gündelik menfaatler uğruna dünya çölünde yalnız bırakanları Tunku Hasan di Tiro binlerce kilometre uzaklıktaki bir ormanın içinden uyarıyor:

“Huseyn’in kıyamından sonra yeryüzünde hiç kimsenin zulme rıza göstermek için bir mazereti kalmamıştır.”

7 Kasım 2013 Perşembe

Yolumuz yoktu ama katiller de değildik

Gürkan BİÇEN

İngiltere ile Fransa’yı birbirine bağlayan 50 kilometre uzunluğundaki Manş Tüneli’nin hizmete girmesinden yaklaşık 20 sene sonra Türkiye, Üsküdar ile Sarayburnu arasında 1,5 kilometrelik tünele sahip Marmaray’ın açılışını “Yüzyılın Projesi Yüzyılın Lideri” sloganıyla yaptı. Türk basını bu proje ile Hindistan’ın Londra’ya bağlandığı müjdesini verirken, gerek bu proje ve gerekse diğer projeler sebebiyle temin edilen kredilerde kesinti olmaması için ülkemizin geçirdiği dönüşüme dikkat çekmekten imtina etti. Projenin ülke ekonomisine sağlayacağı faydayı tartışma konusu yapmaksızın, AKP yönetimindeki Türkiye’nin kredi ilişkileri yoluyla ülkeyi getirdiği noktayı görmek ve önceliğin nerede olduğunu tespit etmek, bunu yaparken yakındaki bir örneği de göz önünde tutmak gerekiyor.

İran İslam İnkılabı lideri İmam Humeyni İnkılab’ın ardından yüzleşilen sorunları ele aldığı bir konuşmasında, “Varsın otomobilimiz olmasın”, diyerek önceliğin maddi kalkınmaya değil, İslam İnkılâbı’nın ilke ve ülkülerine verilmesi gerektiğinden bahsediyordu. İran İslam İnkılâbı, İmam Humeyni’nin rehberliğinde, şiddete bulaşmaksızın, İslam, özgürlük ve bağımsızlık şiarını yükselterek başarıya ulaştı. İnkılab’ın öncelikli hedefi “kalkınma” değildi. O, sürecin sadece bir sonucu olarak geldi. Üstelik İran bu noktaya ödenmesi güç dış borçlar almaksızın ulaştı.

Ağustos 2013’te Gürbulak’tan başlayan seyahatimde gidiş-geliş hattına sahip iki şeritli tek bir yol üzerinden tüm Hazar şeridini takip ederek Meşhed’e varınca, beni misafir eden arkadaşıma, İran gibi bir ülkeye bu yolun yakışmadığını, hiç petrolü olmayan Türkiye’nin bile tüm yollarını bölünmüş yol haline getirdiğini söylediğimde, “İran kendi yağı ile kavrulmak istiyor. Bu yollar da bölünmüş yol olacak ama zamanla, borçlanmaksızın.”, cevabını almıştım. İran’ın toplam dış borcunun 23 milyar dolar olduğunu dikkate aldığımda bu cevabı makul bulmuştum.

İmam Humeyni’nin İslami hareketinden farklı olarak, yaklaşık 11 yıldır Türkiye’yi idare eden AKP kadroları hedef olarak milli gelirin yükseltilmesini ve bunun için hedefe giden yolların mubahlığını ilan ettiler. 2007 yılında beyanatta bulunan başbakan ve AKP kadroları 2013 yılına gelindiğinde Türkiye’de kişi başına milli gelirin 10 bin dolar olacağını söylüyorlar ve ekliyorlardı: Gelirimiz artınca birçok sorun kendiliğinden çözülecek.

Türkiye’de kişi başına düşen gayrı safi milli hasılanın yükselmesinin temel sebeplerinden birisinin orta ve uzun vadeli borçlanma olduğu, ülkeye giren sıcak paranın kesilmesi halinde bugün yaklaşık 367 milyar dolar olduğu ilan edilen[i] dış borcun ödenmesinde krize girileceği, Merkez Bankası stoklarının ülkeden çıkacak dövizi frenlemeye yetmeyeceği ve ekonominin bu şekilde devamının sıcak para akışına bağlı olduğu ortadadır.

Kemal Derviş’in çizdiği rotada ilerleyen AKP hükümetleri sürdürülebilir kredi akışını sağlamak için ülke insanının 80 yıllık birikimini küresel sermayenin hizmetine sunmuş, bunun neticesinde, ülkeye gelen yabancı sermaye başta bankacılık olmak üzere birçok sektörün el değiştirmesine, Türkiye’nin Batı malları için açık pazar haline gelmesine yol açmıştır.  Bugün Türkiye Batı’ya kaynak transferini devam ettirebilmek ve böylelikle içerideki düzeni sürdürebilmek için kaynağı belli olsun veya olmasın sıcak para ihtiyacı içindedir. Sıcak para akışının sekteye uğrama ihtimalinin belirdiği her durumda hükümetin tek çaresi yeni vergilere başvurmaktır. Bu ise ekonomik krizlerin ardından iktidara gelen bir hükümet için tercih edilecek en son yoldur. Böyle bir yola girmektense AKP yanlışı sürdürmeyi, hakikat ile yüzleşmeyi ertelemeyi tercih etmektedir.

AKP hükümetleri ülkenin kendi yağıyla kavrulması yerine dış borcun devamlılığına bel bağladığından ülkeyi küresel sermayenin talimatlarına da açık hale getirmiştir. Orta ve uzun vadeli yasal krediler dışında[ii], ülkeye giren kaynağı belirsiz milyarlarca dolar[iii] ne Batılı ülkelerin ne de Körfez monarşilerinin Türkleri sevmesi sebebiyledir. Türkiye akışın devamı için komşu ülkelerde terör ve istikrarsızlık yaratmakta, NATO şemsiyesi altında Müslüman ülkelerin işgaline yardım etmekte, Siyonizm’e karşı direnen akımları ehlileştirmeye çalışmaktadır. Tüm bunlar AKP hükümetlerine verilen krediler için talep edilen hizmetlerdir.

Suriye krizinde oynadığı rolle Körfez monarşilerinden para transferini devam ettiren AKP hükümeti, üzerinde katillerin cirit attığı, üç şeride çıkaracağını söylediği yollar vasıtasıyla kendine bağlı müteahhit firmalara rant dağıtımını sürdürüyor. Kamu kaynakları üzerinden zenginleşen muhafazakar kesim kredilerle gelen hayat standardının devamı için AKP hükümetlerinin İslami/ insani kokuşmuşluğunun payandası olmaya razı oluyor. Kapıkule’den, Habur’a, İncirlik’ten  Cilvegözü’ne uzanan yollar komşu ülkelere ölüm taşırken, muhafazakar ve İslamcı eskitmesi cenahlar küresel sermaye üzerinden hücum eden emperyalistlerle aynı karede yer almak için yarışıyor.

Batı Dünyası artık fayda sağlamayan, askeri, idari, adli ve siyasi bürokrasideki hakimiyetleri yoluyla Türkiye’nin kaynaklarını sadece kendi sınıfları için kullanan Kemalist jakoben tabakayı muhafazakar ve İslamcı eskitmesi müttefiklerinin yardımıyla söküp attı. Kemalist jakobenler ülke içindeki muhalefete kan kustururken, ülke dışındaki gelişmelere mümkün olduğunca karışmamayı ehven kabul ediyorlardı. Bugün Kemalistlerin yerini alanlar sadece ülke içi muhalefeti değil, emperyalist efendilerin işaret ettiği tüm kesimleri harap etmek üzere de görülmemiş bir iştiha ile saldırıyorlar. Tıpkı Saddam’ın İran’a saldırışı gibi…

Saddam’ı bir inde kıstırıp yaptığı muamele ile tüm Arapları aşağılayan Amerika işi bittiğinde Türkiye’deki muhafazakar ve İslamcı eskitmesi cenaha da aynı muameleyi yapmak isteyecektir. Amerika’nın niyeti her ne olursa olsun ülkenin yönetimini ele alan bu taifenin bizi onursuz bir yola sürüklediği açıktır.

Başımızdaki bu beylere demek isterim ki, evet, on yıl önce yolumuz yoktu ama katiller de değildik.




1 Ekim 2013 Salı

Destur ya Şevki Hoca

Gürkan BİÇEN

Sene 1989… Milli Gençlik Vakfı Eskişehir Şubesi’nin pencereleri Yalaman Adası’na bakan dairesinde televizyona kilitlenmiş birkaç gençten birisiyim. VHS videokaseti döndükçe ekrana ateşli bir hatibin görüntüsü yansıyor; Şevki Yılmaz. “Vallahi, bana üç saat televizyona çıkma izni versinler şu kellemi vermeye razıyım”, diyor Şevki Hoca. Yer gök inliyor, ya Allah, ya Allah diyoruz biz gençler. Şevki Hoca konuştukça büyülüyor, o büyüledikçe Refah Partisi büyüyor.

Bir hafta kadar evvel Kosova’dan bir dostum ile internet ortamında görüşürken, “Gürkan, bu Şevki Yılmaz Erbakan’a yakın değil miydi?”, diye sordu. Evet, öyleydi ama şu an Erdoğan’ın yanında ve hatta duyduğum kadarıyla “Sıkı Tayyipçi” imiş, diyorum cevaben. Dostum devam ediyor; Geldi buraya, Prizren’e, bir konuşma yaptı, şaşırdık.

İnsanoğlu şaşırmaya görsün. Bir kere şaşırdı mı onu yola ize koymak da zor oluyor. Hele ki bir zamanlar önde olanların şaşırması daha da vahim sonuçlara yol açıyor. Onların şaşırması kimilerini şaşkınlığa uğratırken kimilerini ise tıpkı kendisi gibi şaşırtıp yoldan çıkarıyor. Belki bunun için İmam Humeyni bir mektubunda, “İslam tarihi büyük adamlarının ihanetleri ile doludur”, diyordu.

Birkaç gün evvel bu sefer bir başka dostum Şevki Yılmaz’ın bir yazısını yolladı. Şevki Hoca Yeni Akit gazetesinden sesleniyordu okuyucusuna ve diyordu ki, “Ey İran! Ne zaman mazlumların yanında olacaksın!?” Hoca’nın sözlerini hayretler içinde okudum. Hoca birkaç gün evvel Prizren’e yaptığı ve benim dostumun bana aktardığı ziyaretten bahsediyor ve Kosovalıların İran hakkında kendisine söylediklerini bu yazı ile aktardığını iddia ediyordu. Şevki Hoca’ya göre Kosovalılar İran’ın Kosova’yı tanımamasından hayli rahatsızlarmış ve İran hakkında hayli kötü sözler sarf etmişler. Yazıyı okumadan birkaç gün evvel meseleden haberdar olmam ve Kosova’daki dostumun da bana böyle bir şeyden bahsetmemesi sebebiyle yeni bir görüşme ihtiyacı hissediyorum ve bu yazıyı da dostuma yolluyorum.

Dostum yazıyı okuduktan sonra, “Gürkan, bu neredeyse tümüyle yalan yanlış bir yazı”, diyor  ve devam ediyor: “Evet, Şevki Yılmaz ve birkaç kişi Prizren’e geldiler ve Şevki Yılmaz Prizren Medresesi’nde akşam dokuz ile on bir arasında yaklaşık 100 dakika boyunca durmaksızın konuştu ve hiçbir soru cevap kısmı olmaksızın, Arnavutlara ve Türklere söz hakkı vermeksizin ayrıldı gitti. Burada ne Arnavutlar ne de Türkler İran ile ilgili bir söz söylediler. Zaten Kosova’nın bağımsızlığı ve İran meselesi onun anlattığı gibi değil. Her şeyden evvel Kosova şu an EULEX yönetiminde, Denetimli Bağımsızlık statüsünde olan bir devlet. Yani sizin anladığınız anlamda tam bağımsız bir devlet değil. İkincisi, Kosova’nın Birleşmiş Milletler’de tanınması demek Filistin Devleti’nin tanınmasına benzer bir tanınma demektir. Yani üye olmayan devlet statüsü elde etmesidir. Rusya BM Güvenlik Konseyi’nde Kosova’nın bağımsız bir devlet olarak BM’ye üye olmasına izin vermedikçe Kosova’nın böyle bir imkânı yok. Üçüncüsü, Kosova devlet yetkilileri İran’dan resmi olarak bir tanınma da istememişler. İki sene evvel Prizren’e gelen İran’ın Arnavutluk elçisi bunu açık bir şekilde ifade etmişti. Bizim devlet yetkililerimiz İran’dan bu konuda bir randevu bile talep etmemişler. Dördüncüsü, biz burada ne İran’a ne Şiilere ne de Hizbullah’a bir şey dedik. Şevki Yılmaz bize ‘BOP’a engel olan Şiiler ve Hizbuşşeytan’dır’, dedi. Biz Şevki Yılmaz’ı yüz dakika dinledik ve çıkıp gitti.”
Şevki Hoca öyle yazsa da, Kosova kendisini doğrulamıyor. Şevki Hoca gittiği yeri de tanımıyor. Prizren’de gördüğü camiler ona Sultan Murat devrinde yaşadığı hissi verebilir ama vaziyet öyle değil.

Şevki Hoca bilmez, bugün Arnavutluk ve Kosova Amerika tarafından yönetiliyor. İran’ın Arnavutluk’a teklif ettiği her türlü anlaşma önce Amerikan dışişlerinin kontrolünden geçiyor. Sırf Amerika onay vermediği için bugün Tahran ile Tiran arasında doğrudan uçak seferleri düzenlenemiyor. Öğrenci değişim programları uygulanamıyor. Arnavut politikacılar İran karşısında Batı’nın yanında koşulsuz yer alacaklarını her daim ve açıkça ilan ediyor. Sali Berişa, “Bugün yeryüzünde yaşayan tek bir Hitler biliyorum o da Ahmedinecad’tır”, diyebiliyor. Şevki Hoca bilmez, İran Türkiye’nin Balkanlardaki varlığından rahatsızlık duymuyor bilakis Balkanlarda İslami varlığın devamı için Türkiye’nin varlığını elzem görüyor.

Yazısında Müslüman Arnavut halkına olan ilgisini ve sevgisini izhar eden Şevki Hoca Erbakan’ı bırakarak peşine takıldığı Erdoğan’ın Arnavutluk’taki son genel seçimlerde Sosyalist Parti’yi desteklediğini, Sosyalist Parti Genel Başkanı Edi Rama’nın bir Türk ve İslam düşmanı olduğunu, yine bu adamın Soros’un bir numaralı adamları arasında yer aldığını, Sosyalist Parti’nin genel seçimi kazanmasından sonra Türkiye’nin Arnavutluk’a büyük miktarda kredi vereceğini açıkladığını kuvvetle muhtemel bilmiyor.

Anlaşılan o ki, Şevki Hoca eski Şevki Hoca değil. İktidara bitişik olmak onu adalet duygusundan ve hakikate sadakatten uzaklaştırmış. Bir ihtimal, Şevki Hoca Kosova’da Türkiye ve Erdoğan yalakalığı yaparak nemalanan birkaç densize denk gelmiştir ve bunlar hoşuna gitsin, Türkiye’ye döndüğünde onları da methetsin, bakın ne evladı Fatihan var orada desin diye Şevki Hoca’nın kulağına fısıldamışlardır.

Öte yandan, Türkiye’nin Suriye bağlamında Arnavutlara olan ilgisi de dikkatlerden kaçmıyor. Yine Yeni Akit gazetesinde Muhsin Meriç müstear ismiyle yazan İDSB Genel Koordinatörü Cihangir İşbilir yakın zaman evvel, yanında Şevki Yılmaz da olduğu halde, Arnavutluk’ta idi. Konu elbette ki Suriye ve Mısır’dı. Arnavutluk, Kosova ve Makedonya’dan Suriye’ye gönderilen Arnavutların sayısının 300’ü bulduğu, bunların onlarcasının öldürüldüğü bir dönemde, bu insanların yakınlarının “Oğlumuz en son Türkiye’ye çalışmaya gidiyorum diyerek evden ayrıldı” sözünde ittifak etmesi ilginç değil midir? Müslüman Arnavutları Müslüman Suriye halkına karşı savaştırmak için teşvik ve tahrik eden unsurların arasında kimlerin olduğunu bilmiyor muyuz? Bu kişiler Arnavutluk, Kosova ve Makedonya’da kimseden habersiz, gözlerden ırak dolaştıklarını mı zannediyorlar? Hayır, onların Arnavut bölgesinde attıkları her adımı biliyoruz ve elbette bir gün Arnavutlar, Müslüman Arnavutların kanını bir hiç uğruna heder etmelerinin hesabını onlardan soracaktır. İstihbarat uzantısı olarak Arnavut bölgesinde dolaşan bu kişiler Türk kurumlarının adını da kirli ilişkilerine karıştırarak ülkemizin Balkanlardaki geleceğini riske atıyorlar. İşbilir, namı müstear Muhsin Meriç, “Son yılların parlayan kurumları TİKA, YTB ve Yunus Emre Enstitüsü gibi kurumlarımız ve diplomatik misyonlarımız güzel hizmetlere imza atmakla beraber, geçtiğimiz aylarda MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın bir makalesinde dikkat çektiği ‘koordinasyon’ etkinliği noktasında hâlâ çok ciddi problemler olduğu çok açık. Bu eksikliklerin giderilmesi uzun sürmeyecektir; yeter ki konunun önemi ve hayatiyeti idrak edilsin.”, diyerek bölgedeki Türk kurumlarındaki istihbarat unsurunu/ etkisini ortaya koyuyor. Bu ifade MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın daha evvel TİKA Genel Koordinatörü olduğunu bilenler için ayrı bir önem arz ediyor.

Hülasa, Şevki Hoca şayet müstear adla yazan bu ve benzeri kişilerin peşine takılarak hiç bilmediği Arnavut bölgesinde Sultan Murat olmak sevdasıyla geziyor ve bu arada İran’a yönelik hasmane tutumunu Arnavutlara aşılamak istiyor ise bu yolun yanlış bir yol olduğunu bilmelidir. Müslüman Arnavutları seviyor ise onların kanına eli bulaşan bu adamlardan uzak durmalıdır. Bu benim kendisine naçizane tavsiyemdir.

Gönül isterdi ki, Şevki Hoca hakikat uğruna kellesini vermeye hazır Şevki Hoca olarak kalmış olsundu. Lakin hayat böyle, insanı evirip çeviriyor, kalpleri değiştiriyor. “Ey kalpleri İnkılab ettiren Rabbimiz! Kalplerimizi senin sözünde sabit tut.”


Not: Bahsi geçen yazılara şu linklerden ulaşılabilir:
Ey İran! Ne zaman mazlumların yanında olacaksın!?

Tiran’da Gençlik Buluşması

İDSB

4 Eylül 2013 Çarşamba

Ne zaman tatmin olacaksın Davutoğlu?

Gürkan BİÇEN

Bu ülkede mürekkep yalamış hemen herkes Ziya Paşa merhumun, “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz/ Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde”, dediğini bilir. İnsanın ortaya koyduğu eser ile aklı arasında doğru orantı kuran bu söze devlet ricali itibar etmiş olsaydı, eminim ki, bugün Dışişleri Bakanlığı koltuğuna yapışan Ahmet Davutoğlu  Malezya’da bir manav dükkanında karpuz satıyor olacaktı.

Tahran’da uluslararası bir konferans için bulunduğum bir sırada iki akademisyen ile aramızda Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik isimli kitabının anlamsızlığı üzerine bir saate yakın bir münazara geçmişti. Bu akademisyenler Davutoğlu’nun halen saçmaladığını kabul etmekle birlikte kitaba laf söylenmemesi gerektiğini savunuyorlardı. Kitabı üçümüzün de okuduğunda mutabık kaldıktan sonra kendilerine “Bir ülkenin dış politikasının temeli haline getirilen bir tezin/ kitabın sıhhatini nasıl kontrol edebiliriz?”, diye sordum. Belli ki, bu akademisyenler Davutoğlu’nun tezine can veren fikre, Türkiye’yi merkeze alma fikrine herhangi bir soru işaretiyle yaklaşmamışlardı. Bu akademisyenlere, Osmanlının Balkanlardan 1912-1914 arasında ayrıldığını, Arap coğrafyasına ise 1919’da veda ettiğini, yaklaşık 100 yıldır bu bölgelerde Türk hakimiyetinin olmadığını, geçen bu süre zarfında Balkan halklarının milli kimliklerinin Türk karşıtlığı üzerine kurulduğunu, Arap coğrafyasında da durumun farklı olmadığını, Türklerin kahraman olarak ilan ettikleri Osmanlı Sultanlarının birçoğunun (Başta Yavuz Sultan Selim gelmek üzere) Arap dünyasında katil olarak görüldüğünü (durum Balkan ülkelerinde daha da vahimdir), bugün Suriye’de hüküm süren rejimin Arap milliyetçiliğini temel alan bir politika izlediğini, Arap milliyetçiliğinin sadece Baas tarafından değil İslamcı görünen hareketler tarafından da kabul gördüğünü, bu bölgede hiçbir halkın Türkiye’yi çiçeklerle karşılamaya hazır olmadığını, Davutoğlu’nun hayal gördüğünü, tarih faktörünü göz ardı ettiğini, tezine/ kitabına dayanak olacak hiçbir saha çalışması sunmadığını, bu haliyle tezin kabul edilemez mahiyette olduğunu, akademik bir çalışma olarak görülse bile buradaki ana temayı doğrular mahiyette hiçbir bilgi/ delil olmaksızın bu tezin dış politikanın merkezi haline getirilmesinin büyük bir hata olduğunu, Davutoğlu’nun bu bölge açısından gelişmeleri okumakta malul birisi olduğunu, ne 2000 yılını ne 2006 Savaşı’nı ne de 2009 Savaşını değerlendirebildiğini, gerek bu kitapta gerekse başkaca yazı ve röportajlarında 2000 yılından önceye ait terminolojiyi kullandığını, Davutoğlu’nun bakış açısını anlamsız kılan birçok gelişmenin bu dönemde yaşandığını ve tüm bu sebeplerle Davutoğlu’nun bir Türk Kissenger’ı olmayı bırakın (Ben şahsen Kissenger’ı da bir katil olarak görüyorum) İsmail Cem bile olamadığını anlattım. Bunları söyleyenin sadece ben olmadığımı ispat sadedinden Herkül Milas’ın, Arben Xhaferi’nin ve İbrahim Cafer’in yazılarından da bahsettim.

Davutoğlu hayal ile gerçeğin sınırını bilmeyen birisi. Yine o, bir hayale sahip olmak ile bu hayali gerçek kılmak için girişilen mücadelede zayi olanların anlamını da bilmiyor. İsrail Shamir’in dediği gibi Davutoğlu Osmanlı dönemini uygulanabilirliği ispatlanmış ve bir kez daha uygulanabilir bir dönem olarak kabul ediyor ve bu çabalarını Sünni temelli Türk devletinin bölgedeki egemenliği için sürdürüyor. Davutoğlu için bu süreçte ölenlerin ne hayatlarının ne sayılarının bir önemi var. Ona göre, nihai iyilik tüm bu kusurları/ kabahatleri örtüp hakikati, Osmanlı dönemlerini hâkim kılacak.

Davutoğlu, mevcut ruh halini ve yanlıştaki saplantı derecesindeki ısrarını 13 Nisan 2013 tarihli Star gazetesine verdiği röportajda, şu sözlerle ortaya koyuyor: "Bu kitabın yayınlanmasından yaklaşık bir buçuk yıl sonra başbakan başdanışmanlığı görevine geldiğimde, iç tutarlılık ve ahlâkî sorumluluk açısından hayatımın en kapsamlı meydan okuması ve sınavı ile yüzleşmenin derin çilesini ve muhasebesini yaşamaya başladım. Bu meydan okuma, hem tarih boyunca birçok ilim adamı ve teorisyenin elde edemediği büyük bir nimet, hem de tarihin son derece hızlı aktığı bir dönemde, bu akışın coğrafî ve tarihî merkezinde bulunan bir toplumun ferdi olarak taşıması çok ağır bir yüktü. Stratejik Derinlik başlıklı tezin kitap olarak varlığı bu ağır yükün entelektüel zeminini oluşturuyordu. Okuyan muhatapların zihnine bir hitap olarak kaleme alınan bir kitap, bizatihi yazarı için bir yanlışlama/doğrulama cetveline dönüşmüştü."

Davutoğlu’nun tarih unsurunu, Türkiye’nin gerçeklerini ıskalayan tezi başından beri temelsizdi ve doğal olarak çöktü. Ancak bu çöküş Suriye ile değil 2009’daki Gazze Furkan Savaşı ile başladı (http://gurkanbicen.blogspot.com/2009/01/gazzede-ken-trk-di-politikasidir.html). Osmanlı geçmişine öykünen Davutoğlu tezini haklı çıkarmak için bugün Batı emperyalizminden medet umuyor. Bu haliyle o, egosunu tatmin etmek için kana doymak bilmeyen diktatörleri andırıyor. Verdiğimiz her kurban onun yanlışlama/ doğrulama cetvelinde bir çentiğe dönüşüyor.

Davutoğlu, lütfen bize söyle, senin egonu tatmin etmek için halklarımızın kaç kurban vermesi gerekiyor? Biz kendi ellerimizle sunağına getireceğiz onları, yeter ki sen tatmin ol.


31 Ağustos 2013 Cumartesi

Ergenekon Davası: Etme Bulma Dünyası


Gürkan BİÇEN 

Ergenekon davası karara bağlandı ve kimi dostlarım, avukat olmam sebebiyle, verilen cezalara dair fikrimi öğrenmek istediler. Onlara, dilim döndüğünce,  üç kuraldan bahsettim.

Her şeyden evvel, bir avukat vakıf olmadığı bir dava dosyası hakkında kesin bir görüş bildirmemelidir. Zira hukuki süreçler gazete haberlerine benzemez. Medyanın yansıttığı ile dosyada olan, mahkemenin incelediği şeyler aynı olmayabilir ve yine dosyada olan belge ve bilgilerin hukuki değeri medyanın yansıttığı gibi olmayabilir. Delillerin hukuki değeri binlerce yıldır tartışılan bir konudur ve normal bir mahkemenin tercih edilen teorinin getirdiği kurallara bağlı olması umulur. Bu durumda, dostlarıma vakıf olmadığım bir dava süreci hakkında kesin bir şey söylememin mümkün olmadığını açıkladım ve devam ettim.

Ancak, dedim, bir kural daha var. Bu hukukla değil sosyal psikoloji ile ilgilidir. Kendisi de bir hukukçu olan Alija İzzetbegoviç bu kuralı şöyle izah eder;  Uzun tutukluluk süreleri sonunda verilen ağır cezalar çok zaman halkın karara ikna edilmesine yöneliktir. Halk cezaların ağırlığına bakar ve şayet bunlar bu suçu/ suçları işlememiş olsalardı bu kadar ağır ceza almaz, hafif cezalarla kurtulurlardı, diye düşünür. Böyle olunca, cezanın ağırlığı başlı başına suçun delili haline gelir.

Bir üçüncü kural ise, diye devam ettim; Adli İlahi’dir. Şehit Mutahhari’nin okuyucuları onun ilahi adaletin tecellileri bahsine verdiği önemi hatırlayacaklardır. Mutahhari ilahi adaletin sadece ahirette, Mahkeme-i Kübra’da değil, kısmen bu dünyada da tecelli ettiğini ispat sadedinde, zulmedenlerin uğradıkları musibetlere yahut iyilerin ummadıkları yerden rızıklandırılmalarına işaret eder.  İşte, dedim dostlarıma, bana göre bu davada hem ikinci kural hem de üçüncü kural söz konusu olabilir.

Davanın nihayetinde hükmolunan cezaların miktar ve niteliklerine bakıldığında ikinci kuralın tatbik edildiği düşünülebilir ancak böylesi bir sona varılırken mahkemenin kuvvetle muhtemel izlediği hukuki süreç üçüncü kuralı, Adli İlahi’yi de yabana atmamamızı gerektiriyor.

Bugün ağır suretle cezalandırılan sanıkların önemli bir kısmı Türkiye’deki muhalif siyasi hareketleri, diğer yolların yanında, hukuk yoluyla da bastırmada etkileri olan kişilerdi. Türkiye’nin son 30 yılı ele alındığında, siyasi ve bürokratik güce sahip bu kadroların mahkemeler üzerinden birçok kişinin hayatını kararttığını görebiliriz. Söz gelimi;

1993 yılında, 500. Yıl Vakfı Başkanı Yahudi iş adamı Jack Kamhi’yi öldürmeye teşebbüs ettikleri iddia olunan üç kişi için İslami Hareket Süreci adıyla bir örgüt icat edilmiş ve bu kişiler adam öldürmeye tam teşebbüsten değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal düzenini silah zoruyla değiştirmek suçundan yargılanarak müebbet hapis cezasına mahkûm edilmişlerdi. Yargı sürecinde Türk hukuk sisteminin o ana kadar bu suç için ürettiği kuralların hiçbirisi dikkate alınmamıştı. Yargıtay daha evvel verdiği birçok kararda, örgütün varlığı halinde bile, silahlı olmanın yeterli olmadığını, silahlı ve organize bir gücün Türkiye Cumhuriyeti anayasal düzenini değiştirebileceğinin makul karşılanacak kudrette ve etkinlikte olması gerektiğini söyleyerek az sayıdaki sanığa isnat edilen bu suç sebebiyle verilen mahkûmiyet kararlarını bozmuşken, İslami Hareket Süreci adı ile üç kişiden oluştuğu iddia olunan bu örgüt üyelerine verilen müebbet hapis cezasını onamıştı. Ergenekon davasına bakan mahkemenin Yargıtay’ın böylesi bir onama ilamını bilmemesi düşünülebilir mi?

Bir başka örnek; Sivas olayları davası. Tabii mahkeme ilkesinin ihlal edildiği bu davada yaşanan usulsüzlükler Hukukçular Derneği’nin yayımladığı Sivas Olayları Davası kitabında ayrıntıları ile ele alınmıştır. Bu dava, hukukçular için, bir davanın nasıl yönlendirilip hukuki zeminden çıkarılabileceğine dair kayda değer bir örnektir. Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal düzenini değiştirmeyi hedeflemeyen bir protesto gösterisinin vardırıldığı nokta anayasal düzeni zorla değiştirmeye teşebbüs suçlaması olmuş ve sanıkların bir kısmı bu suçtan tecziye edilmiştir.

Azıcık da olsa bir vicdana, adalet hissine sahip bir insanı ağlatmaya yetecek bir diğer örnek ise Başbağlar Davası’dır. Sivas’ta yaşananlara misilleme olarak yapıldığına dair kuvvetli karinelerin bulunduğu bu katliama/ suça ilişkin bu davada ise hakları yenilenler sanıklar değil, yakınları katledilen mağdurlar olmuştur. Öyle görünüyor ki, bu dava kıyamete kadar kanayan bir yara olacaktır ve maktuller ve yakınları Mahkeme-i Kübra’da sadece katillerini değil, dünyevi adaleti tesis etmeyen herkesi de Allah’ın huzuruna çıkaracaklardır.

28 Şubat sürecinde yaşanan bir kısım olaylara ilişkin davalar ise daha yakın tarihli örneklerdir. Bir tiyatro oyunu sergilemeleri sebebiyle Lübnan Hizbullah’ını ve Hamas’ı övdükleri, böylelikle terör örgütünün propagandasını yaptıkları iddiasıyla yargılanan kişilere verilen 3 yıllık cezayı bozan Yargıtay, bu oyunun sekiz ayrı ilde sahnelendiğini, suçun sekiz kez işlenmiş olduğunu gerekçe göstererek sanıkların toplamda 24 yıl hapis cezası ile mahkûm edilmeleri gerektiğine hükmetmiş ve bu yöndeki kararı onamıştır.

Yine bu süreçte Nurettin Şirin’in Lübnan Hizbullah’ına üye olduğu suçlamasıyla aldığı ceza da atlanacak gibi değildir. Bu davada Emniyet ve Mit Lübnan Hizbullah’ının Türkiye’de yapılanması olmadığına ve Türkiye’ye yönelik bir hedefi bulunmadığına dair raporlarını mahkemeye göndermiş olmasına rağmen bunlara itibar edilmemiş, Şirin, terör örgütünün sair efradı olmakla mahkûm edilmiştir.  

Bunlar gibi birçok örnek Yargı kararı olarak kayıtlara geçmiştir ve bunlara dayanmak isteyen her mahkeme gerekçeli kararında bunları gösterebilir. Hukuki süreçlere ilişkin tartışmalar hukuki zeminde yürütülür denilse de, Ergenekon davasında yargılanan sanıkların çoğu bu tür kararların oluşumunda gayrı resmi olarak bir şekilde yer almış ve hukuksuzluk üzerine kurulu bir yargı pratiğinin var olmasına sebebiyet vermiş kişilerdir. Hayır, diyeceklere, 28 Şubat sürecinde alenileşen yargı brifinglerini hatırlatmamız icap eder.

Hiç kimsenin hak etmediği bir cezaya maruz bırakılmasına rıza göstermemek Müslüman olmanın temel şiarlarındandır. Ergenekon davası ile yargılananların kendilerine isnat edilen suçları işleyip işlemediklerine dair tartışmanın dışında, en azından, ilahi adalet Türkiye’de hukuka aykırı yargı pratiğine kan pompalayanların aynı akıbete uğramalarıyla tecelli etmiştir, denilebilir. Böylesi bir durumda, ahiretteki ilahi adaletten bahseden sanıklardan birisine yukarıda bahsettiğim mazlumların gözyaşlarına, mahvolan hayatlarına yol açan uygulamalar sebebiyle bu dünyada tecelli etmesi muhtemel ilahi adaleti hatırlatmamız gerekiyor.


Konuyu daha fazla uzatmadım ve dostlarımla olan sohbetimi şu cümle ile bitirdim: Ergenekon davası, etme bulma dünyası.

4 Ağustos 2013 Pazar

Bizler Ali bin Ebi Talib’in Sünnileriyiz

Gürkan BİÇEN

Müslümanların dikkatlerini bir noktaya toplamalarını, yerel ve uluslararası istikbara, bu istikbarın ümmeti parçalamaya yönelik planlarına karşı uyanık kalmalarını sağlayan; ayaklarını İslam İnkılâbı’nın kutlu zemininde sabitleyenler ile bu zeminden kayanları ayıran Kudüs Günü bu yıl, bu günün banisi İmam Humeyni’nin  “Birader”i İmam Hamaney ve velayete sadakatin mücessem hali Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah’a yönelik aşağılık saldırılara şahitlik etti.

Küresel istikbarın ve emperyalizmin karakollarından birisi olan Türkiye örneğini ele alırsak,  İslam İnkılab’ının Kudüs’ün özgürlüğüne doğru yürüyüşünü sona erdirmek, bu özgürlük yolunda maddi ve manevi açıdan en ciddi ve mücehhez halk hareketi olan Direniş’i Filistin denkleminden çıkarmak için kurulan komplonun, yürütülen stratejinin koçbaşı Ak Parti hükümetinin Batılı müttefiklerine güvenerek çatışmanın bir tarafı olarak müdahil olduğu Suriye meselesinde yüzleşmek zorunda kaldığı stratejik hezimet, hükümet ve, partinin üst düzey yetkililerini, hükümet ve parti ile ilişkilerini et-tırnak seviyesine getirmiş birçok sivil toplum kuruluşu temsilcisini, kaderlerini partinin iktidarına bağlamış ve şu ana kadar Suriye’de akan kanın durmaması için kara propaganda yürütmüş yazar müsveddelerini İslam İnkılâbı’na, Hizbullah’a ve bu yolun takipçilerine karşı kalplerinde beslediklerini kusma noktasına getirdi, diyebiliriz. Bu cümleden olmak üzere, kuklalar ve patronun değil kuklanın soytarıları, İmam Hamaney’i Esed ile birlikte Suriye’de kan dökmekle, Hizbullah’ı ise “Hizbuşşeytan” olmakla itham ettiler.

Türklere her şey mubah

Küresel istikbarın piyonu olan bu güruhun iddialarına, daha evvel yeterince ele aldığımız için, cevap verecek değiliz ancak İslam İnkılâbı ve Direniş yolunda ilerlerken Türkiye’nin/ Türklerin/ Türk İslamcıların her konuda mutad hale getirdikleri çifte standarda az da olsa değinmek icap ediyor.

Türkler/ Türk İslamcılar, ülkelerini NATO toprağı olarak ilan eden bir hükümete sahipken, ülkeleri NATO üssünden başka bir şey değilken, ülkelerinin savunmasını NATO’ya havale etmişlerken, Amerikan askerleri, askeri danışmanları ülkelerinde cirit atarken bağımsız ve kahraman olduklarını öne sürerek, ülkesinde hiçbir yabancı askeri üs bulunmayan, hiçbir askeri pakta üye olmayan, ülkesinin kara, deniz ve hava sahasını tamamen kendi halkının gücüyle savunan İran İslam Cumhuriyeti’ni Rus emperyalizminin kuklası olarak itham etmekten utanmazlar.

Türkler/ Türk İslamcılar geçmişlerindeki Osmanlı dönemini yüceltir, bunu hakikatin mücessem hali olarak kabul eder, Osmanlının dış komplolar sebebiyle yıkıldığını/ dağıldığını, Sultan İkinci Abdulhamit’in Filistin topraklarının bir karışını bile vermeyen kutlu bir padişah olduğunu ilan ederken, bu padişahın Filistin toprağından tek bir santimetre kare vermediği Siyonistlerle aynı karede yer almaktan, onlarla resmi ilişkiler kurmaktan, onlara bağımlı hükümetler görüntüsü vermekten, onlarla askeri ve ticari ilişkileri alabildiğine geliştirmekten utanmazlar.

Türkler/ Türk İslamcılar, Siyonist yapı ile olan ilişkileri böylesine ortadayken İslam İnkılâbı’nı Siyonistlerle olan çatışmasında samimi olmamakla suçlamaktan utanmazlar.

Türkler/ Türk İslamcılar, ülkeleri NATO’nun bir emir eri olarak dünyanın her yerinde her türlü zulme iştirak ederken, herhangi bir askeri pakta üye olmayan, hiçbir ülkede Batılı müstekbirlerle askeri harekât yürütmeyen İran İslam Cumhuriyeti’ni Amerikan emperyalizmi ile gizli işbirliği yapmakla itham etmekten utanmazlar.

Türkler/ Türk İslamcılar, Mavi Marmara ile Filistin yolunda verdikleri 9 şehidin üzerini örtmeye kalkan hükümetleri ile hesaplaşmak yerine, bugüne kadar binlerce şehit veren Hizbullah’ın fedakârlığını karalamaktan utanmazlar.

Türkler/ Türk İslamcılar Filistin davasını ancak siyasi bir vaka olarak görürlerken, Filistin’i özgürleştirme çabasını namaz kılmak ile eş tutan, bunu itikadi bir mesele olarak kabul eden İslam İnkılâbı ve Direniş’i sahte Filistin fedaisi olarak itham etmekten utanmazlar.

Türkler/ Türk İslamcılar, ülkelerinde asli unsur olan Kürt Müslümanların temel haklarını tanımaktan imtina ederken, Türklerin minik azınlıklar olduğu ülkelerde Türklere bırakın azınlık haklarını, çoğunlukla aynı hakların verilmesini istemekten utanmazlar.

Türkler/ Türk İslamcılar, ülkeleri Batı emperyalizmine, Batılı değerler sistemine en ince ayrıntısına kadar eklemlenmiş, dine ait her şey bir görüntüden ibaret hale gelmişken, İslam ahkâmının cari olduğu İran’ın İslamiliğine laf atmaktan, kendi hallerini İran’ın konumundan daha üstün görmekten utanmazlar.

Türkler/ Türk İslamcılar İslami ritüellerle sosladıkları kavmiyetçilik duygularını kabartıp Orta Doğu’nun Müslüman halklarını, Batılı müttefiklerinin de yardımıyla, sindirmeye çalışırken, İran’ı yayılmacılık ile itham etmekten utanmazlar.

Bu liste uzar gider.

Türklerin/ Türk İslamcıların bu yöndeki tavırlarının temelinde İslam İnkılâbı’na yönelik kıskançlıkları yatıyor. Türkler/ Türk İslamcılar Allah ile bir pazarlıkları varmış gibi “Bayrak düştüğü yerden kalkar” şeklinde formüle ettikleri bir teranenin meftunudurlar. Onlar Allah’ın Müslümanlarla ilişkisinin ancak ve ancak kendi üzerlerinden yürüyebileceği zannındaki gafillerdir.

Elbette onların hepsi böyle değildir. Onların içinde de Allah’ın İslam’ın sancaktarlığını bir kavimden/ topluluktan alıp hak eden bir başka kavme/ topluluğa verebileceğini kavramış sadıklar vardır. Bu sadıkların bazısı kavimlerinin baskısından bizar bir şekilde, tıpkı Ashab-ı Kehf gibi inzivaya çekilmişken, bazısı da İbrahim gibi ateşe atılmayı göze alarak öne çıkmıştır. Selam olsun bu sadıklara.


Sadıkların efendisi Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah Kudüs Günü merasiminde toplanan on binlere yönelik konuşmasında, “Bizler Ali bin Ebi Talib’in tüm dünyadaki Şiileri olarak Filistin’den asla vazgeçmeyeceğiz.”, dedi. Seyyid’i takdir ve tebrik ederken, biz de buradan ilan ediyoruz ki, “Bizler Ali bin Ebi Talib’in tüm dünyadaki Sünnileri olarak Filistin’den asla vazgeçmeyeceğiz.”

20 Temmuz 2013 Cumartesi

Srebrenica’dan NATO toprağına bir bakış

Gürkan BİÇEN

Kimlikleri tespit edilen 409 şehidin defni için cenazelerin gelmesini bekleyen kalabalığı ıslatan yağmur başladığında Srebrenica Şehitliği’ndeydim. Binlerce insanın akıbetinin meçhul olduğu bu topraklarda acı gün be gün tazelenmekte, kimliği belirlenen her şehit yaranın kabuğunu yerinden oynatmakta, gözlerdeki yaşa kan ve hatıraları katmakta.

Atalarımız “Tekrar güzeldir, yüz seksen kez bile olsa” derler. Srebrenica’nın kaderini dillendirmek, bıkmadan usanmadan bu olayı tahlile devam etmek, bu olaydan ve neticelerinden ibret almak faydalı bir tekrardır. Yüz seksen kez bile olsa.

8372… Şu an Bosna Hersek Cumhuriyeti içindeki Sırp bölgesinde kalan Srebrenica’da şehit edilen Müslüman sayısı. Yaklaşık bir bu kadarı ise kayıp. Her geçen gün yeni bir toplu mezar bulunuyor ve kayıpların aileleri evlatlarının, anne-babalarının, dedelerinin-torunlarının izine dair bir ümide kapılıyor. Dedelerinin ve torunlarının…

1912… Bu, Srebrenica’da şehit edilen kişilerden birisinin doğum tarihi. Katliam 1995’te gerçekleşti. Batı destekli Sırp faşizmi 83 yaşında bir düşmandan kurtuldu.

1982… Bu da, şehit edilenlerden bir diğerinin doğum tarihi. Batı destekli Sırp faşizmi 13 yaşında bir düşmandan daha kurtuldu. 1912 ile 1982 arasında doğan üç nesil; dede, baba ve torun bu katliamın kurbanı oldular.  

Uluslararası Adalet Divanı Srebrenica’da yaşananı bir “Soykırım” olarak nitelese de, Sırbistan’ın sorumlu olmadığını ilan etti. Batı’ya göre ortada bir soykırım suçu vardı ancak fail belli değildi.

Bilindiği üzere Srebrenica BM kontrolündeki Hollanda askerlerinin koruması altında “Güvenli Bölge” ilan edilmiş ve bu sebeple on binlerce insan buraya sığınmıştı. Batı, Müslüman halkı güvenli bölgelere sığınmaya teşvik etmiş ve olabildiğince silahsızlandırmıştı. Srebrenica birlikte hareket etme kabiliyeti kalmayan Müslüman Dünya’nın Batı’ya itimat etmesi sebebiyle 20.yüzyılda bir seferde aldığı en ağır darbedir, diyebiliriz. Batı, Müslümanlarla ittifak halindeyken bile Müslümanların kayıplarına sevinebilecek bir ruh haline sahiptir. Mehmet Akif Ersoy’a atfedilen bir anıda şunlar zikredilir:
“Almanlar o zaman bizim müttefikimiz idi. Almanya ve Avusturya- Macaristan İmparatorluğunun yanında İngiliz ve Fransız kuvvetlerine karşı beraber harp ediyorduk. Almanlar; İngiliz ve Fransız Sömürgelerinden esir aldıkları Müslümanları ikna edip kendileri lehine kullanmak için Türkiye'den bir heyet istemişti. Hükümet de bizi Berlin'e bu iş için görevlendirmişti. Yolculuğu trenle yapıyorduk. Başka ülkelerden gelecek vagon veya marşandiz beklememek için Viyana'da birkaç gün kaldık. Beni bir otele yerleştirdiler. Bir gece saat 24 civarında birden sokaklarda büyük bir şenlik başladı. Kiliselerin çanları çalıyor, maytaplar atılıyor, meşaleler yakılıyor, insanlar sokaklarda müzik çalıp dans ediyordu. Ben de, bu gürültüyle uyandım ve gece kıyafetimle sokağa fırlayıp otelin karşısındaki bir pastaneden durumu öğrenmeye çalıştım. Bu bir zafer şenliği olamazdı. Çünkü Alman ve Avusturya ordularının durumu iyi değildi. Birçok yerde Rus - İngiliz ve Fransız birliklerine karşı yeniliyorlardı. Pastaneciye; gece bu saatte şenliğin anlamını sordum. Görevli ‘sen duymadın mı, İngilizler bugün yüzyıllar sonra nihayet kutsal Kudüs'e girdiler!.. Kudüs'ü bugün Türklerden kurtardılar!.. Kudüs kutsal haç'a kavuştu!.. İngilizlerin bu başarısını kutluyoruz.’ dedi. Hayret ettim, hem İngilizlerle harp ediyorlardı ve hem de Türkleri onlara karşı harbe sokmuşlardı. Yani Türkler de onlar için harp ediyordu ama bir yandan da düşmanları bildiğimiz İngilizlerin Türklere karşı kazandığı zaferi kutluyorlardı!..”

Srebrenica katliamının faillerinden Ratko Miladiç şehre girdiğinde, "İşte 11 Temmuz 1995'te Sırp şehri Srebrenica'dayız. Büyük bir Sırp bayramı arifesinde iken bu şehri Sırp milletine armağan ediyoruz. Nihayet, yeniçerilere karşı ayaklanmasından sonra bu toprakta ‘Türkler’den intikam almamızın vakti geldi”, diyordu. Aynı gün akşam saatleri BM’nin Hollandalı komutanı Tom Karremans ile görüşen Miladiç tokuşturdukları kadehle katliama giden yolun açıldığını gösteriyordu. Miladiç’e göre Srebrenica bir Sırp toprağıydı ve BM burayı savunamazdı. Böyle de oldu.

Şehidini bekleyen yeni kazılmış bir mezarın başındayım ve Türkiye’yi Batılı müttefiklerine güvenerek çevresindeki tüm ülkelerle –bu ülkeler Müslüman ağırlıklı olmasına rağmen- ihtilaflı hale getiren Erdoğan-Davutoğlu ikilisini ve Erdoğan’ın “Türkiye aynı zamanda bir NATO toprağıdır” sözünü düşünüyorum. Srebrenica’yı savunmayan BM’yi, Srebrenica’da katliam yapan Miladiç’i, Miladiç ile kadeh tokuşturan Karremans’ı terazinin bir küfesine, Erdoğan ve Davutoğlu’nu ise diğer küfesine koyuyorum. Erdoğan’ın sözü teraziyi dengelediğinde yemyeşil bir çayırda yürüyen  Srebrenica şehitlerini görüyorum. Bedenlere can veren bir şelaleye doğru ilerlerken bana dönüp “Erdoğan’a söylemeyi ihmal etme”, diyorlar; “Türkiye bir NATO toprağı değildir. BM Srebrenica’yı savunmadı. NATO da Türkiye’yi savunmayacak. Türkiye’nin alacağı her yara, vereceği her kayıp onları sevince boğacak. Tıpkı dedeleriniz Kudüs’ü kaybettiğinde sevinen müttefikleriniz gibi”


Şehitlikten ayrılırken Mehmet Akif’in “Üç beyinsiz kafanın derdine üç milyon halk/ Bak nasıl doğranıyor, kalk baba kabrinden kalk” mısralarını terennüm ediyorum. Üç çok, ikisi yetiyor, diyorum kendi kendime. Tüm şehitlerimize selam verip başbakandan tescilli NATO toprağına dönüyorum. 

4 Temmuz 2013 Perşembe

Musa’yı küstürdün İsa’yı da razı edemedin

Gürkan BİÇEN

Rivayet olunur ki, Yahudilikten hoşnut olmayan Şimon Hıristiyanlığa geçer ancak istediğini burada da bulamayınca İslam’ı araştırmaya başlar ve fakat ömrü vefa etmez. Cenazesinde hanımı, “Ah Şimon ah, der; Musa’yı küstürdün, İsa’yı da razı edemedin. Muhammed de seni tanımazsa ne olacak halin?”

Tahrir Meydanı’nı dolduran kalabalık Hüsnü Mübarek’in gitmesini istediklerini haykırırken Mısır içinde temkinli bir tutum izleyen İhvan-ı Müslimin, Batılı başkentlerde şayet Mübarek rejimi devrilirse Batı’nın menfaatleriyle çatışmayacağına dair garanti üstüne garanti veriyordu. Bu menfaatlerin temelinde ise elbette Siyonist varlığın mevcudiyeti bulunuyordu. Beklenen oldu ve rejimin tüm unsurları yerinde kalmak şartıyla Mübarek’in iktidarına son verildi.

Libya’daki çatışmanın açık bir NATO operasyonuna dönüşmesi ve Kaddafi’nin Cemahiriyye rejiminin son bulması Batı’nın dikkatini Suriye’ye yöneltmesine de imkân sağladı. Bu dönemde İhvan Siyonist varlığa yönelik tutumun Mısır’ın ulusal çıkarları ve gururu ile ele alınacağını dillendiriyordu. Böylece henüz iktidar yolu açılmadan Siyonist varlığa yönelik Müslüman bakış yerini pragmatist yaklaşıma bırakmış oluyordu.

İhvan, evvela Meclis, ardından da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gösterdiği başarının sıhhatine güvenmediği için ABD başta olmak üzere Batı desteğini aramak üzere Siyonist rejimle Mısır’ın ilişkilerini düzenleyen Camp David anlaşmasının iptalini gündemden kaldırıyor, bu anlaşmanın bir kısım maddelerinin yeniden görüşülmesi gerektiğini söylüyordu. İhvan’ın bu tutumu fikriyatını Siyonist varlığın inkârı temeline dayayan bir hareketin peygamberini küstürmek anlamına geliyordu. İhvan Musa’yı küstürmüştü bir kere.

Mısır’daki seçimlere, hassaten cumhurbaşkanlığı seçimine katılım oranı Tahrir’deki insanların kayda değer bir kısmının İhvan’ı desteklemediğini, Mursi’nin Mısır halkının ancak dörtte birinin desteğine sahip olduğunu ortaya koydu. Diğer dörtte bir ise Mübarek döneminin adamını desteklemişti. Mısır’daki halk ayaklanmasına “bahar” yakıştırması yapılsa da, bu “bahar” havası ortaya konulan sandıklara yansımamış, halkın ancak yarısı oy kullanmak üzere sandık başına gitmişti.  Demokrasi dininin peygamberi de İhvan’dan razı olmamıştı. Hal böyle olunca İhvan, konumunu garanti altına alacak, onu halkın diğer yarısının öfkesinden uzak tutacak yeni bir peygamber arayışına çıkmak zorunda kaldı. Katar sarayının mollası Karadavi Mursi’nin kulağına “Esad’a söv, Suriye ile ilişkilerini kes, Suriye muhalefetine desteğini arttır, ülkendeki Şiilere savaş aç”, diye fısıldarken, “Bu, Muhammed’in yoludur”, demeyi de ihmal etmedi. Karadavi Mısır’dan ayrılmadan evvel Katar şeyhinin cömert yardımlarından ve Esad’ın devrilmesi halinde İhvan’ın bir bölge gücü olacağı hayalinden de bahsetti.


“Hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyin değişmesi gerekir”, diyenler haklı çıktı. Suriye’ye diz çöktürmenin sosyolojik ve psikolojik meşruiyet alanlarını oluşturan halk ayaklanmaları ile devrilen diktatörlüklere Suriye’nin teslim olmamasıyla yeniden ihtiyaç duyulur hale gelindi. Suriye’nin çökmediği bir coğrafyada Siyonist varlığı tanısa bile İhvan’a siyasi iktidar açısından bir gelecek yok.  Netice çok açık: Esad kalıyor ve biz öyle olmasını istemesek de, Mursi gidiyor.

25 Haziran 2013 Salı

Kimin yanındayız?

Gürkan BİÇEN


Yakın zaman evvel MAZLUMDER bünyesindeki bazı arkadaşlarımız MAZLUMDER’i rotadan çıkmakla itham ederek üyelikten istifa ettiklerini açıkladılar. Bunların bir kısmı aynı zamanda İHH yönetiminde yer alan insanlardı. Bu arkadaşlarımıza göre MAZLUMDER Suriye meselesi dahil olmak üzere bazı meselelerde kuruluş amacına aykırı faaliyet ve açıklamalarda bulunmuştu. “Çamur attım, kaçtım”,  demenin kolay olduğu sanılmasın diye, yönetiminde yer aldığım MAZLUMDER Kocaeli Şubesi’nin Suriye konusundaki basın açıklamasından evvel tartışmaya açtığı soruları paylaşmak istiyorum. Böylelikle bizi rotadan çıkmakla itham eden arkadaşlarımızın da benzer sorular ve cevaplar üzerinde çalışıp çalışmadıklarını anlamak için onlara bir fırsat, bir cevap hakkı tanımış olalım.

MAZLUMDER Kocaeli Şubesi olarak Suriye konulu açıklamamızdan evvel şu soruları gündeme getirip tartıştık:

1- Suriye'deki halk Suriye topraklarının tarihi sahibi bir halk değil midir? Bu halk bu toprakların yabancısı mıdır?
2- Suriye'deki rejim bu halkın içinden birilerinin icat ettiği ve benimsettiği veya dayattığı ama kurucusu ve idarecisi Suriyeliler olan bir rejim değil midir?
3- Suriye Ordusu Suriye halkından oluşan bir ordu değil midir?
4- Suriye rejimi ve ordusu bir işgal idaresi midir?
5- Suriye rejimi ile ihtilafın kaynağı sadece itikadi midir?
6- Suriye rejimini değiştirme çağrısı halk üzerinde nasıl bir yankı bulmuştur?
7- Suriye rejiminin barışçıl eylemlerle değişmesi isteğindeki insanlar niçin meydanlardan çekilmiştir?
8- Suriye rejiminin barışçıl gösterileri şiddetle bastırması halkı korkutmuştur yönündeki savunma "herkes savaşmaya hazır, silah bekliyor" söylemi karşısında ne derece gerçekçidir?
9- Suriye rejimine yönelik silahlı mücadeleyi teşvik Suriye halkını birbirine kırdırmak anlamına gelmemekte midir?
10- Suriye halkı bu toprağın asli sahibi ise, orada bir işgal rejimi ve ordusu değil de, beğenmediğimiz bir rejim ve ordu varsa, bu rejimin düşmesi için silahlı mücadeleye diğer coğrafyalardan katılımları meşru görmek ne anlama gelmektedir?
11- Suriye rejiminin değişmesinin tek yolu silahlı mücadeledir söyleminin sahipleri kimlerdir? Bu söylemin sahipleri bunda niçin ısrarcıdır?
12- Suriye rejimi anayasa ve kanunlar düzeyinde hiçbir ıslah sağlamamış mıdır?
13- Suriye rejimi rejimin temeli Baas Partisini halkın önderliği konumundan çıkarmış olmasına ve çok partili hayatı kabul etmesine rağmen sivil yollarla mücadeleye dönmenin önüne kimler geçmektedir?
14- Suriye rejiminin her an yıkılabileceği iki yıl boyunca durmaksızın tekrar edilmesine rağmen hala da buna dair bir işaretin olmaması silahlı mücadelenin başarısını sorgulamayı gerektirmez mi?
15- Suriye rejimi ve silahlı muhalefet arasında süren çatışmada kurbanların sayısını kim belirlemektedir? Bu rakamlar niçin resmi rakamlar gibi kabul görmektedir?
16- İlan edilen rakamlar göz önünde tutulursa, 70 bin insanın barışçıl gösterilerde öldürüldüğünü varsaydığımız bir halde bir rejimin ayakta kalması ne derece mümkün olabilirdi?
17- Tüm İslam Dünyasının düşmanı Batılı ülkeler nasıl birden bire dostumuz haline dönüşüverdi? Bu ülkeler işgal planlarından vazgeçip ordularını topraklarımızdan çekerek bizden özür dileyip çaldıklarını geri mi verdiler?
18- Suriye rejiminin silah zoruyla değiştirilmesine karşı çıkan ülkeler Türkiye'nin politikalarının takipçisi ve tatbikçisi olmak zorundalar mı?
19- Türkiye hiçbir gerçek etkiye sahip olmadığı bir alanda öne geçmek ve Suriye halkının kimi unsurlarını yanıltmak suretiyle bu meseleyi barışçıl çözüm alanından çıkarmış değil midir?
20- Türkiye böyle bir sürece önderlik ederek uluslararası hukuku ve ikili anlaşmaları ihlal etmiş değil midir?
21- Türk hükümeti sivil toplum kuruluşlarını politik bir amaç için seferber etmiş değil midir?
22- Türk hükümeti çatışmalar sebebiyle yerlerinden yurtlarından olan insanlar için harcadığı parayı barışçıl geçiş sürecinde kendine yakın insanların siyasi başarısını temin için harcamış olsaydı daha önemli bir mevzi kazanmış olmaz mıydı?
23- Hummalı bir şekilde yardım toplayan kuruluşlar bunları kimlere ulaştırmakta, kimlere teslim etmektedirler?
24-Yardım kuruluşlarının yöneticilerinin Suriye muhalefeti için silah temini çağrısında bulunmaları ne derece doğrudur?
25- Yardım kuruluşu mütevellilerinin siyasal demeçler vermeleri, ülkeleri hizaya çekme arzuları ne derece makuldür?
26- Yardım kuruluşları toplanan yardımın toplanması ve dağıtılması aşamalarında şeffaf mıdır?


Tüm bu sorulara verilen cevapların neticesinde, Suriye'de rejimin ıslah edilmesini ama bunun şiddetten uzak bir şekilde yapılmasını isteyen milyonlarca insanın var olduğu, bunların sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik hayatın devamını sağlamak üzere işlerine gitmeye devam ettikleri, Suriye halkının rejimin silah zoruyla değiştirilmesini onaylamadığı, Suriye halkının dışarıdan bir müdahaleyi istemediği, Türkiye dahil, Suriye’ye bu yolla müdahale eden ülkelerin şiddeti yaygınlaştırdığı ve süreci uzattığı kanaatine varıp 15 Mart 2013 tarihinde şu açıklamayı yaptık:

Sivil toplumun bir üyesi ve insan hakları kuruluşu olarak MAZLUMDER Kocaeli Şubesi Suriye’de yaşanan ve ikinci yılını dolduran huzursuzluğa dair aşağıdaki hususları not eder:

-Her şeyden evvel Suriye halkını bir bütün telakki ettiğimizi ve tümünün acılarını paylaştığımızı bildiriyor, uluslararası emperyalist stratejilere eklemlenmeden bu zor günleri bir an evvel atlatmalarını temenni ediyoruz.

-Suriye halkının;  kendi kaderini tayin etme hakkını ve bu hakkı serbest seçimler yoluyla kullanma iradesini destekliyoruz.

-Hiçbir kesimi ayırmaksızın, iç barışın Suriye halkının hakkı olduğuna ve herkesin bu amaca hizmet edecek barışçıl idealler ve eylemlere destek vermesi; ihtilafları ve nefreti körükleyici, Suriye halkını ayrıştırıcı/ parçalayıcı faaliyetlerden uzak durması gerekliliğine inanıyoruz.

-Suriye’deki huzursuzluğu şiddet yoluyla nihayete erdireceğini ilan eden (ulusal yada uluslararası)  tüm projelerin insan haklarının ihlaline de kapı araladığını ve bunun neticesinde Suriye hükümeti ve muhalifler arasında devam eden çatışmaların hak ihlallerine sebebiyet verdiği, çatışmanın odağında kalan ve kahir ekseriyetini kadın, çocuk ve yaşlıları mağdur bırakarak) hak ihlallerine sebep olduklarını, bölgede insan haklarına saygılı bir yönetim idealine ulaşılması için iç savaşın sürdürülebilir bir yol olmadığını düşünüyoruz.

-Suriye’deki huzursuzluğa bir şekilde müdahil olmuş herkesi, hangi taraftan gelirse gelsin, insan hakları ihlallerine karşı duyarlı olmaya davet ediyoruz.

-Hiçbir hükümetin fikri ve siyasi uzantısı/ aracı değiliz ve Suriye meselesini hükümetlerin bakış açılarından bağımsız, hak ihlalleri ekseninde ele alıyoruz.

-Diğer ülkelerin vatandaşlarının Suriye’deki huzursuzluğun ve hak ihlallerinin artmasına sebep olacak her türlü faaliyetini barışın tesisini geciktirici, ayrışmaları derinleştirici ve barış çabalarını baltalayıcı/ değersizleştirici mahiyette telakki ediyoruz.

-İnsan haklarına duyarlı tüm kesimleri şiddete son verilmesi ve barışın tesisi için sivil çabaları arttırmaya davet ediyoruz.


Üzülerek söylemeliyim ki, bugün MAZLUMDER’i ilkelerinden sapmakla itham eden arkadaşlarımızı bu noktaya savuran şeylerden birisi de onların yardım faaliyetlerini organize ediş biçimlerini sorgulamamız olmuştur. MAZLUMDER Kocaeli Şubesi nasıl bir karar süreci işlettiğini apaçık ortaya koyabiliyor. İHH – MAZLUMDER ikileminde kalıp da güçten ve paradan yana tavır alanlar da nasıl bir karar süreci işlettiklerini apaçık ortaya koyabiliyorlar mı?


Biz, arkadaşlarımızın aramızdan ayrılmasına yol açan kararımızın hesabını vermeye hazırız. Onlar da Kocaeli’den toplayıp yolladıkları yardımları tekbirler eşliğinde kafa kesen katillere ulaştırmanın hesabını vermeye hazırlar mı?

12 Haziran 2013 Çarşamba

Avukatlar kullarınız değil

Gürkan BİÇEN



Gezi Parkı’nın iktidarın kapitalist iştihasına kurban edilmesine karşı çıkan bir grup insanın buna itirazını hazmedemeyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın toplumu “biz ve onlar” olarak ikiye ayıran tavrının ardından alevlenen olaylar Gezi Parkı protestocularına destek veren bir grup avukatın İstanbul Çağlayan Adliyesi’nde yaptıkları sembolik protestonun polis memurları tarafından adliye binası içine girilerek dağıtılması ve onlarca avukatın yaka paça derdest edilerek gözaltına alınması ile bir başka boyuta taşındı. Bu görüntüler bana, 1998 ve 1999 yıllarında mütesettir bayanların eğitim haklarını savunmak için Kocaeli ve Marmara Üniversitesi önünde polis tarafından darp edildiğim günleri hatırlattı. Ne 1998’de ne de 1999’da yaşadıklarım için pişmanım. Zira bunları bize yaşatanlardan beklediğim buydu. Başkası değil. Ama bu gün hissettiğim şey Kemalist perdenin arkasına sığınan zorbalıktan çok daha ağır geliyor: Muhafazakâr zorbalık…

İslamcı eskitmesi bir iktidar halkı birbirine düşürecek söylem ve eylemlerden medet umarken, bu iktidara eklemlenmiş meslektaşlarımın meslek adına sessiz kalışı ve hatta Sakarya Barosu örneğinde görüldüğü üzere meslektaşlarımıza yapılan saldırının arkasında yer alması siyaset ile adaletin iç içe girdiği her durumun ahlaki yozlaşmayla sonuçlandığını ortaya koyuyor. Siyasi yandaşlığı mesleki ilkelerin önüne koyanlar, ister Kemalist taifeden isterse muhafazakâr çevrelerden olsunlar, aynı amaca hizmet ediyorlar: Kamu kaynaklarının gölgesinde serinlemek.

Meslektaşlarım iyi bilir ki, avukatlık mesleği “Şimdi sen bir katili mi savunuyorsun?”, basitliğinde ele alınacak mahiyette değildir. Mesleğimiz, iddia, müdafaa ve karar sacayağında yer almanın ötesinde, tüm insanların hak arama hürriyetini kullanmalarına yardımcı olma ve hatta insanlığın ortak mirası olan tabiat varlıklarının gözetilmesini sağlama yükümlülüğünü de taşımaktadır. Bunun için Avukatlık Kanunu’nda Baroların görevleri tanımlanırken , “Barolar; avukatlık mesleğini geliştirmek, meslek mensuplarının birbirileri ve iş sahipleri ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni sağlamak; meslek düzenini, ahlakını, saygınlığını, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmak ve korumak, avukatların ortak ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla tüm çalışmaları yürüten, tüzel kişiliği bulunan, çalışmalarını demokratik ilkelere göre sürdüren kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşlarıdır. Protokolde barolar, İl Cumhuriyet Başsavcısının yanında yer alır.”, hükmüne yer verilmiştir. Görüldüğü üzere, Kanun ile barolara ve böylelikle avukatlara verilmiş görev iş takipçiliğinin ötesinde “hak savunuculuğu”dur.

İstanbul Çağlayan Adliyesi’nde darp edilen avukatları şahsen tanımıyorum. Kişisel hikâyelerinden çok mesleğe yönelik bu izahı mümkün olmayan saldırı ile ilgileniyorum. Avukatların kendilerini en rahat ifade edebilecekleri, protokolde başsavcı ile aynı hizada bulundukları yerde, adliyede saldırıya uğramış olmaları Türkiye’de adaletin binalardan ibaret olduğu, bu “adalet saray”larının her an bir “Sultan”ın taarruzuna maruz kalabileceği tezine güç katıyor. Bu dün de böyleydi, maalesef bugün de böyle…

Adalet Bakanı bu görüntüleri içine nasıl sindiriyor bilemiyorum. O bilmelidir ki, yaka paça derdest edilen sadece avukatlar değildir; hakikatte derdest edilen toplumun hak arama hürriyetidir. Bütün adliyelerden toplayın bizleri; bütün hastanelerden toplayın hak arayan doktorları; okullardan öğretmenleri… İfade hürriyetinin iktidarla aynı şeyi söylemek olduğu özgür günler gelsin bir an evvel.

Siyasi siciline “adliye içinden avukat derdest eden başbakan” unvanını da ekleyen Erdoğan’ın, kendisine yönelik hakaretleri dava eden avukatları ile konuşurken yüzünün kızarıp kızarmayacağını doğrusu bilemiyorum. Bildiğim şey, her yerde ruhunu şeytana satanlara rastlarız ama bir meslek grubu olarak avukatlar sizin kullarınız değildir.


1 Haziran 2013 Cumartesi

Sizin gücünüz Hizbullah’a yetmez!

Gürkan BİÇEN

Kendi yayınlarından başkasına gözlerini, kendi ağabeylerinden başkasına kulaklarını kapamış bir grup insan Fatih Camii’nde toplanıp Lübnan Hizbullah’ına lanet etmişler. Kendilerine “Suriye Halkıyla Dayanışma Platformu” diyen ve okudukları metin içinde “Türkiyeli Müslümanlar” olduklarını söyleyen bu grubun ağzına bakarsanız Hizbullah Suriye’de ümmete ihanet etmiş.  

Her şeyden evvel şunu belirtmek gerekir ki, “Suriye Halkıyla Dayanışma Platformu” imzalı açıklamada başkaca bir ayrıntı yer almadığından bu platformu hangi kurumların oluşturduğunu halkımızın (şayet açıklamanın muhatabı halk ise) anlaması mümkün görünmüyor. Bu haliyle “Suriye Halkıyla Dayanışma Platformu” kendi isimlerini “Ne olur ne olmaz” kaygısıyla açığa vermek istemeyen, yaptıkları işin sorumluluğunu doğrudan yüklenmekten kaçınan bir grup köylü kurnazının icat ettiği bir paravana dönüşüyor.

 Öte yandan, açıklamada yer aldığı haliyle, Türkiye’de ne sivil ne de siyasi düzlemde bir grup olarak kabul edilebilecek “Türkiyeli Müslümanlar”, diye bir şey vardır. Bu gruba göre, yaptıkları açıklamada yer alan hususlara katılmayanlar Türkiye’de yaşasa bile “Türkiyeli Müslüman” olamıyor.  O halde kim bu “Türkiyeli Müslümanlar” Bu isim de, tıpkı “platform” gibi, bir “vurdu-kaçtı” için öne sürülmüş olmaktan başka bir anlam ifade etmiyor. Böyle de olsa, biz bu grubun kimlerden müteşekkil olduğunu, hangi tezgâhın ipi olduğunu biliyoruz. Bu bilgimize istinaden açıkça diyoruz ki, “Sizin gücünüz Hizbullah’a yetmez!”

Hizbullah bir kurgunun değil pratik bir zorunluluğun neticesi olarak varlık sahnesinde vücut bulmuştur. Hizbullah, Veliyyi Fakih’in (O dönemde İmam Humeyni idi) İslam Dünyası’nın azılı düşmanları Amerika ve Siyonizm’e verdiği cevabın mücessem halidir. Bu nedenle Hizbullah İslam’ın ve Müslümanların maslahatını belirleyen tüm kararlarda önceliği Veliyyi Fakih’e bırakır. Türkiye’deki İslamcı eskitmesi çevrelerden farklı olarak belirli bir nihai hedefe sahiptir. Bu hedefe ulaşmak için izlediği uzun ve meşakkatli yolu aydınlatan liderleri hareketin teorisi ile pratiğini kendi hayatlarında bir araya getirmiş şahsiyetlerdir. Öyle ki, Seyyid Abbas Musavi ve İmad Mugniye örneğinde olduğu gibi Hizbullah’ın birçok üst düzey yetkilisi düşman saldırılarında şehit olmuştur. Bunun için sadıkların efendisi Seyyid Hasan Nasrallah, “Her şey Direnişin hizmetindedir; Seyyid Abbas, ulema, yiğitlikler, şecaatler, siyaset, kurum, mal ve propaganda; tamamı Direnişin hizmetindedir. Direniş siyasetin, kurumların, kişilerin ve dünya malının hizmetinde değildir. Direniş Allah’ın kuludur ve zafer peşindedir. Bu yüzdendir ki Lübnan’da Direniş zafere ulaşmıştır.”, demektedir.

Hizbullah’ı, Fatih’teki bürolarında, AKP’nin kendilerine tahsis ettiği tarihi mahallerde, nargile höpürdettikleri çay bahçelerinde anlatageldikleri hikâyelerle tasavvur edenler, onu kendileri gibi rüzgârın önünde savrulan bir yaprak sananlar hamdolsun ki yanılıyorlar. Onların sayıklamalarının aksine Hizbullah engin bir gönlün, derin bir bakışın, sonsuz bir sabrın ve ilahi aşkın mahsulüdür. Bire yüz veren bir başaktır Hizbullah. Nasrallah Hizbullah’ın 2006’daki zaferini açıklarken, “Bu zaferin sebepleri akılla, planlamayla, koordinasyonla, eğitimle, silahla izah edilebilir. Biz dağınık ve düzensiz bir direniş değiliz ki çakılıp kalalım. Biz karman çorman bir direniş değiliz. Takvası, aşkı, irfanı, bilinci ve adaleti olan eğitimli bir direnişiz ve zaferimizin sırrı budur.”, diyordu.

Yine Hizbullah İran İslam Cumhuriyeti’nde mücessem hale gelen Velayet-i Fakih inancına sadık bir harekettir ve Veliyyi Fakih’in basiretinin gölgesindedir. Hizbullah’ın/ Nasrallah’ın sözleri blöf değil, Allah’ın izniyle düşmanın yüzleşeceği hakikattir. Sizlerin sırtınızı dayadığınız pragmatist politikacıların Obama’ya iman etmelerinin hilafına Nasrallah Allah’a ve O’nun hükümlerinin icrasına memur olan ve yanında hikmeti ve izzeti bulunduran Fakih’e itibar eder.

Bütün Batı Dünyasını ve işbirlikçilerini arkasına almasına rağmen Siyonistlerin gücü Hizbullah’a yetmedi. 2000 yılında süklüm püklüm terk ettikleri Lübnan’a 2006 yılında bir kez daha girme hayalleri kursaklarında kaldı. Patronunuz Davutoğlu ne 2000’i ne 2006’yı ne 2009’u ne de 2011’i doğru okuyabildi. Oryantalist bakış açısıyla malul bu patron 2013’ü de yanlış okuyor ve sizi de bu yanlışın ardından sürüklüyor.  Dikkat edin! Bush’un gücü Hizbullah’a yetmedi. Obama’nın gücü Hizbullah’a yetmedi. Hal böyleyken, gözleri ve kulakları Obama’nın dudaklarına kilitlenmiş patronunuzun Hizbullah’a güç yetirebileceğini mi sanıyorsunuz?

Sizin gücünüz Hizbullah’a yetmez… Boyunuzu aşan laflarla doldurulmuş pankartlarla caminin bahçesini kirletmeden, patronunuz üzerinize “For Sale” etiketi yapıştırmadan ofislerinize dönünüz. Sonra, Namık Kemal’in “Muini zalimin dünyada erbâb-ı denâettir/ Köpektir zevk alan sayyâd-ı bi-insafa hizmetten”, dizelerini mırıldanıp patronunuzun Mavi Marmara şehitlerinin üzerine yapıştırdığı “For Sale” etiketini düşününüz.