Gürkan BİÇEN
Stephen M. Walt – John Mearsheimer, İstanbul: Zodyak Kitap, 2014, 128
s.
Tercüme: Elif Ocak
Siyonist İsrail rejiminin Orta
Doğu’daki pozisyonu ve bu rejimin bütün uluslararası hukuk kurallarını ihlal etmedeki
“ayrıcalıklı” tabiatı onlarca yıldır tartışılmıştır. Yakın çevresindeki asgari
200 milyonluk Müslüman Arap nüfusa rağmen Siyonist rejimin kendini kayıt altına
alacak hiçbir uluslararası karara itibar etmemesi ve hatta bu yönde karar
alınmasını dahi engelleyebilmesi uluslararası siyaset alanında kalem oynatan
akademisyenleri iki ana gruba ayırmıştır. Bunların ilki Siyonist İsrail
rejiminin vekil sıfatıyla hareket etmesi sebebiyle korunduğunu düşünürken,
ikinci grup Siyonist rejimi güçlü kılan şeyin bulunduğu bölgedeki imkân ve
kaynaklarından ziyade dışarıda, hassaten Amerika Birleşik Devletleri’nde onun
lehine lobi faaliyeti yürüten unsurlar olduğunu söylemektedir.
Chicago Üniversitesi’nden siyaset
bilimci Prof. John Mearsheimer ile Harvard Üniversitesi’nden Prof. Stephen M.
Walt Siyonist rejimin Amerika’daki güçlü lobicilik faaliyetleri sebebiyle
uluslararası kuralları hiçe sayabildiklerini düşünenler arasında yer alıyorlar.
Bu iki akademisyenin birlikte hazırladıkları “The Israel Lobby and U.S. Foreign
Policy” isimli kitap Elif Ocak
tarafından tercüme edilmiş ve Sakarya Üniversitesi iktisadi ve İdari Bilimler
Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Prof. Dr. Emin Gürses’in önsözü
ile Türk okuyucusuna sunulmuştur. Gürses, önsözde, kitabın Zbigniew Brezezinski
tarafından övgüyle anıldığını zikrettikten sonra, müelliflerin de İsrail
lobisinin baskısına maruz kaldıklarını, hatta Prof. Walt’ın bir süreliğine
üniversitedeki derslerine ara verdiğini ve zorunlu izne ayrıldığını dile
getirir.
Kitap iki ana bölüm ve sonuçtan
oluşmaktadır. Birinci bölümde yazarlar Amerikan dış politikasında İsrail’in
ayrıcalıklı konumunu izaha çalışan açıklamalara yer vermiş ve bunların
geçersizliğini ispata yönelmişken, ikinci bölümde Amerika’daki İsrail lobisinin
yapısını, faaliyetlerini ve etki düzeyini incelemişlerdir.
Yazarlara göre Amerikan dış
politikası temas ettiği her yerde cari olsa da, son birkaç on yıl boyunca,
özellikle 1967’deki Altı Gün Savaşı’ndan beri, Amerika’nın Orta Doğu
politikasının merkezinde İsrail’le olan ilişkisi yer almaktadır. Amerika’nın
kendi güvenliğini dahi tehlikeye atan böylesi bir ilişki biçiminin Amerikan
siyasal tarihinde eşi benzeri yoktur. Yazarlar bu durumu, Amerikan aklının dışa
yönelik algısından değil, neredeyse tamamen ABD iç politikasından, özellikle de
İsrail Lobisi’nin yürüttüğü faaliyetlerden kaynaklandığını düşünürler. Öyle ki,
Amerika bu lobiyi razı edebilmek adına İsrail’e İkinci Dünya Savaşı’ndan 2003
yılına kadar toplamda 140 milyar dolar doğrudan yardım sağlamıştır. Yıllık
asgari 3 milyar doları bulan bu yardımlar yaklaşık olarak ABD dış yardım
bütçesinin beşte birini oluşturur. Bunun da ötesinde, tüm diğer
müttefiklerinden farklı olarak, kendisine ayrılan kaynağın yaklaşık olarak
%25’ini kendi savunma sanayisini desteklemek için kullanabilen İsrail, ABD’den
aldığı yardımı nasıl kullanacağına dair hesap vermek zorunda olmayan tek ülke
olarak öne çıkar.
Washington’un Siyonist İsrail
rejimine yönelik ayrıcalıklı tavrı maddi yardım ile kalmaz. ABD İsrail’e NATO
müttefiklerine vermeyi reddettiği istihbaratlara erişim imkânı da verir. Yine
ABD’nin göz yummasıyla İsrail nükleer silahlara sahip olmuştur.
Washington’un sağladığı
ayrıcalıklı ilişki biçiminden güç alarak uluslararası kuralları ihlalden
çekinmeyen İsrail için Washington yoğun bir diplomatik destek de sunar. ABD, 1982’den
bu yana Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne ait otuz iki kararı sırf
İsrail’i eleştirmesi sebebiyle veto etmiştir. Bu, diğer tüm Güvenlik Konseyi
üyelerinin kullandığı vetoların toplam sayısından daha fazla bir sayıya tekabül
eder. Hatta ve hatta, Irak işgaliyle başlayan, Bush yönetiminin Orta Doğu’yu
dönüştürme ihtirasının kısmen de olsa İsrail’in stratejik pozisyonunu
iyileştirmek adına olduğunu ileri sürenler vardır. Tüm bunlara istinaden
yazarlar, ”Amerika’nın İsrail’e sağladığı desteğin eşi benzeri yoktur.”,
ifadesine yer verirler.
ABD’nin İsrail’e yönelik
ayrıcılıklı tutumunun gerekçesi olarak gösterilen konuları ele alan yazarlar,
bunların ilkinin “stratejik gerekçe” olduğunu ifade ediyorlar. İkinci Dünya
Savaşı’nın hemen akabinde, Soğuk Savaş’ın başlangıcında kurulan Siyonist İsrail
rejiminin o dönemde Amerika’ya faydalı hizmetler sunduğunu, bu cümleden olmak
üzere, Mısır ve Suriye gibi Sovyet destekli ülkelere utanç verici mağlubiyetler
yaşattığını, yine Sovyetler hakkında çok değerli istihbaratlar sağladığını
zikre değer buluyorlar. Amerika’nın İsrail’in bu dönemdeki stratejik değerine
binaen hiç de ucuz olmayan bu ilişkiyi sürdürdüğünü belirten yazarlar, buna
rağmen, 1979 İran İslam İnkılâbı sonrasında olduğu gibi, petrol stoklarının
güvenliğine ilişkin endişelerin baş gösterdiği zamanlarda Amerika’nın İsrail’e
güvenemediğini belirtiyorlar.
Kitapta, Soğuk Savaş döneminde
İsrail Amerika için stratejik bir değer ifade etse de, Birinci Körfez Savaşı’nın
(1990-1991) Siyonist rejimin artık stratejik bir yüke dönüştüğünü gösteren bir
dönüm noktası olduğuna işaret ediliyor. Bu dönemde ABD, Saddam Hüseyin
yönetimindeki Irak’a karşı İsrail’deki üsleri kullanmayı göze alamadığı gibi,
onun Irak’a karşı kurulan ittifaka zarar vermemesi için başkaca kaynaklar ayırmak
zorunda da kalmıştır. 2003 yılındaki İkinci Körfez Savaşı’nda tarih bir kez
daha tekerrür ediyor. İsrail yine ittifaka zarar verici unsur olarak beliriyor. 11 Eylül saldırılarının akabinde Amerika’nın
“haydut devlet” olarak ilan ettiği İran, Irak ve Beşar Esad Suriye’si gibi ülkelerin
Amerika ve İsrail’in ortak düşmanı olduğu tezi ikna edici gibi gözükse de, bu,
İsrail’in Amerika için bir yük olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Zira İsrail’i
hedef alan Filistin kökenli şiddet kör bir şiddet değil, İsrail’in Filistin’i
kolonize etmeye yönelik uzun süreli gayretine verilen bir cevaptır, deniliyor.
Siyonist İsrail rejiminin, “ABD ile İsrail’in ortak düşmanları” eşitlemesinin neden-sonuç
ilişkisini tersine çevirmek anlamına geldiğine vurgu yapılarak: “ABD’nin
terörizm probleminin olması İsrail’le yakın müttefik olmasından
kaynaklanmaktadır, bunun aksi doğru değildir.”, ifadesine yer veriliyor. Öyle
ki, Washington “haydut devlet”ler ile problemli bile olsa, nükleer silah bile
edinseler yine de bunlar ABD için stratejik bir felaket teşkil etmeyecekti. Bunun
da ötesinde, İsrail-ABD ilişkisinin ABD’nin bu devletlerle mücadelesine zarar
verdiği öne sürülüyor. Bu iddianın ispatı sadedinde, Nisan 2004’te 52 eski
İngiliz diplomatın Başbakan Tony Blair’e, gönderdiği, Bush ve Başbakan Ariel
Sharon’un politikalarının ‘taraflı ve kanuna aykırı’ ve ‘Batı, Arap ve İslam
dünyası arasındaki ilişkileri olumsuz bir şekilde etkilediğini’ anlatan
mektuptan bahsediliyor. Tüm bunların dışında İsrail’in, ABD Genel Saymanlık’ına
göre, “müttefikler arasında ABD’ye karşı en agresif casusluk operasyonları
düzenleyen ülke” olması da, onun stratejik değerinin sorgulanmasını zorunlu kıldığı
kanaati dile getiriliyor.
Walt ve Mearsheimer İsrail’e
tanınan ayrıcalıklı konum için gösterilen bahanelerden birisinin “ahlaki
yükümlülük” olduğunu vurguluyorlar. Buna göre, İsrail, genellikle düşmanca
davranışlar sergileyen Arap Goliath tarafından köşeye kıstırılan, zayıf ve
mahsur ‘demokratik” Yahudi Davut olarak tanıtılıyor. Ne var ki, bunun tam tersi bir görüntü gerçeğe daha
yakın. Zira günümüzde İsrail Orta Doğu’daki en büyük askeri güçtür. Klasik
kuvvetleri komşularından çok daha üstündür ve bölgede nükleer silaha sahip tek
devlettir. Yazarlar, eğer zorunlu gerekçe güçsüzü desteklemek olsaydı ABD,
İsrail’in düşmanlarını destekliyor olmalıydı, diyorlar.
Kitaba göre, İsrail’in demokratik
bir ülke olduğu tezi de inandırıcı değildir zira ‘demokratik İsrail’ sadece bir
şekildir; Siyonist rejimin kontrol altında tuttuğu milyonlarca Filistinli bütün
politik haklarından mahrum bırakılmıştır ve ‘ortak demokrasi’ gerekçesi de buna
bağlı olarak zayıflamış, anlamsız hale gelmiştir. İsrail’deki Yahudi toplumu da
rejimin yönelttiği yoldadır. İsrail Demokrasi Kurumu Mayıs 2003’te İsrail
Yahudilerinin %53’ünün Araplar için tam bir eşitliğe karşı olduklarını,
%77’sinin önemli siyasi kararlarda Yahudi çoğunluğun önemli olması gerektiğine
inandıklarını, sadece %31’inin hükümette Arap partilerin de yer alması
gerektiğini düşündüğünü ve %57’sinin Arapların göçe zorlanmaları gerektiğini
söylediğini rapor etmiştir. Tüm bunlar Amerika’nın İsrail’e yönelik ayrıcalıklı
desteğinde öne çıkardığı ortak değer “demokrasi” söyleminin sağlam bir
temelinin olmadığını ortaya koymaktadır.
Yazarlara göre, İsrail’e verilen
desteği haklı çıkarmak için kullanılan bir üçüncü bahane “geçmişteki suçların
telafisi”dir. Bununla kast edilen Holokost sebebiyle Yahudilerin Hıristiyan
Batı’da çektiği sıkıntılardır. Bu bir gerçek olsa da, Filistinlilerin bu suçta
hiçbir payı olmadığı da gerçektir. Filistinliler kendi anavatanlarında
yaşadılar ve İsrail kurulduğunda bile Yahudi nüfusu, tüm göçlere rağmen,
20.yüzyılın başındaki yüzde 5’ten yüzde 35’e ancak varabilmişti. Bu halde bile
toprakların sadece yüzde 7’sine sahiptiler. Ben Gurion henüz 1941’de, zor ve
şiddet olmaksızın Arapları bu topraklardan çıkarmanın imkânsız olduğunu
söylüyordu ve 20.yüzyılın tamamı bu hedefe ulaşmak için Araplara uygulanan
şiddet ile geçti. Bu hakikati doğrulamak üzere yazarlar, David Ben Gurion’un
Dünya Yahudi Kongresi başkanı Nahum Goldmann’a söylediği “Ben bir Arap lider
olsaydım, İsrail’le asla anlaşma yapmazdım. Bu çok normal: Biz onların ülkesini
ellerinden aldık… İsrail’den geliyoruz, ama iki bin yıl önce. Bunun onlar için
anlamı ne? Yahudi düşmanlığı, Naziler, Hitler, Auschwitz vardı fakat bütün bunlar
onların hatası mıydı? Onlar sadece bir tek şeyi görüyor: Biz buraya geldik ve
ülkelerini çaldık. Böyle bir şeyi neden kabul etsinler ki?” sözünün yanı sıra,
Filistin’in çalınması sırasında, 1947-1948’de Yahudiler tarafından işlenen
infaz, katliam ve tecavüz gibi etnik temizlik suçlarını; 1956 ve 1967 savaşlarında yüzlerce Mısırlı
savaş tutsağının katledilmesini; 1967’de ise 100 bin ile 260 bin kadar
Filistinliyi işgal ettiği Batı Şeria’dan ve 80 bin Suriyeliyi de Golan
tepelerinden sürmesini öne çıkarıyorlar.
Yazarlara göre Amerika’nın İsrail
rejimine yönelik ayrıcalıklı desteğini haklı çıkarmaya yönelik son bahane
“Erdemli İsraillilere karşı kötü Araplar” iddiasıdır. Bu iddia durmaksızın
tekrarlansa da, yakından bakıldığında İsraillilerin tavrının düşmanlarınınkinden
farklı olmadığı görülecektir. Mesela Birinci İntifada esnasında (1987-1991),
IDF, ordularına coplar dağıtmış ve
onları Filistinli protestocuların kemiklerini kırmaya teşvik etmiştir.
İsviçreli ‘Çocukları Koruyalım’ organizasyonunun tahminine göre, intifadanın
ilk iki yılında 23.600 ile 29.900 çocuk –ki bunlardan üçte birinin bazı
kemikleri kırılmıştı- dayak yaraları nedeniyle tıbbi müdahaleye ihtiyaç
duymuştur. Dövülmüş olan bu çocukların neredeyse üçte biri on veya onun altı
yaşlardaydı. İkinci İntifada ise İsrail şiddeti daha da yükseldi. IDF isyanın
ilk günlerinde bir milyon mermi attı ve o zamandan beri ölen her İsrailli için
3,4 Filistinli öldürüldü ve bunların çoğu olayları seyretmekte olan masum
insanlardı; öldürülen Filistinli çocukların İsrailli çocuklara oranı ise daha
da yüksektir; her bir İsrailli çocuğa karşılık 5,7 Filistinli çocuk. Terör
faaliyetlerine katılan Siyonist liderler ise zaman içinde affedildi ve hatta
aralarından, başbakanlığa kadar yükselen
ve “‘Ne Yahudi ahlakı ne de Yahudi geleneği terörizmden bir savaş aracı olarak
faydalanmamıza engeldir”, diyen Yitzak Shamir gibi kişiler de çıktı.
Kitabın ikinci bölümüne yazarlar “Lobi”
kavramını tanımlamakla başlıyor. Kitaptaki kullanım şekliyle “Lobi” kelimesi “ABD
dış politikasına İsrail yanlısı bir yön vermek amacıyla, aktif bir şekilde
çalışan birey ve örgütlerin dağınık koalisyonunun kısa bir ifadesi” anlamına
geliyor. Amerikan Yahudilerinin İsrail’e duygusal bağlılığı yüksek düzeyde
olmasa da, Yahudiler, en güçlü ve meşhuru AIPAC olmak üzere, ABD dış
politikasını etkileyebilmek için bir dizi örgüt kurdular. Bu örgütler salt
Yahudilerden oluşmuyordu. İçlerinde önemli Hıristiyan Evanjelikler de vardı.
Hıristiyan Evanjelikler İsrail’in yeniden doğuşunun İncil’deki kehanetin bir
parçası olduğuna inandıklarından, İsrail’in yayılmacı gündemini destekleyen ve
İsrail’e baskı yapmayı Tanrı’ya karşı gelmek olarak kabul eden kişilerdir. Bu
örgütler Amerika’nın bölünmüş hükümet sisteminden faydalanarak politik
süreçleri etkilerler. Karşılarında güçlü bir Arap lobisi olmadığı için de
etkileri yüksektir.
Yazarlara göre, Lobi, İsrail’e
ABD desteği sağlamak için iki ana strateji takip etmektedir. Birincisi,
İsrail’i desteklemesi için hem Meclis’e hem de Yürütme organına baskı uygulamak,
ikincisi ise İsrail’le ilgili kamusal
söylemin İsrail’i olumlu bir şekilde tasvir etmesini sağlamaktır. Böylelikle
Amerikan kamuoyunda, İsrail’e desteği sorgulamakla sonuçlanacak tarafsız bir
tartışma yürütülmesinin önüne geçilmektedir. Lobi’nin ABD Meclis’indeki
nüfuzunu açıkça görmek mümkündür. Her şeyin tartışılabildiği bu kürsüde İsrail
söz konusu olduğunda bütün ateşli hatipler sessizliğe bürünürler. Bu güç,
“Benim dış politikadaki birinci önceliğim İsrail’i korumaktır”, diyen Dick
Armey misali Hıristiyan Siyonistler üzerinden devşirilir ama bununla da kalmaz
Lobi, İsrail yanlısı Meclis çalışanlarından
da faydalanır.
Lobi’nin Meclis’teki etkisinin
çekirdeğini AIPAC oluşturur. AIPAC kendi gündemini destekleyen Meclis üyelerini
ve adaylarını ödüllendirip güçlü mali destek sağlarken, karşı çıkanları
cezalandırabilme kudretine sahiptir. Bunun neticesi olarak, ABD’nin İsrail
politikasının bütün dünya ülkeleri için önemli sonuçları olmasına rağmen, Meclis’te
bu politika ile ilgili açık hukuki kavga söz konusu bile olamaz.
Lobi Demokrat başkan adaylarının
seçim masraflarının yüzde 60’ını Yahudi destekçilerden temin ederek icra
organına da büyük baskı uygulamaktadır. Bu yolla, yönetim belirlenirken,
İsrail’i eleştiren kişilerin önemli dış politika görevlerine gelmelerini
engellemeye ve İsrail yanlısı kişilerin icra organlarında önemli mevkilere gelmelerini
sağlamaya çalışırlar. Bu durumun somut
karşılığı Filistin - İsrail müzakerelerinde görülür. Filistinli delegeler biri
İsrail, diğeri ise Amerika bayrağı taşıyan iki İsrail heyetiyle müzakere ettiklerini
görürler.
Lobi kamuoyunu İsrail lehine
tutabilmek için medyaya önem verir ve bu alandaki kalemleri destekler. Gazeteci
Eric Alterman’ın tespitine göre, Orta Doğu uzmanları arasında İsrail’i kayıtsız
şartsız destekleyeceği düşünülen 61 köşe yazarı ve yorumcuya karşılık sürekli
olarak İsrail’in hareketlerini eleştiren ve Arap yanlısı bir konum alan sadece
beş uzman vardır. İsrail yanlısı bu eğilim önde gelen gazetelerin
başyazılarında da böyledir. İsrail’i zaman zaman eleştirenler bile tarafsız
değildir. İsrail yanlısı tutumun sürekliliğini sağlayabilmek için Lobi The
American Enterprise Institute, The Brooking Institution, The Center for
Security Policy, The Foreign Policy Research Institute, Heritage Foundation,
The Hudson Institute, The Institute for Foreign Policy Analysis ve Jewish
Institute for National Security Affairs (JINSA) gibi düşünce kuruluşlarında
etkin olarak yer alır. Buralardaki beyin takımı ağırlıklı olarak, İsrail
yanlısı kişilerden oluşur.
Kitaba göre Lobi’nin İsrail’le
ilgili tartışmaları bastırmakta en çok zorlandığı yerler üniversitelerdir. Akademik özgürlüğe karşı çıkmak ve
dokunulmazlığı bulunan profesörleri tehdit etmek ya da susturmak zor olsa da,
arasında Martin Kramer ve Daniel Pipes’in yer aldığı Campus Watch internet
sitesi örneğinde görüleceği üzere, Lobi onları izlemekten ve fişlemekten ve
Filistinli Edward Said’i kadrosunda bulunduran Columbia Üniversitesi’ni hedef
almaktan imtina etmemektedir.
Yazarlar, bu faaliyetlerini yürütürken
Lobi’nin muhaliflerini “Yahudi düşmanlığı” suçlamasıyla susturduğunu
vurgularlar. Buna göre, “Yahudi düşmanlığı”, İsrail’in faaliyetlerini eleştirmek
ya da İsrail yanlısı grupların ABD’nin Orta Doğu politikası üzerinde önemli
etkisi olduğunu söylemek, anlamına gelmektedir. Bu noktada da bir ikiyüzlülük
görülür; İsrail medyası bir övünç kaynağı olarak Amerika’daki Yahudi lobisinden
bahsederken, İsrail Lobisinin var olduğunu iddia eden İsrail dışındaki birisi
Yahudi düşmanlığıyla suçlanabilir. Bu çok etkili bir taktiktir, çünkü Yahudi
düşmanlığı iğrenç ve kimsenin suçlanmak istemediği bir şeydir. İsrail’in
Filistinlilerin evlerini yıkmakta kullandığı Caterpillar marka buldozerlerin
satışını eleştiren İngiltere Kilisesi dahi sırf bu eleştiri yüzünden “Yahudi
düşmanı” ithamından kurtulamamıştır.
Yazarlara göre, ABD’nin Orta Doğu
politikasını şekillendirme gayreti Lobi’nin ana hedefleri arasındadır. Bölgedeki
savaşlar ve Amerikan müdahaleleri de bu perspektiften okunmalıdır. Yaygın
kanaat Irak’a yönelik saldırının bir petrol savaşı olduğu yönünde ise de,
savaşın itici gücü olan çekirdek kadro “yönetimdeki en savaş taraftarı İsrail
yanlısı ses” ve “samimi bir İsrail yanlısı” olarak tanımlanan Wolfowitz gibi
İsrail’deki Likud Partisi ile sıkı bağları olan kişilerden oluşuyordu. Bu
kişiler İran ve Irak’ı kontrol altında tutabilmek için bölgeye Amerikan askeri
yerleştirmeyi planlıyorlardı ve Bush’tan evvel Clinton’dan da bunu
istemişlerdi. Bu amaçlarına ancak 11 Eylül’ün yardımıyla ulaşabildiler ve
İsrail için tehdit algılamasının üst sıralarında yer alan Bağdat’ı bu suretle
düşürebildiler. Bağdat’a yönelik saldırının ardından Sharon ve onun vekilleri
Washington’u, Şam’ı hedef alması için sıkıştırdılar. Sharon ABD’yi Suriye’ye ‘çok ağır’ baskı
uygulamaya davet ederken, Savunma Bakanı
Shaul Mofaz Maariv’e verdiği röportajda, “Elimizde Suriye’den talep etmeyi
düşündüğümüz konulardan oluşan uzun bir liste var ve bu işin Amerikalılar aracılığıyla
yapılması uygundur.”, diyordu. Washington Post İsrail’in, ABD’nin Suriye
Başkanı Beşar Esad’ın faaliyetleri ile ilgili istihbarat raporlarını besleyerek
Suriye’ye karşı yürütülen kampanyayı körüklediğini yazdı. Wolfowitz,
Suriye’deki rejimin değişmesi gerektiğini ifade etti ve Richard Perle bir
gazeteciye Orta Doğu’daki diğer rejimlere ‘iki kelimelik bir kısa mesaj’
verilebileceklerini söyledi: “Sıra sizde.” Yosi Klein Halevi, Los Angeles
Times’da ‘Sıradaki Hedef Suriye’ başlıklı bir yazı yazarken, Zev Chafets New
York Daily News’de “Terör Dostu Suriye’nin de Bir Değişime İhtiyacı Var”
başlıklı bir yazı yayımladı. Lobi o dönemde Suriye’ye yönelik açık bir savaş başlatmayı
başaramasa da, Suriye Sorumluluk Yasası’nın çıkarılmasında etkili oldu ve
böylelikle Suriye ile Amerika arasındaki ilişkinin Amerikan ulusal
çıkarlarından sapmasını sağladı. Irak ve Suriye’nin İsrail için yarattığı
stratejik tehdit kabul edilmekle birlikte, İran İsrail için en tehlikeli düşman
olarak görülüyor. Irak Savaşı’ndan bir ay evvel İsrail Savunma Bakanı Ben
Eliezer, “Irak problem teşkil ediyor… Fakat bana sorarsanız İran Irak’tan da
tehlikeli.”, diyerek bu durumu ortaya koyuyor. Amerika’yı buna hazırlamak ve
fakat İran ile askeri bir karşılaşmanın yaratacağı risklerden de uzak durmak
için Lobi İran’da bir rejim değişikliği seçeneğinde ısrarcı oldu. Walt ve
Mearsheimer, Lobi olmasa bile Amerika ile İran’ın müttefik olmasının zor
olacağını ve fakat ilişkilerin bu derece gergin olmayabileceği
kanaatindedirler.
Yazarlar serdettikleri tüm bu
delillerin nihayetinde, kitabın sonuç bölümünde, Lobi’nin gücünün
engellenebileceğini, Washington’un Amerikan çıkarları ile uyumlu bir dış
politika geliştirmesinin mümkün olduğunu ancak yakın zaman içinde bunun
gerçekleşmesini ummayı gerektirecek nesnel şartların bulunmadığını zira
Lobi’nin bir rakibinin olmadığını, bununla birlikte Lobi’nin bu tür
faaliyetlerinin Amerika’yı feci sonuçları olabilecek çatışmalara
sürükleyebileceğini, Lobi’nin etkisi sebebiyle Amerika’nın Filistinlilere karşı
işlenen suçlara ortak olduğunu ve bunun da ahlaki sorumluluk doğurduğunu,
Lobi’nin İsrail hakkındaki tartışmaları engellemesinin Amerikan demokrasisi
için de tehlike oluşturduğunu, hatta ve hatta Lobi’nin faaliyetlerinin İsrail
için bile kötü sonuçlar doğurduğunu, bölgede anlaşmaya dayalı bir barışın
tesisini engellediğini ve bunun da İsrail toplumunun yararına olmadığını,
İsrail’i bir zamanların Güney Afrika’sı gibi ırkçı bir devlete
çevirdiğini, tüm bunlara rağmen, Lobi
hakkında yürütülecek açık bir tartışma ortamının sağlıklı sonuçlara ulaşmak
için bir imkan oluşturabileceğini ve bunun Amerika dahil herkesin faydasına
olduğunu vurguluyorlar.
Sonuç olarak, alanında yetkin iki
akademisyenin imzasını taşıyan bu kitap, Amerika’nın İsrail’i Orta Doğu’da bir
maşa/ sopa olarak kullandığı, asıl gücün Amerikan devletinde olduğu, Amerika’da
Yahudilerin sermaye ve etkinlik açısından önemlerini kabul etmekle birlikte, bu
gücün/ etkinin Amerikan halkı ve yönetimine yönelecek tepkileri önlemek/
perdelemek için abartıldığını söyleyen karşıt tezlerle birlikte okunmayı ve bu
suretle değerlendirilmeyi hak ediyor.