Translate

21 Ekim 2012 Pazar

Vay başımıza; Devlette devamlılık esasmış



Gürkan BİÇEN

Paradigmanın kendisini değil paradigmadaki yerini sorgulayanların, razı olabilecekleri bir pozisyonun açılmasıyla kurmayı sevdikleri bir cümledir, “Devlette devamlılık esastır.” Türk siyasi tarihinde bir dönemin mazlumlarının iktidarı paylaşmaya başlamalarının ardından ezbere kullandıkları bir sözdür bu, aynı zamanda.

28 Şubat süreciyle iddialarının tamamından vazgeçmeye zorlanan Müslümanlara karşı işlenen suçların uluslararası mahkemelerde yapılan yargılamaları Müslümanların Ak Parti ile birlikte Ankara’nın labirentlerini merakla dolaştıkları bir döneme denk gelmişti. Dışişleri Bakanlığı koltuğuna Yaşar Yakış layık görülmüş ve fakat bir süre sonra o, yerini Abdullah Gül’e bırakmıştı. Abdullah Gül’ün bakanlığı döneminde –ve halen- Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde haklarını arayanlara karşı Türk hükümetinin tutumu baskı dönemi hükümetlerininkinden farklı olmamış, haklarını Türkiye’de alamayan mağdurların Avrupa’daki hak arama çabalarının karşısına benzer bir tutumla çıkılmıştı. Abdullah Gül ve dışişleri personeli bu tutuma basit bir cümle ile açıklık getiriyorlardı: Devlette devamlılık esastır.

Batı basınının “Arap Baharı” olarak isimlendirdiği halk hareketlerinin rüzgârı Mısır’a ulaştığında ve Tahrir Meydanı kalabalıklarla dolduğunda, Avrupalı televizyon kanalları Avrupa’nın çeşitli kentlerine dağılmış Müslüman Kardeşler üyelerinin/ yetkililerinin bölgesel barışa vurgu yapan röportajlarını yayımlıyordu. Biz ise, Türkiye’de, Tahrir Meydanı’na sabitlenmiş bir – iki kameradan yansıyan kalabalığı izliyorduk. Hüsnü Mübarek’in Tunus’un devrik diktatörü Zeynel bin Abidin gibi iktidarı bırakmak zorunda kalması ancak Mısır’ı terk etmemesi temsili bir yargılamanın yolunu da açmış oldu. Bu yargılamada ekranlara yansıyan sahneler Mısır’da bir zihniyetin değil aktörlerin değişiyor olduğu izlenimini uyandırıyordu.

Müslüman Kardeşler ve Selefiler’in Tahrir Meydanı’nın adalet ve özgürlük istediğini söylemelerine rağmen Mübarek’i, onun geçmişte muhaliflerine yaptığı gibi, mahkeme salonundaki bir demir kafese sokuyor olmaları, Mısırlı Müslümanların da “Devlette devamlılık esastır” ilkesini takip edeceklerini gösteriyordu.  Mısır halkı buna razı olabilirdi. Nihayetinde onlar kendi serüvenlerini yaşıyorlardı. Ne var ki, devlette devamlılık esası mahkeme salonlarından dış politikaya uzandığında Mısır’a umut bağlamış bir başka halkı da yakından ilgilendirir hale geliyordu.

Tunus ve Mısır’daki halk ayaklanmalarını heyecanla izleyen Filistin halkı ve Filistinli hareketler bu ayaklanmaların Siyonist rejimin varlığını reddeden yönetimlerin iktidara gelmesiyle neticeleneceğini ummuşlardı. Filistinli hareketlerde, ayaklanmalar sırasında Müslüman Kardeşler yetkililerinin Mısır’ın onuru temelinde yükselttikleri uluslararası anlaşmalara sadakat açıklamalarını geçiş döneminde Müslümanların aldığı bir tedbir olarak kabul etme eğilimi kendisini açıkça belli ediyordu. Ancak İran İslam İnkılâbı’nın Filistin davasını İslam ümmetine mal etmesine kadar geçen süreçte, Filistin meselesi öncelikle bir Arap meselesi olarak görülmüş ve Arapların Siyonistler karşısında aldıkları yenilgilerle geri çekilmelerinin ardından da tam anlamıyla bir “Filistinli Meselesi”ne dönüşmüştü. Mısır’ın Siyonist varlığı bir devlet olarak tanımasının üzerinden geçen yaklaşık 40 yılda Filistin’in özgürlüğü Mısır için itikadi bir vazife değil, Mısır’ın onurunun kurtarılması için bir araç haline gelmiştir. Yalnız,  sırasını beklemesi gereken bir araç…

“Devlette devamlılık esastır”,savunması, her toplumun, kendi iradesini geçmişlerin hikâyelerine bağlamasından başkaca bir anlama gelebilir mi? Geçmişte yapılan hatalar yeni nesilleri niçin bağlasın? Kendi dönemini yaşayan toplumların geçmişin hatalarına “hayır”, deme hakkı yok mudur? Bu ve benzeri sorulara zincirleri kıracak cevaplar bulamıyorsak, gelip geçen ümmetlerin yaptıklarından sorulmayacağımızı ancak onların hatalarını tekrar edenler olarak kendi hesabımızla muhakeme olunacağımızı göz ardı ediyoruz demektir.

Mısır halkı, Mısır’ın gençleri Mursi’ye sormalıdır: Enver Sedat’ın ve Hüsnü Mübarek’in tercihlerini kabul etmek zorunda mıyız? Bunların kararlarının neticeleri devam edecekse, bize sorulmadan alınan bu kararlar geçerliliklerini koruyacaksa, meydanları niçin doldurduk, niçin şehitler kazandık?  

Mursi’nin Türkiye’nin muhafazakârları gibi bayındırlık işlerini tarihi kararlara öncelediği görülüyor. Bu yolun sonunda tıpkı Türkiye’deki sağcı iktidar gibi Mısır’ın Müslüman Kardeşleri de Batı Dünyası’na yelken çevirirse şaşırmamak gerekiyor. Bir bütün olarak hesap edildiğinde, Filistin’in kurtarılmasını itikadi bir vazife addeden İran İslam Cumhuriyeti’nin şeytanlaştırılmasına göz yuman ve hatta Suriye İhvanı örneğinde olduğu gibi bu ameliyeye bizzat katılan Müslüman Kardeşler’in Filistin’i kurtarmak bir yana, kendisine bel bağlayan HAMAS’ı da yolda bırakacağı anlaşılıyor.

Devlette süreklilik devam ederken ufukta HAMAS için bölünme ve direniş cephesinden çıkarılma ihtimali beliriyor.