Translate

13 Ağustos 2010 Cuma

Birleştirici dil

Gürkan BİÇEN
2005 tarihli bir röportajında Hamid Algar, “Asıl mesele tasavvuf araştırmacılarının çoğunluğunun Türkçe bilmemeleri. Bildiğiniz gibi akademik çevrelerde Arapça ve Farsça yaygın ama Türkçe önemsenmiyor. Türkçe, dil devrimi sonucunda maalesef öğrenilmesi şart olan İslamî diller arasından çıktı.” diyordu. Algar’a göre dil devrimi Türkçe’yi İslam’ın taşıyıcı dilleri arasından çıkarmış, kavmi bir alana sıkıştırmıştı. Türk dil devrimini inceleyen Geoffrey Lewis de, Algar ile benzer bir kanaattedir. Lewis, devrimin kendi içinde başarılı olsa da, bunun bir trajedi olduğu hakikatini değiştirmediğini savunur. “Trajik Başarı: Türk Dil Reformu” isimli eserinde, Lewis, “ Türk dil reformunun amacı, uzun zamandan beri dilin bir parçası durumunda olan Arapça ve Farsça’ya ait dilbilgisi özelliklerini ve bunlardan ödünç alınmış binlerce sözcüğü tasfiye etmektir” ifadesine yer verir. Devrimin başarısını ve aynı zamanda trajedinin boyutunu göstermek için de, Mustafa Kemal’in Nutuk’unun 1934 ve 1963 baskıları arasındaki farkı delil olarak getirir. D.Mehmet Doğan da, “Yüzyılın Soykırımı” kitabında benzer deliller sunar.

Anadolu halkının dini tevarüs ettiği Arap ve Fars dillerinin etkisinden arındırılan Türkçe, geçmişe yönelik bağlarından koparıldıkça seküler bir dil haline gelmiş ve bugün için yetmiş milyon insanın konuştuğu sıradan bir dile dönüşmüştür. Bin yıllık süreçte İslam’ın taşıyıcı dillerinden birine evrilen Türkçe, dil devrimi ile kendi içine kapanmıştır. Ulus devlet sürecinin Anadolu halkına verdiği ve etkisi artarak devam eden temel zararlardan birisi Türkçe’nin soykırıma tabi tutulmuş olmasıdır.

Modern Türkiye’nin uluslaşma projesinin araçlarından olan okullaşmanın ürettiği aydınlar, Türkçe’nin evrildiği seküler, kavmiyetçi özellikten büyük oranda rahatsız değildirler. Onlar, dilin bir kavmi diğerlerinden ayrıştıran ve benzerleri ile bütünleştiren en temel araç olduğunu savunurlar. Onlara göre dil, birbirini tanımanın, birbiriyle tanışmanın aracı olmaktan ziyade üstünlüğün bir ifadesidir. Halbuki Müslüman zihin kutsal bir ırk ve dil faraziyesini reddettiği gibi üstün bir ırk ve dil faraziyesini de reddeder. Müslüman zihin için kutsal olan tek şey “Kuran”ın metnidir. Kuran’ın inzal olunduğu Arapça da değil.

Nasıl ki, Balkan halklarının uluslaşma süreci Türk karşıtlığı / düşmanlığı üzerine bina edilmişse, kimilerine göre gecikmiş ulusallaşma sürecindeki Kürtlerin kimliği de Arap, Türk, Fars gibi Müslüman halklara yönelik düşmanlık duygusu üzerine bina edilmektedir. Kürdistan Özerk bölgesinde yürütülen çalışmalara yönelik olarak Sandra Phelps, Kürt milliyetçiliğinin sosyolojik kurgusunun milliyetçiliğin sembolleri bakımından, diğerlerinden farklı olmadığını söyler. Ona göre, marşlar, danslar, bayrak gibi semboller bakımından Kürt milliyetçiliği diğerleri ile benzer halde olsa da söylem ilginçtir: Kürtler, Kürt olmaktan gurur duyuyorlar… Biz, Phelps’in Türklerin de Türk olmaktan gurur duyduklarını bilip bilmediğine vakıf değiliz. Ne var ki, Kürtlerin, Türklerin yaşadığı tarihi tecrübeyi tekrar ettiklerinin farkındayız. Okul kitaplarının, müfredatın, yöntemlerin, hülasa her şeyin gözden geçirildiği Kürdistan Özerk Bölgesinde hayat "Yeniden inşa" sözü üzerinde yükseliyor ve bir tür ulus inşa süreci yürütülüyor. Kürtçe’nin ve böylelikle Kürt halkının akıtılmak istendiği mecrayı özetleyecek sözler ise Kürdistan Özerk Bölgesinde okutulan ulusal marşta yer alıyor: "Hey düşman, Kürt ulusu dili ile yaşıyor, bayrağı asla inmez"

Sadık Yalsızuçanlar, Mezopotamya’nın kadim ve güçlü dilleri arasında yer alan Kürtçe’nin bugün Türkiye’de de seküler bir alana kaydırılmaya çalışıldığından söz ederken medrese geleneğine değiniyor ve Hamid Algar’ın sözlerine tersinden temas ediyor. Yalsızuçanlar, “Kürt medreselerinde biliyorsunuz Bediüzzaman'ın da öngördüğü şekilde birkaç dilde öğretim yapılıyordu. Tabi ana dil olarak Kürtçe başta geliyordu. İlim dili olarak Arapça ve Farsça ile Türkçe. Bu çok dilli öğretim, İmparatorluğun bütün coğrafyasında hâkimdi.” derken İslam potasına karışmanın azaltan değil arttıran etkisini vurguluyordu. İslam’ın aktarılmasında gerçek bir rol almasıyla Kürtçe, böylelikle Kürtler, coğrafyayı bölen değil birleştiren bir unsur oluyorlardı.

Bugün Anadolu halkının Müslüman zihni hakim kılması yönünde kırması gereken ilk pranga dile yönelik yaklaşım olmalıdır. İslam adına kaybedilen Türkçe’nin İslam adına yeniden kazanılması ve Kürtçe’nin de yitirilmemesi zihni dönüşümün hareket noktasıdır. İslam’ın kardeşlik ilkesini soyut ifadelerden somut vakalara tahvil etmemiz, kardeşliği elle tutulur, gözle görülür, mizanda tartılabilir hale getirmemiz gerekir. Müslüman halkların hakları konusunda Müslüman halkın kanını, onurunu ikinci plana atacak tüm çözümlere hayır derken, kendi siyasal gerçekliğimizi de oluşturma gayretinde olmalıyız. Anadolu halkının İslami vahdetini sağlamayı bir ibadet bilmeli ve İmam Humeyni’nin “İbadetimiz siyaset siyasetimiz ibadettir” sözüyle özetlenebilecek kararlı bir duruş gösterebilmeliyiz. Çözüme yönelik teklif ile temenninin aynı şeyler olmadığının ayırdına varılmalıdır. Kavramsal düzeyde yürütülen tartışmalara “birleştirici dil” ve “genişletilmiş alfabe” de katılmalı, anayasal düzeyde “resmi dil” kavramından “birleştirici dil” kavramına geçişin sağlaması muhtemel faydalar değerlendirilmelidir.

İslam’ı, İslam kardeşliğini, Allah’ın yeryüzünde oluşturmak istediği toplumu anlatmayan / aktarmayan hiçbir dil, resmi dil bile olsa, bizim değildir. Sahip çıkmamız gereken şey dini aktaran bir dildir. Komşunun dili bile olsa.