Translate

20 Ağustos 2014 Çarşamba

Demokrasi, petrol ve İsrail: Ortadoğu’da Amerikan politikasının kutsal üçlüsü

Gürkan BİÇEN



Christopher Colombus (1450-1506) Avrupalılar tarafından bilinmeyen bir ülkeye ulaştığında, insan medeniyetinin yolunu değiştirmeye başladığını bilmiyordu. Şayet modern çağda yaratılan bu tarihi kabul edersek, bu anın insanlık tarihinde bir kırılma noktası olduğunu görebiliriz.[1] Bu keşfin ardından Avrupalılar “Yeni Dünya”yı işgale başladılar. Amerikan Başkanı Woodrow Wilson (1856-1924) “Tanrı bu ülkeyi barışçıl ve insan haklarına saygılı kişilere verdi ve burasını Avrupalılar medeniyeti getirsinler diye işgal edilmemiş halde/ bakir bıraktı” dese de, biz hakikatin farklı olduğunu biliyoruz.[2] Avrupalıların gelişinden evvel Amerika, beyaz kolonyalistler tarafından bastırılan yerli halklar tarafından iskân edilmişti. Buna rağmen yerli halkı katleden bu yeni yerleşimciler kendilerini suçlular olarak değil, “kıtayı medenileştiren insanlar” olarak tanımladılar.[3]
Colombus’tan dört yüzyıl sonra, Amerika dünyanın en etkin ülkesi oldu. Bazı entelektüeller, tabiat kanunlarının yeryüzünde bir ülkenin etkin ve pek çok entelektüel ve ahlaki değere sahip ve yine, dünyayı şekillendirebilmek için azimli ve kuvvetli olmasını gerekli kıldığını ileri sürerler. 20.yüzyıl boyunca Amerika Birleşik Devletleri böyle bir ülkeydi.[4] 19.yüzyıla kadar ABD dış politikası basitti: Denizaşırı meselelerden uzak durmak. Amerika Dışişleri Bakanı Quincy Adams, Amerika’nın dünyadaki bütün bağımsızlık hareketlerini desteklediğini ilan etse de, bunun, Amerika’nın denizaşırı ülkelerde eylemler gerçekleştireceği anlamına gelmediğini söylüyordu. O, Amerika bağımsızlık ve özgürlük adına savaşan herkes için en iyi dileklerini sunar ama Amerika ancak kendi haklarını/ menfaatlerini savunabilir, diyordu.[5] Bu sözleriyle aslında Adams, Amerika’nın üçüncü başkanı Thomas Jefferson’un (1743-1826) görüşlerini tekrarlıyordu. Jefferson Amerikan dış politikası için bir hedef belirlemişti; gücün avantajlarını kullanmak ama güç kullanırken asla bir kurbana dönüşmemek.[6] Jefferson’a göre, şayet Amerikalılar Amerika’da güçlü bir demokrasi yaratabilirlerse, bu, bütün dünya halkları için izlenecek bir örnek/ yol olacaktı.[7]
Amerikan dış politikasının temel kuralı denizaşırı meselelerden uzak durmak olsa da, Amerika bunu bazı geniş yorumlarla değiştirmeyi de denedi. Bu bağlamda, Başkan Franklin D. Roosevelt (1882-1945), Kongre’ye gönderdiği bir mesajda, uluslararası politikaların ve ekonomik ilişkilerin çok daha karışık bir hal aldığını ve bu sebeple bütün medeni ve iyi organize edilmiş halkların bir çeşit dünya polisi olması gerektiğini söyledi.[8] Roosevelt’in ardından Wilson bu politika değişikliğini şu sözlerle açıkladı: Biz bütün dünya halklarının dostuyuz; hiç kimseyi tehdit etmiyoruz, hiç kimsenin malını gasp etmek istemiyoruz ve hiç kimseyi devirmek de istemiyoruz.[9]
1915’te, Wilson “ilgisiz” kavramını tanımladı. Ona göre, eğer insanlık ile ilişkiliyse hiçbir şey Amerika için “ilgisiz” değildi.[10] Bu yüzden o, Amerika’ya yeni bir misyon yükledi. Amerika’nın misyonu, dünyanın her neresinde gerçekleşirse gerçekleşsin, insanlığı tehditlere karşı savunmaktı.[11] Wilson dış politikası için bazı ahlaki değerleri bahane olarak gösterse de, Henry Kissenger Wilson’un sözlerini hilekârlık olarak kabul eder. Kissenger’a göre, Amerikalılar uluslararası meselelere müdahil olduklarında kendi bencilliklerini göstermekten hoşlanmazlar, daha ziyade ilkeler uğruna mücadele ettiklerini iddia ederler.[12] Bu politika onların Orta Doğu’ya müdahalelerinde de geçerlidir.
Klasik antropolojiye göre, meşhur tarihçi Marshall Hodgson’un karakterize ettiği temelde, Orta Doğu için aşağıda belirtilen hatları çizebiliriz: Orta Doğu batıda, Fas’tan bütün Kuzey Afrika’ya uzanır. İran’dan Arap Yarımadası’na kadar genişler ve nihayet Güney Afganistan’da son bulur. Bu bölge medeniyetlerin beşiğidir çünkü ilk yazılı medeniyet burada hayat bulmuştur.[13] Diğer taraftan, bu bölge, devasa petrol ve gaz rezervlerine sahip olması ve uluslararası ticaret için denizyolları üzerinde bulunması sebebiyle bizim çağımız için de önemlidir.
Birinci Dünya Savaşı’ndan evvel, Birleşik Krallık yeryüzündeki en güçlü ülkeydi ve modern çağ için petrolün önemini anlayan ilk devletti. İki savaş (Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı) petrolün barış döneminde çok yüksek ekonomik değere ve savaş döneminde de çok önemli askeri değere sahip bir ürün olduğunu doğruladı.[14] Gerçekten, günümüzde piyasa değeri 100 Dolar civarındayken, bir varil petrolün Suudi Arabistan’daki üretim maliyeti 0,5 ila 2 Dolar ve Amerika’daki maliyeti ise 10 Dolardır.[15] Bu çok yüksek kar oranı Birleşik Krallık’ı petrol alanlarının büyük kısmını kontrol altına almaya yöneltti. Birleşik Krallık önce İran’da ve sonra, Osmanlı İmparatorluğu zamanında, Irak’ta petrol buldu. Birinci Dünya Savaşı boyunca Birleşik Krallık Arap kabilelere, Osmanlı’dan ayrı, bağımsız ve birleşik bir Arap Devleti kurma sözü verdi. Birleşik Krallık’ın amacı Araplar için özgürlük şampiyonu olmak değil, petrol sahalarını kontrol etmekti.[16] Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’nın 1922 tarihli bir raporunda, Birleşik Krallık, Orta Doğu topraklarını gezegenin petrol rezervleri için temel stratejik nokta olarak kabul ediyordu.[17]
Bununla birlikte, Birinci Dünya Savaşı başladığında İngiltere Arapları söz verdiği şekilde desteklemedi ama Siyonistlere destek sundu.[18] Siyonist hareketin kurucuları dini kişilikler değildi. Moses Hess (1812-1875), bir Alman Yahudi komünist, Filistin’de Yahudiler için bazı koloniler kurmak istiyordu. Hess’ten sonra, 1897’de,  Avusturyalı bir Yahudi olan Theodor Herzl (1860-1904) Hess’in rüyasını yeniden ele aldı.[19] Birinci Dünya Savaşı boyunca İngiltere’nin Dışişleri Bakanı olan Arthur James Balfour (1848-1930) Majesteleri’nin hükümetinin Filistin’de bir “Yahudi Yurdu” yaratma fikrini desteklediğini ilan etti. İngiltere bu kararı geleneksel kolonyalist mantık temelinde almıştı: Suveyş Kanalı’nı korumak.[20] Bu şekilde Siyonist plan uluslararası bir meseleye dönüştü. Buna rağmen, 40 yıl sonra, İngiltere Suveyş Kanalı’nı elinde tutamadı ve Siyonist İsrail rejimi Suveyş’i savunmasında İngiltere’ye yardım etmedi. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda İngiltere ve Fransa 1918’den 1956’ya kadar yönettikleri Orta Doğu üzerindeki hâkimiyetlerinin büyük kısmını kaybettiler.[21]
Wilson’un ahlaki prensiplerinden ayrı olarak, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra devletler yabancı ülkelerin kontrol altına alınması için başka bahaneler buldular. Bir bahane Manda Rejimi’nin uygulanmasıydı. İngiltere ve Fransa Arap topraklarını bu bahane yoluyla böldüler ve Wilson’un sözlerini kendi Vandalizmlerini örtmek için ahlaki bir bahane olarak kullandılar.[22]
Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasında Amerika Birleşik Devletleri genel olarak Avrupalı çatışmalardan uzak durdu ve sadece kendi menfaatlerini korudu. Ancak Amerikan petrol şirketleri Suudi Arabistan’da bakir petrol rezervleri bulmuştu ve bu şirketler 1928 Kırmızı Hat Anlaşması[23] (Red Line Agreement of 1928) olarak anılan anlaşmayla bir petrol karteli oluşturmuşlardı. Kısa zaman içinde bu petrol şirketlerinin menfaatleri Amerikan dış politika önceliklerini değiştirmeye başladı.[24] Petrol rezervlerini kontrol etmek ekonomik ve politik başarının anahtarı olduğundan, petrol politikaları Birleşik Devletler dış politikasının temel konusu oldu.[25] Bu sebeple, günümüz Birleşik Devletleri ile Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Birleşik Krallık’ın petrol kaynaklarının kontrolü ve akışın sağlanması konusunda benzer endişeleri paylaştığını fark edebiliriz.[26]
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, Birleşik Krallık gücünü yitirse de, bazı özel ilişkiler yoluyla ABD üzerindeki etkisini sürdürmeyi başardı. Ortak dil, kültür ve entelektüel etki yoluyla Birleşik Krallık’ın düşünceleri sanki Washington’un kendi fikirleriymiş gibi görüldü.[27] Böylelikle, ABD, Filistin’deki Siyonist entite dahil olmak üzere,  Birleşik Krallık’ın Orta Doğu’daki halefi oldu. 1947’de, Sovyetler Birliği Başkanı Joseph Stalin’in (1878-1953) danışmanı Andrei Zdanov Orta Doğu’yu İngiltere ve Amerika’nın egemenliği altındaki bir bölge olarak tanımlıyordu.[28] ABD Arap Yarımadası’nı kontrol ederken, İngiltere’nin üsleri İran ve Mısır’dı.
Birleşik Krallık Filistin’i terk etmeden evvel, 29 Kasım 1947’de Birleşmiş Milletler Filistin’i Yahudi ve Arap olarak iki parçaya böldü. Araplar bu kararı tanımadılar ve David Ben Gurion (1886-1973) 14 Mayıs 1948’de Filistin’de “Yahudi Devleti”ni ilan ettiğinde Arap – Yahudi savaşı başladı. “Yahudi Devleti”ni tanımak Birleşik Devletler için bir dilemmaydı. Richard Holbrooke’a göre, George Marshall ve dış politika diplomatları “Yahudi Devleti”ni tanımaya karşıyken, Başkan Harry Truman (1884-1972) onu ilan edilişinden 11 dakika sonra tanımıştı ancak küçük bir farkla; Truman onu “İsrail Devleti” olarak tanıdı “Yahudi Devleti” olarak değil.[29] Bu karar, Birleşik Devletlerin dış politikasını yarım yüzyıl boyunca “kutsal üçlü” olarak belirleyen bir köşe taşıydı:  İsrail, petrol ve anti-komünizm.[30]
İsrail devletinin ilanından sonra, Siyonistler yaklaşık 940 bin Arabı Yahudi bölgesinden Batı Şeria’ya sürdü. Bu insanlar Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğinin (UNHCR) kamplarında toplandılar.[31] Diğer taraftan, 1948’den 1996’ya kadar 2,5 milyon civarında Yahudi işgal edilmiş Filistin’e yerleştirildi.[32]
Yukarıda belirttiğimiz gibi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika Birleşik Devletleri Birleşik Krallık’ın yerini aldı ve bunun önemli bir nedeni 1957’de yaşanan Suveyş Kanalı kriziydi. Krizin ardından İngiltere ve Fransa bölgeden çıkmak zorunda kaldılar ve böylelikle Amerika Birleşik Devletleri bölgede tek başına egemen oldu.[33] O dönemde Mısır İsrail’in kurulmasını emperyalizmin zirve noktası olarak kabul eden Cemal Abdulnasır Hüseyin (1918-1970) tarafından yönetiliyordu.[34] Nasır Sovyetler Birliği ile ittifak yaptı ve Sovyet silahları için Nikita Kruschov (1894-1971) ile bir anlaşma imzaladı.[35] Sovyetler Birliğinin amacı, kendine yeter miktarda petrolü olduğu için,  Orta Doğu’yu kontrol etmek değildi. Sovyetler Amerika’yı durdurmak ve onun bölgedeki etkisini zayıflatmak istemişti.[36] Bu dönemde Siyonist rejim, Sovyetler Birliği Mısır’ı desteklediğinden, Sovyetler Birliği’den uzaklaşıp Amerika ile yakınlaştı. Aynı zamanda Siyonistler Fransa’dan silah almaya çalıştılar.[37] Tüm bu önemli gelişmeler Amerikan politika yapıcıları arasında birçok tartışmaya yol açtı. Amerika Birleşik Devletleri’nin 34. Başkanı David Eisenhower (1890-1969), Eisenhower Doktrini olarak bilinen, Orta Doğu’daki Amerikan politikasını üç temel üzerinde bina eden bir açıklama yaptı. Bunlar, ekonomik yardım, askeri yardım ve Orta Doğu’yu komünist hâkimiyetten korumaktı. Eisenhower daha da ileri giderek, Birleşik Devletler’in özgür dünyayı saldırganlara karşı korumakla yükümlü olduğunu ilan etti.[38]
Birleşik Devletler Mısır’ı İsrail ile bir anlaşma yapmak için ikna etmeyi denedi. Bunun için Birleşik Devletler iki politika izledi. Birincisi, barış için zorlamak ve ikincisi Asuan Barajı inşaatı için Mısır’a yardım sözü vermekti. Mısır iki şart öne sürdü; İsrail Negev Çölü’nden çekilmeli ve 1948’de topraklarından sürülen mültecilerin dönüşüne izin vermeliydi.[39]
Ne var ki, ABD politika yapıcıları Siyonist İsrail rejimini Orta Doğu’daki Arap müttefiklerine tercih ettiler. Noreng’e göre, Birleşik Devletler’in yardımıyla Siyonist İsrail rejimi bir askeri üs oldu ve Araplara karşı muazzam bir askeri üstünlük sağladı.[40] 1967’deki Altı Gün Savaşı’nın ardından ABD ve Siyonist İsrail rejiminin ilişkileri geri dönülemez noktaya ulaştı. Bu savaş bugün Orta Doğu’da gördüğümüz birçok stratejik pozisyonun temellerini oluşturdu.[41] Bu savaştan sonra ABD ve İsrail’in ilişkileri stratejik alanlarda gelişti. Öyle ki, ABD şayet bir gün Fars Körfezi’ni ve özellikle Suudi Arabistan’daki askeri üslerini terk etmek zorunda kalırsa, İsrail’i askeri üssü olarak kullanmaya devam edeceğini hesaplıyordu.[42]
1970’den bu güne kadar, petrol gelirleri Orta Doğu toplumlarını çok değiştirdi. Buna rağmen Arap monarşilerin politik varlığı aynı kaldı. Son 40 yıl boyunca ABD bütün Orta Doğu’da anti demokratik rejimleri, özellikle Arap Yarımadası’nın monarklarını destekledi. Orta Doğu halkları Siyonist İsrail rejimi ve Arap monarşilerinin ancak ABD’nin desteği ile varlıklarını sürdürebileceğini gördüler. Bunun için, kendini 100 yıldan bu yana demokrasi şampiyonu ilan etse bile, ABD, baskıcı rejimlerin en büyük destekçesi oldu ve Orta Doğu’da zemin kazanacak ılımlı politik hareketleri engelledi.[43] Öyleyse, Amerika’nın söylemleri ile eylemleri arasındaki bu zıtlığı nasıl açıklayabiliriz? Amerikan ordusu Orta Doğu’yu işgal ederken, Amerikan politika yapıcılar niçin ABD’yi bir özgürlük, demokrasi ve insan hakları havarisi olarak ilan ediyorlar? Orta Doğu petrolü Amerikan toplumunun günlük yaşantısı için vazgeçilmez bir unsur mudur?
Böylesi bir şey belki 1970’lerde doğruydu[44] ancak bugün için doğru denilemez zira bugünlerde Amerika Orta Doğu’dan petrol ithalatına bağımlı değildir. Amerika Kanada, Venezüella ve Meksika’dan petrol ithal ediyor ve yine herkesin bildiği gibi Amerika petrol üreticisi bir ülkedir. Kendi topraklarında faal halde binlerce kuyu mevcuttur. Orta Doğu petrolünün önemi ticari alandadır. Amerikan şirketleri Orta Doğu petrolünü çok yüksek karlarla Avrupa’ya satarlar.[45] ABD Orta Doğu monarşilerine, onların iç ve dış düşmanlarına karşı güvenlik sağlar ve bunun karşılığında Arap monarşileri Amerika’ya petrolü satma izni verirler ve yine ABD Siyonist rejimi onlardan uzak tutar. Bunu başarmak için ABD Filistinlileri ve Siyonist rejimi barışa zorlamak gibi birçok politik manevra yapar. Oslo Anlaşması böyle bir örnekti. Bu anlaşmaya göre, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) İsrail’in varlık hakkını kabul etmişti ve bunun karşılığında da Siyonist İsrail rejimi Filistin Ulusal Yönetimi’nin kurulmasına destek olmaya söz vermişti.[46]
Bu anlaşma ile ABD, İsrail’in varlık hakkını savunmayı sürdürmeyi ve kendi şirketleri için Orta Doğu’dan ucuz petrol akışını korumayı sağlamış oldu. Bu amaçları gerçekleştirmek için ABD bazı diplomatik eylemler gerçekleştirdi. Şayet Amerika’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gerçekleştirdiği diplomatik girişimleri sıralamak istersek şunları anabiliriz:
            Economik Teftiş Görevi (1949), Rhodes Ateşkes Görüşmeleri (1949), Üçlü Deklarasyon (1950), Ürdün Vadisi Geliştirme Planı (1953-1955), Mısır Cumhurbaşkanı Nasır ile İsrail Başbakanı David Ben Gurion arasındaki gizli görüşmeler, Birleşmiş Milletler Ateşkes Denetleme Organizasyonu (UNTSO), Birleşmiş Milletler Filistinli Mülteciler için Yardım ve Bayındırlık İdaresi (UNRWA), Birleşmiş Milletler Acil Durum Kuvveti (UNEF), Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1967 tarih, 242 numaralı kararının uygulanması için Gunnar Jarring misyonu, Sovyetler Birliği – Amerika Birleşik Devletleri görüşmeleri (1969), Rogers Planı (1969), Geçici Yerleşimciler Girişimi (1971), Kissinger'ın 1973 Savaşı’ndan sonraki diplomatik adımları ve Başkan Jimmy Carter'ın Orta Doğu inisiyatifi (1977 yılı başlarındaki Geneva Konferansı başarısızlığa uğradı). Sadece Camp David (1978), Madrid/Oslo 'barış süreci’ netice verdi.[47]
            ABD kendisini bir barış ve insan hakları savunucusu olarak resmetse bile, Orta Doğu’daki monarkları ve otoriter rejimleri destekledi. ABD’nin desteklediği birçok hükümet ya darbeler ya da göstermelik/ hileli seçimler yoluyla iktidara geldi. Ancak Soğuk Savaş’ın ardından ABD Orta Doğu’yu demokratikleştirme arzusuyla bir kampanya başlattı. Clinton yönetimi Orta Doğu’nun demokratikleştirilmesi için tarihi bir şansın varlığına inanıyordu.[48] Clinton’a göre, ABD yeni Orta Doğu’yu dizayn etmeliydi. Bu yeni Orta Doğu’da İsrail merkezde yer alacaktı. O, ABD’nin Orta Doğu’daki amaçlarını gerçekleştirebilmesi için bölgenin demokratikleştirilmesinin şart olduğunu kabul ediyordu. Clinton demokrasinin yaygınlaştırılması için yumuşak bir yol önerdi.[49] ve amaçlarını gerçekleştirmek üzere USAID gibi organizasyonları kullandı. USAID Orta Doğu’daki birçok ulusal sivil toplum kuruluşunu destekledi.[50] Clinton ve takipçileri Orta Doğu’nun demokratikleştirilmesine dair aynı bakış açısını paylaşıyorlardı. Onlara göre, demokratikleşme Amerikan değerlerinin kabulü, İsrail’in güvenliği ve bölge üzerinde Amerikan hâkimiyetinin kabullenilişi ile sonuçlanacaktı.[51]
Ne var ki, ABD’deki 11 Eylül saldırılarının ardından, George W. Bush yönetimi Orta Doğu’nun demokratikleştirilmesine dair bakış açısını değiştirdi. Bush’a göre Amerika, Orta Doğu’daki askeri varlığını güçlendirmeli ve Arapları Amerika’nın demokratik değerlerini kabule zorlamalıydı. Eğer ihtiyaç duyulursa, Amerika demokratik kurumları bölgeye getirmek adına, demokratik olmayan ve zayıf devletlere karşı savaş açmalıydı. Bu, Bush yönetiminin Afganistan ve Irak işgalini meşrulaştırmak için kullandığı en önemli argümandı.[52] Amerika, demokratik olmayan ve zayıf bir ülkeyi işgal imkânı bulamadığında, onu “Şeytan Ekseni” olarak ilan etti. Bu onun İran ve Suriye için yaptığı şeydi ve bu ülkelere karşı uluslararası hukuk açısından birçoğu gayrı meşru olan yaptırımları uygulamaya koydu.[53] Amerika’nın söylemine rağmen, Orta Doğu halkları ABD’nin saldırılarının demokrasi için olmadığını biliyor. ABD İsrail’i ve petrol rezervlerini korumayı denedi. Onların savaşı aynı zamanda İslam’a karşı da bir savaştı.[54] Orta Doğu halkları, Amerika’nın söyleminde samimi olması halinde, Müslüman aydınlar demokrasi ve özgürlük isterken monarkları destekleyemeyeceğini düşünüyor. 11 Eylül saldırılarından sonra bile Amerika Suudi Arabistan’a kendisini demokratikleştirmesi için asla baskı yapmadı.[55] Halbuki güçlü kurumları yaratmaksızın demokrasi için bir şans yoktur; değerler ısrar olmaksızın politik olarak uygulanamazlar.[56] Orta Doğu’da olanlar bize, askeri saldırıların Irak gibi ülkeleri yok ettiğini ve oraları terör merkezi haline dönüştürdüğünü gösterdi. Demokratik kurumların yokluğunda Irak bir kaosa sürüklendi.
            Halklar barışa, adalete, güvenliğe ve refaha ihtiyaç duyduğu tartışmasızdır. Eğer bir süper güç kendisini bir insanlık şampiyonu olarak ilan ederse, her şeyden evvel halklara dürüstlüğünü göstermelidir. Bilmelidir ki, problemlerin kaynağını desteklediği müddetçe halklar ona inanmayacaktır. Orta Doğu’da temel problem ucuz petrol isteyen Amerikan şirketleridir. Yukarıda açıkladığımız üzere, bu şirketlerin menfaatleri Amerikan yönetiminin dış politikası ile birleşmiş haldedir. Azami kar arzusu ve Orta Doğu halklarına yönelik adil olmayan tutum dünyanın bu bölgesinde birçok problem yarattı. Amerika Orta Doğu politikasını düzeltmek için neler yapmalıdır? Bize göre, ABD yönetimleri şunları yapmak zorundadır:
-          Orta Doğu halklarının Amerikalılar ve diğer halklarla eşit olduğunu kabul etmelidir,
-          Onların petrolünü çalmamalı, petrolün gerçek değerini ödemelidir,
-          Siyonist İsrail rejimini Filistinlilerin kendi topraklarına geri dönüş hakkını kabul etmeye zorlamalıdır,
-          Geri dönüş hakkının uygulanmasının ardından, Filistin’de Araplar ve Yahudilerin birlikte katılacağı serbest seçimleri kabul etmeli/ ettirmelidir,
-          Orta Doğu’dan askeri varlıklarını çekmelidir,
-          Bütün bölgede, ekonomik, kültürel ve sivil toplum faaliyetlerini desteklemeli, halk sağlığı kurumlarını yaygınlaştırmalıdır,
-          Kendisini, Siyonist İsrail rejimini yeryüzüne Armageddon’u getirecek bir rejim olarak kabul eden Evangelist öğütlerden soyutlamalıdır
Son söz olarak, bir İspanyol atasözünü anmalıyız; “Ey yolcu! Yollar inşa edilemez. Yollar yürünülerek oluşturulur.”[57]

KAYNAKLAR
ATTALI Jaques, 1492, ss:11-13, İmge Kitabevi, İstanbul, 1999
DALACOURA, Catherine, US Democracy Promotions in the Arab Middle East since 11 September 2001, (International Affairs, 81, 5, 2005, pp:963-979)
DREZNER, Daniel W., Values, Interests, and American Grand Strategy, (Diplomatic History, Volume 29, Issue 3, June 2005), pp:429-432
FERGUSON Nial, İmparatorluk, p:298, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2013
GARAUDY Roger, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, p:260, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul, 2011
HOLBROOKE Richard, Washington’s Battle  Over Israel’s Birth, The Washington Post, 7 May 2008 (http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2008/05/06/AR2008050602447.html?hpid=opinionsbox1)
HUDSON, Michael C., To Play the Hegemon: Fifty Years of US Policy toward the Middle East, (Middle East Journal, Vol. 50, Summer, 1996), pp:329-343
KHAN, Muqtedar, Prospects for Muslim Democracy: The Role of the US Policy, (Middle East Policy, Fall 2003, Volume X, Number 3)
KISSENGER Henry, Diplomasi, s:39, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2007
LİNDHOM Charles, İslam Toplumlarında Gelenek ve Değişim, p:26, Elips Yayınları, İstanbul, 2004
NORENG Qyestein, Ham Güç –Petrol Politikaları ve Pazarı-, p:65, Elips Yayınları, İstanbul, 2004
SHLAIM Avi, The Middle East: The Origin of Arab-Israeli Wars, (Oxford: Oxford Universty Press, 1996),pp:219-240
Yves LACOSTE, Büyük Oyunu Anlamak, p:322, NTV Yayınları, İstanbul, 2007




[1] ATTALI Jaques, 1492, ss:11-13, İmge Kitabevi, İstanbul, 1999
[2] KISSENGER Henry, Diplomasi, s:39, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2007
[3] a.g.e, s:28
[4] a.g.e, s:9
[5] a.g.e, ss:26-27
[6] a.g.e, s:26
[7] a.g.e, s:25
[8] a.g.e, s:31
[9] a.g.e, s:31
[10] a.g.e, s:40
[11]a.g.e, s:39
[12]a.g.e, s:787
[13] LİNDHOM Charles, İslam Toplumlarında Gelenek ve Değişim, s:26, Elips Yayınları, İstanbul, 2004
[14] NORENG Qyestein, Ham Güç –Petrol Politikaları ve Pazarı-, s:65, Elips Yayınları, İstanbul, 2004
[15] Yves LACOSTE, Büyük Oyunu Anlamak, s:322, NTV Yayınları, İstanbul, 2007
[16] NORENG Qyestein, s:84
[17] FERGUSON Nial, İmparatorluk, s:298, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2013
[18] LACOSTE Yves, s:288
[19] a.g.e, s:289
[20] GARAUDY Roger, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:260, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul, 2011
[21] SHLAIM Avi, The Middle East: The Origin of Arab-Israeli Wars, (Oxford: Oxford Universty Press, 1996),ss:219-240
[22] FERGUSON Nial, s:296
[23] HUDSON, Michael C., To Play the Hegemon: Fifty Years of US Policy toward the Middle East, (Middle East Journal, Vol. 50, Summer, 1996), ss:329-343
[24] NORENG Qyestein, s:60
[25] a.g.e, s:66
[26] a.g.e, s:67
[27] KISSENGER Henry, s:217
[28] a.g.e, p:503
[29] [29] HOLBROOKE Richard, Washington’s Battle  Over Israel’s Birth, The Washington Post, 7 May 2008 (http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2008/05/06/AR2008050602447.html?hpid=opinionsbox1) Erişim tarihi: 10.06.2014
[30] HUDSON, Michael C., To Play the Hegemon: Fifty Years of US Policy toward the Middle East
[31] LACOSTE Yves, s:295
[32] İbid, s:295
[33] KISSENGER Henry, s:528
[34] a.g.e, s:504
[35] a.g.e, s:502
[36] NORENG Qyestein, s:91
[37] LACOSTE Yves, s:291
[38] KISSENGER Henry, s:529
[39] a.g.e, s:507
[40] NORENG Qyestein, s:14
[41] LACOSTE Yves, s:292
[42] NORENG Qyestein, s:17
[43] NORENG Qyestein, s:12
[44] HUDSON, Michael C., To Play the Hegemon: Fifty Years of US Policy toward the Middle East
[45] LACOSTE Yves, s:317
[46] a.g.e, ss:295-298
[47] HUDSON, Michael C., To Play the Hegemon: Fifty Years of US Policy toward the Middle East
[48] HUDSON, Michael C., To Play the Hegemon: Fifty Years of US Policy toward the Middle East
[49] HUDSON, Michael C., To Play the Hegemon: Fifty Years of US Policy toward the Middle East
[50] DALACOURA, Catherine, US Democracy Promotions in the Arab Middle East since 11 September 2001, (International Affairs, 81, 5, 2005, ss:963-979)
[51] DALACOURA, Catherine, US Democracy Promotions in the Arab Middle East since 11 September 2001
[52] DALACOURA, Catherine, US Democracy Promotions in the Arab Middle East since 11 September 2001
[53] DALACOURA, Catherine, US Democracy Promotions in the Arab Middle East since 11 September 2001
[54] KHAN, Muqtedar, Prospects for Muslim Democracy: The Role of the US Policy, (Middle East Policy, Fall 2003, Volume X, Number 3)
[55] KHAN, Muqtedar, Prospects for Muslim Democracy: The Role of the US Policy
[56] DREZNER, Daniel W., Values, Interests, and American Grand Strategy, (Diplomatic History, Volume 29, Issue 3, June 2005), ss:429-432
[57] KISSENGER Henry, s:529

18 Ağustos 2014 Pazartesi

Bu pisliği kim örter

Gürkan BİÇEN


Beklenen oldu ve Sünni (!) Erdoğan halkoyuyla cumhurbaşkanlığı makamına yürüdü. Erdoğan’ın son üç yıllık seyri kendisinin değiştirmekte ayak sürüdüğü Anayasa’yı aşan davranışlarda bulunacağını garanti ediyor ama şu an derdimiz bu değil.

Mesele Erdoğan’ın ardından başbakanın kim olacağı noktasında düğümleniyor. Siyasi ağızlarda, lobicilik faaliyetleriyle iştigal edenlerin çalışmalarında, gazete köşelerinde, fısıltı gazetesinde bazı isimler dillendiriliyor. Başbakanın kim olacağına dair verilen ipuçları çerçevesinde tahminler yürütülüyor. Tartışma isimler etrafında dönse de, başbakanın kim olacağından daha önemlisi başbakanın ne yapacağıdır?

Erdoğan’ın başbakan, Davutoğlu’nun dışişleri bakanı titrini kullandığı yıllar boyunca bu ikili Meclis denetimi dışında kalan birçok icraata imza attılar. Dışişlerindeki diplomatik kaidelerin hiçe sayıldığı, tutanağa bağlanmamış, kaydı alınmamış birçok özel görüşme bu ikili tarafından gerçekleştirildi ve bu görüşmelerle ilgili hiçbir bilgi verilmedi. Erdoğan ve Davutoğlu’nun Meclis’e ve Meclis’teki diğer partilere bilgi vermemesi, birçok konuyu Meclis denetiminden kaçırması sıklıkla tartışma konusu oldu. Bugün hiç kimse Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin hangi ülkeye nasıl bir taahhütte bulunduğunu bilir halde değildir. Suriye’deki krize müdahil olduğumuz son üç yıl ise kayıt dışı diplomasinin zirve yaptığı dönemi oluşturdu.

Erdoğan ve Davutoğlu, yanlarına MİT müsteşarını da alarak, Suriye Arap Cumhuriyeti aleyhine onlarca, yüzlerce faaliyette bulundular. Bu faaliyetlerin bir kısmı çeşitli illerdeki otellerde yapılan konferanslar şeklinde basına yansırken, bu konferansların öncesinde ve sonrasında siyasi ve askeri unvanlara sahip kişilerle yapılan gizli toplantılar, bunlara verilen sözler, onlardan talep edilenler, onlar ile ilişkiyi kuran aracılara ve bu aracılar vasıtasıyla onlara yapılan ödemeler gündemin dışında tutuldu. Bu süreçte Türkiye’nin Suriye’deki kimyasal saldırıların arkasında yer alan devlet olduğu Seymour Hersh gibi gazeteciler tarafından açıkça ileri sürüldü. Bugün Suriye ve Irak’ta katliamlar gerçekleştiren tekfirci çetelerin arkasında Türkiye’nin, Erdoğan ve Davutoğlu’nun yer aldığı alenen konuşulmaktadır. Balkan devletlerinin siyasileri, tekfircilerin Türkiye’deki insani yardım kuruluşu maskesi altında çalışan organizasyonlar tarafından Suriye ve Irak’a götürüldüğünü söylemektedirler. Tüm bu bağlantılar elbette ki, Erdoğan, Davutoğlu ve Mit müsteşarının bilgisi dahilinde gerçekleşiyor.

Erdoğan kimin başbakan olmasını ister? Erdoğan niçin apar topar bir kongre planlar? Erdoğan tüm bu pisliklerin açığa çıkmaması için kendisini kontrol edebileceği, kendisinin de bu pisliklerin içinde yer almış birisinin başbakan olmasını isteyecektir. Böylelikle Meclis denetiminden uzak bir dönemi garanti edecektir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, başbakan Davutoğlu, dışişleri bakanı Fidan kurgusunun temel sebebi bu üçünün ülkeyi ileri götürmesi değil, bu üçünün kendilerini uluslararası ceza mahkemeleri nezdinde sanık sandalyesine oturtması muhtemel cürümleri elbirliği ile örtme çabasıdır.

Bu plan tutar mı? Belki… Ne var ki, Erdoğan, Davutoğlu ve Fidan’ın yabancılarla yaptıkları gizli görüşmelere, pazarlıklara sadece Türk kaynaklarının vakıf olduğunu sanmak da safdillik olur. Onlar bunların üzerini örtmeye çalışsalar da, zamanı geldiğinde birileri, Türkiye aleyhine daha büyük tavizler alabilmek için onların şahsi cürümlerini ortaya koyacak olan bu dosyaları önlerine atacaktır.

AKP Davutoğlu’nu başbakan yapabilir. Davutoğlu da cürümlerinin izlerini silmek için elinden geleni ardına koymayabilir. Belki bir kısmını silebilir de lakin Suriye’de tekfircilerin katlettiği yavrucağın “Her şeyi Allah’a anlatacağım” sözünü Levhi Mahfuz’dan nasıl silebilir? Gölgesine sığınacağı Erdoğan’ın gücü buna yeter mi?


2 Ağustos 2014 Cumartesi

Allah İran’a zeval vermesin

Gürkan BİÇEN

Sözlerim kimilerini kanatacak. Kibirli yüzleri yerlerde sürünsün onların. Velid bin Mugire’nin soyudur onlar. Allah’ın kendisi hakkında, Düşündü, taşındı, ölçtü, biçti. Kahrolası, nasıl da ölçüp biçti! Sonra baktı. Sonra kaşını çattı, suratını astı. Sonra sırt çevirip kibirlendi., dediği Velid bin Mugire’nin. Velid bin Mugire gibi ölçüp biçmek hakikat ayan beyan ortadayken onu batılla bir tutmak, batıl saymaktır. Yazıklar olsun Velid bin Mugire gibi ölçüp biçenlere…
Filistin’in makûs talihini/ tarihini bilenler bu kutsal beldenin halkına oynanan oyunun piyonlarının Müslüman görünümlü kişiler olduğu gerçeğini teslim edeceklerdir. 1948’de yurtlarından tehcir edilen Filistinlilerin şahitlikleri bu ihanete bir nebze ışık tutar. Onlar, kendilerine silah ve askeri eğitim vermemekle kalmayıp vatanlarını korumalarına da hileli yollarla engel olan Arap yöneticileri lanet ile anarlar. Bu insanlar, dönemin Arap yönetimleri tarafından hazırlanan Özgürlük Ordusu’nun değil Filistin’i korumak, Filistinlilerin koruyabildiği beldeleri dahi Siyonistlere peşkeş çektiğini aktarırlar. Filistinlilere göre temel problem düşmanın varlığından ziyade Filistin’i itikadi bir mesele kabul edecek dostların yokluğudur. Vakıa, bu yokluk, “İsrail bizim tarafımızdan dışlanmış, defterden silinmiştir, ebediyen hem de! Ona ne petrol veririz ne de resmen tanırız; asla”, diyen İmam Humeyni’nin rehberliğindeki İran İslam İnkılâbı’nın zaferine dek sürmüştür.
İnkılab’ın Filistin için öngördüğü çözüm tam da 1948 mültecilerinin istediği tarzdadır: Filistin’i Filistinlilerin kurtarması. İran yerel halkın Siyonist düşman karşısında güçlenmesi,  toprağını ve varlığını özgürleştirmesi için her şeyi yapacak; Lübnan ve Filistin halkı da, müstekbir güçlere dayansa da, sayıca kendisinden az olan bu Siyonist güruhu söküp atacaktır. Bu program çerçevesinde İnkılab, tevile yer vermeyecek açıklıkta konuşuyordu; İran bu işe adanmıştır.[i]
İnkılab işe Lübnan’dan başladı. Diğer direniş örgütlerinden bağımsız, dini, siyasi, sosyal ve askeri gerçekliklere dayanan yepyeni bir hareket oluşturmaktı ilk hedef. Böylece, bütüncül bir projenin ilk adımı olarak Hizbullah ortaya çıktı. Hizbullah’ın Siyonist rejimi Lübnan’dan söküp atması ve yine Temmuz 2006 Savaşı’ndaki galibiyeti bu modelin incelenmesini ve uyarlanmasını haklı kılıyordu. 1982’deki ilk kurşundan Fecr-5 füzelerine kadar Hizbullah’ın mücadele tarihini izleyenler İslam İnkılâbı’nın adım adım ilerleyen projesinin başarısını ve dönüm noktalarını da göreceklerdir.[ii]
İran’ın sadece Lübnan direnişini değil, aynı zamanda işgal altındaki Filistin’deki direniş hareketlerini de desteklediği tartışmasızdı. İmam Humeyni’nin sağlığında Tahran’daki Siyonist elçiliğin kapatılıp binanın kendilerine tahsis edildiği Filistin Kurtuluş Örgütü lideri merhum Yaser Arafat’tan başlayarak, İslami Cihad’ın lideri Şehit Fethi Şikaki’ye ve yine İslami Mukavemet Hareketi HAMAS’ın önde gelen siyasi ve askeri liderlerine kadar birçok kişi İslami İran’ın başkentini kendi evleri biliyorlardı. İnkılab’ın çizdiği uzun vadeli ve fakat sağlam yolun gerektirdiği sabrı gösteremeyen Yaser Arafat’ın o dönemde söylediği, “Dayan’la Begin’e cevaben dedim ki, sen gidip birilerine dayanır ve Amerika’ya sırtını verebilirsin, ama ben de beni destekleyecek birini bulabilirim ve buldum da; Ayetullah-il Uzma Musaviyy-il Humeyni liderliğinde İran milletine dayandım.”, sözü hala kulaklarda çınlamaktadır. İslam İnkılabı’na ve İmam Hamanei’ye dayanan bir başka isim, İslami Cihad lideri Ramazan Şallah ise 2008-2009 Furkan Savaşı sırasında, “İmam Hamenei’ye söz veriyoruz, tıpkı Lübnan Direnişi gibi biz de Gazze’de zafer kazanacağız.”, diyordu. Şallah bu sözünü tutuyor ve Filistin direnişi, Siyonist rejimin devasa askeri gücünü Gazze’de perişan ediyordu.
Temmuz 2006 Savaşı İran ve Suriye destekli Hizbullah’ın Lübnan’ın kara ve deniz sahasını korumakta mahir olduğunu ortaya koyarken, Furkan Savaşı da, Gazze’deki direniş örgütlerinin operasyonel anlamda komuta kabiliyeti kazandığını gösteriyordu. 2006 sonrası İran’ın Amerika ve Siyonist rejime yönelik temel sürprizi “Elektronik Harp” sahasındaki başarısı oldu. İran Amerikan casus uçaklarını kontrol edip indirmeyi başarmakla kalmadı, bunları kopyalayıp seri üretime geçmesini de bildi. Hizbullah ise işgal edilmiş Filistin toprakları üzerinde Siyonist rejimin askeri ve nükleer tesislerini gözleyen insansız hava araçları uçurmaya başladı. İran’ın yerli uzay teknolojisi artık Filistin direnişinin hizmetindeydi. Bugün İran ve Hizbullah, Siyonist düşmanın hareketlerini anlık olarak takip etme kabiliyetindedir ve bunu işgal altındaki Filistin topraklarının özgürleştirilmesi için direniş hareketlerinin hizmetine sunmuşlardır. Yüzü aşkın Siyonist askerin öldürülmesinde düşmanın hareketlerini anlık olarak takip eden İran ve Hizbullah’ın katkısı tartışma kabul etmez düzeydedir.
İran, Erdoğan ve Davutoğlu’nun ayartmasıyla, HAMAS’ın Suriye meselesinde gösterdiği yalpalamaya rağmen onlara aşılması imkânsız duvarlar da örmeyen bir ülkedir. Kendisini sırtından vurulmuş hisseden Suriye’den farklı olarak İran, HAMAS’ın pragmatist tavrını mecbur kalınan politik bir manevra olarak kabul etmiş, hem Suriye hem de HAMAS ile ilişkileri sürdürmeyi becermiştir. İran ve Hizbullah’ın Gazze’ye aktardığı askeri malzemenin bir kısmının Suriye’de Suriye Arap Cumhuriyeti Ordusu ve Hizbullah’a karşı kullanıldığının anlaşılmasına rağmen İran, HAMAS’ın bunların örgüt kararı olarak yapılmayan münferit eylemler olduğu yönündeki savunmasına itibar etmiştir.
Bugün Gazze yine ateş altındadır ve direnişe sadık kalmanın bedelini yerle bir olmakla ödeyen Suriye ile İran’ın tüm bu süreçte de Filistin’i askeri açıdan besledikleri aşikar olmuştur. Tüm bunlar inkârı muhal hakikatlerdir.
Bu hakikatlerin karşısında ise Petro-dolarlarla beslenen tekfircileri Müslüman ülkelerin üzerine salan Suudi Amerika ve diğer Körfez emirlikleri ile Filistin’e yönelik NATO saldırısının içinde yer alan Türkiye bulunuyor. Siyonistlerle Amerika’nın hesabı ayrı değildir ve NATO Amerikan askeri gücünün aktarılması için kullanılan ülkelerden ibaret bir organizasyondur. Siyonistlerin Filistin’in herhangi bir bölgesine yönelik herhangi bir askeri saldırısı aslında Amerika’nın dolaylı yoldan gerçekleştirdiği bir saldırıdır. Amerika bu saldırının başarısını temin için askeri gücünü aktardığı tüm NATO ülkelerini de bilfiil kullanmaktadır. Türkiye de bundan müstesna değildir.
İki sene önceye, Siyonist rejimin Gazze’ye saldırdığı ve Mursili Mısır’ın arabulucu olduğu günlere dönersek, Erdoğan’ın Siyonist rejimi “terörist” ilan etmesini ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Victoria Nuland'ın “retorik” olarak nitelendirdiğini görürüz. Siyonist rejim ile Erdoğan’ın ilişkilerinin her düzeyde ilerlediği bir zeminde Nuland’ın nitelemesinin haksız olduğunu söylemek mümkün müdür? Türkiye, Türk vatandaşlarının katili Siyonist rejimle ilişkileri geliştirme arzusunu ilan ederken, Erdoğan’ın retorikten öteye geçmeyen sözlerine sarılıp İran İslam Cumhuriyeti’nin Filistin’e adanmışlığını yok sayanların Velid bin Mugire’ninkine eş bir vicdana ve izana sahip olduklarını söylemek mümkündür.
Arif  Nihat Asya “Naat”ında, Yeryüzünde riyâ, inkâr, hıyanet/ Altın devrini yaşıyor.../ Diller, sayfalar, satırlar/ ‘Ebu Leheb öldü’ diyorlar./ Ebû Leheb ölmedi, yâ Muhammed/ Ebû Cehil kıt’alar dolaşıyor!”, diyordu.  Hakikat bu: Ne Ebu Leheb ne Ebu Cehil ne de Velid bin Mugire öldü. Reenkarnasyonla döndükleri bedenlerden kalabalıklara yalan söylemeye devam ediyorlar. Filistin’e adanan yürekler ise tüm bu yalancılara inat “Allah İran’a zeval vermesin”, diyorlar.