Translate

17 Ekim 2007 Çarşamba

* AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİNİN İŞKENCE KONUSUNDA OLUŞTURDUĞU KISTASLAR

İşkence ve pek fena muamele insanlık tarihi boyunca pozisyon olarak fiili gücü elinde bulunduranların, daha zayıf konumda görünenlerden koparmak istedikleri şeyleri elde etmenin bir metodu olarak kullanılagelmiştir. Bu somut bir bilginin elde edilmesine yönelik bir eylemmiş gibi görünse de hakikatte zayıf olarak telakki edilenin şahsiyetini yok etmeye yönelik bir saldırıdır. Montaigne Denemeler’in Vahşet başlıklı bölümünde, işkencenin ve onu izleyen karanlık sahnelerin amacının; “halkı düzen içinde tutmak”, başka bir deyişle ona görev duygusunu, itaat zevkini aşılamak olduğunu belirtir. Michel Foucault iktidarın işkence görmüş bedenlerde gücünü yenilediği kanaatindedir. Suçluların halkın önünde idam edilmeleri sadece bir cezalandırma olayı değildir. İktidar ile uyrukları arasındaki iletişimin en görsel biçimlerinden birini de oluşturmaktadır. İşkenceler eşliğinde yapılan cezalandırma sırasında cezalandırılana bakan herkes aynı şeyi hissetmeyecektir; bazıları korku yoluyla itaatin gerekliliğini öğrenirken, diğerleri iktidarın gücü, savunduğu değerlerin sürekliliği üzerinde güven tazeleyecektir.

15.yüzyılda resmi ve hukuki metinlere giren işkencenin bu gün resmi olarak kabul edilememesinin psikolojik gerekçesi de işte burada yatmaktadır. İnsan anneden doğan canlının insan olarak kabul edildiği bir hayat algılayışında insanlığından soyutlanarak üzerinde ameliye yapılabilecek eşya konumuna düşürülmüş bedenler tüm zamanlar için insanın var oluş gerekçelerinin reddi anlamına gelmektedir.

Pozitif hukukumuzu iktibas ettiğimiz Avrupa’da İşkencenin resmi metinlere girmesi ve işkenceye karşı eylemler hemen hemen aynı döneme rastlar. Fransa’da Ağustos 1539 tarihli Villers – Cotterets buyruğu Engizisyon yöntemi denen ve suçlunun itirafının sağlanmasına dayanan, yazılı, gizli yöntemi açıklığa kavuşturur ve kesin olarak kabul eder. Bu yöntemde, kesin bir yönetmeliğe bağlanmış bir biçimde işkenceye başvurulmasına da yer verilmektedir. Bernard Shapper’a göre baskı sisteminin evrimi yargıçlardaki kanıtlama eğiliminin yükselişine bağlıdır. 1670 Kararnamesi ile işkencenin “insancıllaştırılması” amaçlanır. Bu kararnameye göre işkence yapılabilecek süreler bir saat ya da bir saat on beş dakika olarak belirtilmiş ve aynı ceza için işkenceyi yinelemek yasaklanmıştır. Ama uygulama avukatsız yapılıyordu ve kontrolü imkansızdı.

İşkencenin resmileştirilmesi ve böylelikle işkence uygulamasına yaygınlık kazandırılması aydınları son derece rahatsız etmiştir. Voltarie “Prix de la Justice et de l’humanite” (adaletin ve insanlığın bedeli) isimli eserinde şöyle der: “ Fransa’daki yasa ile ilgili kitaplarda şu korkunç kelimelere rastlanır: Hazırlık işkencesi, geçici işkence, mükemmel işkence, delilli işkence, ihtiyatsız işkence, iki danışman gözetiminde işkence, bir doktor bir cerrah gözetiminde işkence, kadınlara ve kızlara yapılan işkence yeter ki hamile olmasınlar. Görünüşe göre bütün bu yazılar cellatlar sayesinde oluşturulmuştur.”


La Bruyer işkenceyi, “Zayıf ve hassas mizaçlı bir masumu kaybetmeye ve güçlü doğmuş bir suçluyu kurtarmaya yönelik kesin bir yöntem” olarak açıklarken Diderot; “İnsanlıktan uzak olan işkencenin hedeflenen amacına ulaşmadığını çünkü hiçbir zaman işlenmemiş suçları itiraf ettirmeyi başardığını” belirtmekteydi.

Avrupa’da durum bu iken bir başka dini, İslam’ı referans alan Osmanlı ülkesinde durum çok farklıydı. Kur’an hükümleri ve hadisler İslam Hukukunun kaynağını oluşturuyordu ve bunlar işkenceyi kesinlikle yasaklıyorlardı. Yargılama sırasında, sorguda, duruşmada ve infaz sırasında işkence reddediliyordu. Yargılama herkese açık olmak zorundaydı ve sanığın suçunu zorla kabul etmemiş olması şarttı. Buhari’de nakledilen iki hadis ile Hz.Muhammed’in işkenceyi kesin olarak yasakladığını görmekteyiz. Tüm bunlara rağmen Osmanlı Kanunnameleri sınırlı ölçüde de olsa bir sorgulama yöntemi olarak işkenceye yer vermişlerdir. Bu da Osmanlı Devletinin İslam Hukukunun hükümlerini yönetimin keyfi uygulamaları ile ihlal etmesinden kaynaklanmıştır.

18. ve 19.yüzyıllarda işkence ve kötü muamele bir çok ülkede kanunen yasaklanmaya başlanmıştır. 1708 tarihli Treason Act ile İskoçya’da; 1734’de İsveç’te; 1776’da Almanya’da; 1789 tarihli “Ordonance” ile Fransa’da (Burada işkencenin her türlüsü ilga edilmişti); 1801’de Çarlık Rusya’sında bu konuya ilişkin resmi yasaklamaların yayınlandığını görüyoruz.

Osmanlı’da ise 1808 Sened-i ittifak ve 1839 Tanzimat Fermanı ile zulüm yasağı, 1856 Islahat Fermanı ile işkence ve eziyet yasağı, 1876 Kanuni Esasi ile işkence ve diğer her türlü eziyetin kesinlikle ve tamamen yasak olduğu hüküm altına alınmıştır.

Ama insan haklarının uluslararası bir boyuta ulaşması, bu hakların en korkunç biçimde ve bütün dünyanın gözleri önünde çiğnendiğinin görüldüğü ll.Dünya Savaşı’ndan sonra olmuştur.

1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, 1984 tarihli İşkence ve Başka Zalimce, İnsanlıkdışı ve Onur Kırıcı Davranış ya da Cezaya Karşı Sözleşme, 1985 tarihli İşkencenin Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dair Amerikan Sözleşmesi (Amerikan İşkence Sözleşmesi) ve 1987 tarihli İşkencenin Önlenmesine Dair Avrupa Sözleşmesini bu gelişimin kilometre taşları olarak sayabiliriz.

1984 tarihli BM Sözleşmesi –ki İşkenceye Karşı Sözleşme olarak bilinir- BM Genel Kurulu tarafından oydaşma ile kabul edilmiş ve 1987 yılında yürürlüğe girmiştir. Sözleşmeye taraf devletler kendi egemenlik alanları içinde işkenceyi durdurmak ve önlemekle, işkenceyi suç olarak düzenlemekle, bütün işkence iddialarını soruşturmakla ve işkence sanıklarını adalet önüne çıkarmakla, işkence sanıklarının muhakemesi boyunca kendilerine adil muamele yapılmasını sağlamakla, işkenceyle elde edilen kanıtları dava dosyasından çıkartmakla ve işkence mağdurlarına giderim vermekle yükümlüdürler.

Tesis ettiği bir Mahkeme ile Sözleşme kriterleri çerçevesinde kalabilecek hak ihlallerini tespit etme imkanına sahip olması tüm bu hukuki metinler ve antlaşmalar arasında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ayrı bir yer kazandırmıştır. Somut bir denetim imkanı sunan bu Sözleşmenin 3.maddesi; “Hiç kimse işkenceye, insanlıkdışı ya da onur kırıcı ceza ve işlemlere tabi tutulamaz” hükmünü havidir.
Bu madde çerçevesinde düzenlenen koruma alanlarını;
a- işkence
b- zalimane muamele
c- zalimane ceza
d- insanlık dışı muamele
e- insanlıkdışı ceza
f- aşağılayıcı muamele
g- aşağılayıcı ceza olarak sınıflandırmak mümkündür.

Sayılan bu yedi sınıf için getirilen yasak hiçbir derece farkı gözetmez. Diğer bir deyişle işkence ne kadar yasak ise aşağılayıcı muamele de o kadar yasaktır. Bu yönüyle bu yasaklar aynı rejime tabidir. Öte yandan bu yasaklar bakımından devletin yükümlülüğünün mutlak bir ihlal edilemezlik olması da Sözleşmenin 15.maddesinin 2.fıkrası ile sağlanmıştır. Bunun en açık karşılığı savaş ve olağanüstü hal dönemlerinde dahi ihlal edilemeyeceğinin ifade edilmesidir.

Sözleşmenin 3.maddesi, ‘işkence’ , ‘insanlık dışı muamele’ ve ‘aşağılayıcı muamele’ kavramlarına yer vermekle birlikte hangi fiilin bu kavramların kapsamında değerlendirileceği hususlarına bir açıklık getirmemiş, bunu vaka hukukuna ve diğer metinlere bırakmayı tercih etmiştir. Yapılan başvurular ile Mahkeme bu kavramların ana hatlarını belirleme imkanı bulmuştur.

Mahkemeye göre, bir kötü muamelenin 3.maddenin kapsamına girmesi için asgari düzeyde bir şiddetin bulunması gerekir. Bu asgari düzeyin değerlendirilmesi olayın niteliğine göre değişir. Bu asgari düzey, muamelenin süresi , fiziksel ve ruhsal etkileri ve bazı durumlarda mağdurun cinsiyeti, sağlık durumu, yaşı gibi olayın bütün şartlarına bağlıdır.

Yine Mahkeme’ye göre, ‘insanlıkdışı muamele’ kavramı ile ifade edilmek istenen ise, belirli bir durumda, kişiyi zihinsel ya da fiziksel bir şiddet uygulamasına maruz bırakan gayrı meşru edimdir.

‘Aşağılayıcı muamele’ kavramı bir başvuru ile şöyle netliğe kavuşturulmuştur: Bireyi diğer kişilerin önünde büyük ölçüde utanca boğan ya da onu kendi arzu ve istencine aykırı biçimde davranmaya yönlendiren eylemler aşağılayıcı muamelelerdir. Belli koşullar altında yapılan yasadışı ayrımcılık, siyasal görüşlerinden ötürü kişilerin bazı merkezlerde psikiyatrik etkileme süreçlerine maruz bırakılması, bekaret testi uygulaması, kişiye karşı tahkir edici dil kullanılması veya çıplak bırakılması bu kavram için getirilen örneklerdendir. “Aşağılayıcı muamele” yasağının genel amacının, insan onuruna yönelen, özellikle ciddi mahiyetteki müdahalelerin önlenmesi olduğu; kişiyi, rütbe , konum ya da şöhret gibi açılardan daha alt düzeye düşüren edimler ya da bir grup içerisinde kişiyi ırk temelinde farklı muameleye tabi tutan tasarrufların aşağılayıcı muamele kapsamına girdiği belirtilmiştir.

Başvurular sonucu oluşturulan tanımlamaya göre işkence, mutlaka insanlık dışı ve aşağılayıcı muameleyi içerir ve insanlık dışı muamele aynı zamanda aşağılayıcıdır. Buradan varılan yer, işkence; bilgi ya da ikrar temin etme ya da cezayı eza verici hale sokma gibi amaçla yapılan insanlık dışı muameledir ve genellikle bu insanlık dışı muamelelerin şiddetlendirilmiş biçimidir.

Aksoy – Türkiye davasında Mahkeme 3. maddede geçen “işkence” ve “insanlıkdışı veya onur kırıcı muamele” ayrımını yaparken işkence damgasını çok ciddi ve zalimane acılara sebep olan kasti insanlıkdışı muamelelere uygun gördüğünü, bu konuda daha önce verilmiş kararlar olduğunu belirtmiştir. Bu doğrultuda olmak üzere, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 9 Aralık 1975 tarihinde 3452 sayı ile kabul edilen kararın 1.maddesinde de, ‘işkence, zalimane insanlıkdışı veya onur kırıcı muamele veya cezanın ağır ve kasti bir biçimini oluşturur’ denmiştir.

Mahkemeye göre, bir cezanın 3. madde anlamında ‘onur kırıcı’ olabilmesi için, cezadaki aşağılama veya küçümsemenin belirli bir düzeye ulaşması ve her halükarda genel olarak cezada bulunan aşağılamadan başka olması gerekir. Ancak, yargısal bedensel cezanın aleni olmayan bir tarzda infaz edilmesi, cezanın ‘onur kırıcılık’ kategorisine girmesini engellemez. Onur kırıcı bir ceza için, mağdurun başkalarının gözünde olmasa bile kendi gözünde aşağılanması yeterlidir. Mahkeme, bir cezanın sözleşmenin 3.maddesi anlamında ‘insanlıkdışı ceza’ olarak kabul edilebilmesi için ise, çekilen acının belli bir düzeyde olması gerektiğini belirtmiştir

Aleyhine müracaat edilen bir taraf devletin başvurucu üzerinde menfi fiziksel hiçbir davranışının olmadığı bir durumda madde 3’ün ihlali mümkün müdür? Mahkeme’nin ihlali tespit ettiği Soering – Birleşik Krallık davası incelendiğinde görülmektedir ki Sözleşme’ye taraf bir devletin, bir suçluyu/zanlıyı madde 3 kapsamında muamele görmesi kuvvetle muhtemel bir ülkeye iadesi halinde, kişi üzerinde menfi hiçbir müdahalesi olmasa bile, sırf bu hareketiyle 3.maddeyi ihlal edebilecektir.

Mahkeme, Sözleşme’nin koruduğu hakların taraf devletlerin hemen hepsinde aynı standartta anlaşılmasını ve tatbik edilmesini hedeflemekle birlikte “insan”ın teşekkül ettirdiği tüm yapılarda olduğu gibi onda da “insani” zaaf ve yanılgıların olduğunu kabul etmek gerekir. Buna rağmen, bir Ulusal Program çerçevesinde hareketle insan hak ve hürriyetlerinin geliştirilmesi için çalışmalar yapan ülkemizde, Anayasa madde 90 uyarınca iç hukukun bir parçası haline gelmiş olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin uygulanmasında, Sözleşme ile tesis edilen Mahkeme’nin gerek Sözleşme’nin 3.maddesi ve gerekse diğer maddeleri çerçevesinde oluşturduğu kıstasların yerel mahkemelerin her derecesinde doğrudan tatbiki genel bir faydayı temin edecektir. Sözleşme ile çelişen iç hukuk hükümlerini “ihmal” yoluyla metruk kılarak Sözleşme hükümlerini tatbik edecek hakim ve savcıların ve dahi bu hükümlerin tatbikinde ısrarcı avukatların varlığı da adalet mekanizmasının güçlenmesinde baskın rol oynayacaktır. Bu dönemde; yoğun bir çalışma, ısrarcı bir takip, güçlü bir donanım hukukçulara düşen temel görevler olmalıdır.

* CEZA MUHAKEMELERİNDE BİR ŞEKİL UNSURU OLARAK AYAKTA DİNLEME HALİ

Ceza muhakemesinde duruşmanın idaresi vazifesi reise verilmiştir.(C.M.U.K madde 231) Reis taraflar arasında eşit mesafede durarak sağlıklı, kontrol edilebilir, adil bir muhakemeyi yürütmekle mükelleftir. Bu vazife en genel anlamıyla salonun idaresini de şamildir.
Ceza muhakemesinde duruşmanın idaresi vazifesi reise verilmiştir.(C.M.U.K madde 231) Reis taraflar arasında eşit mesafede durarak sağlıklı, kontrol edilebilir, adil bir muhakemeyi yürütmekle mükelleftir. Bu vazife en genel anlamıyla salonun idaresini de şamildir.

Duruşma salonunu reis ekseninde ele aldığımızda, iddia makamının hazır olmasının gerekmediği haller hariç, reisin sağında, reis ile aynı kürsüde iddia makamını; kürsünün önünde zabıt katibini, kürsünün karşında sanık ve biraz açığında da müşteki/müdahil ve müdafi için ayrılan yerleri görmekteyiz. Müşteki reise göre her zaman sağda ve müdafi de solda yer almaktadır. Bu tabloda muhakemenin tarafları iddia makamı, müşteki/müdahil ve sanıktan oluşmaktadır.

Ceza muhakemeleri usulü bir takım işlemlerin yapılarak muhakemenin sağlıklı bir şekilde ilerlemesini amaçlamaktadır. Bu muamelelerin bir kısmı şekli unsurlar içermekte, bu şeklin ifası uygulamada bazı sorunların yaşanmasına sebep olmaktadır. Bunun ana sebebi bu tür işlemlerin muhatabının kim olduğu konusundaki anlaşmazlıktır. Bir başka ifadeyle muhakeme esnasında salonda yapılması gereken şekli işlemler sadece tarafları mı ilgilendirmektedir yoksa salonda hazır olan herkes bu şekle riayet etmekle mükellef midir ? Bu soruya vereceğimiz cevap bu tür işlemlerin sadece taraflara yükümlülük getireceği şeklinde olduğunda iddia makamı, müşteki/müdahil ve sanık dışındaki kimselerin hareketsizliğini, aksi halde tüm salonun belli bir şekli gerçekleştirmek zorunda olduğunu kabul etmiş olmaktayız. Bu çalışma, şekli işlemlerden birisi olan “ayakta dinleme”yi açıklamayı amaçlamaktadır.

Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu iki işlemin gerçekleştirilmesi esnasında “ayakta dinleme”yi açıkça öngörmektedir. Bunlardan birincisi şahidin yemini iken ikincisi ise hüküm fıkrasının dinlenmesidir.

C.M.U.K madde 57 “Yeminin Şekli” yan başlığını taşır. Bu maddenin son cümlesi; “Yemin verilirken herkes ayağa kalkar.” hükmünü va’z etmektedir. Buradan çıkan sonuç yemin verilirken salonda hazır bulunan herkesin ayağa kalkması, bu maddede belirtilen yemin metnini 58.madde uyarınca tekrarlayan veya okuyan şahidin yemini bitene dek onu ayakta dinlemesi gerektiğidir. Bu durumda reis yemin verilmesinden önce salonda sükuneti tam olarak sağlamalı, şahidi taraflar için önem arz eden bu ana ruhen hazırlamalı, onu günlük hayatın akışından koparmalı ve ona adaletin tesisine yardımcı olmak için hazır olduğu hissini vermelidir. Küçük bir ayini andıran bu şekil unsurunun amacı da budur.

Yeminin şekli konusunun düzenlendiği bir diğer madde, C.M.U.K madde 72’dir. Bu maddede kanun koyucu ehlihibre (bilirkişi) tarafından edilecek yemini düzenlemektedir. Bu maddedeki düzenleme sadece yemin metnini şamildir. Ancak 7. Faslın başında, 65.madde ile kanun koyucu; “Altıncı faslın aşağıda yazılı maddelere mugayir olmayan hükümleri ehlihibre hakkında dahi caridir.” demek suretiyle şahitlere ilişkin hükümlere genel bir yollama yapmış bulunmaktadır. Bundan da ehlihibrenin yemini esnasında dahi hazırunun ayağa kalkmasının icap ettiği sonucuna varmak mümkündür.

Şekil unsuru olarak “ayakta dinlemenin” görüldüğü diğer bir işlem C.M.U.K madde 261’de yer almaktadır. Bu madde hüküm fıkrası ile ilgilidir ve “Hüküm fıkrası ayakta dinlenir.” ifadesine yer vermektedir. Bilindiği üzere hüküm muhakemenin bittiğini, artık mahkemenin karara varıp davayı sonuçlandırdığını bildiren kararları ifade etmektedir. Bu cümleden olarak, sanığın beraatine veya mahkûmiyetine, davanın reddine veya düşmesine ve muhakemenin durmasına dair kararların hüküm olduğunu C.M.U.K madde 253 uyarınca söyleyebiliriz.

Hüküm fıkrası dinlenirken ayağa kalkma mecburiyeti olanlar kimlerdir? Madde metninde bu konuda bir açıklık yoktur. Yine kanun koyucu başka bir fasla atıf yapmış da değildir. Bu durumda hüküm fıkrasını “ayakta dinleme” mecburiyeti olanların davanın tarafları olduğunu kabul etmemiz gerekecektir. Davanın taraflarından kastımızın iddia makamı, müşteki/müdahil ve sanık olduğunu yukarıda belirtmiştik. Davanın tarafları ile olan vekalet ilişkisi de göz önünde bulundurulduğunda müşteki/müdahil vekili ile sanık müdafii/vekilinin pozisyonunu nasıl değerlendirmeliyiz. Kanaatimce, müşteki ve sanığa tahmil olunan şahsi mükellefiyetler ve avukatlık mesleğinin öngördüğü özel haller dışında usuli işlemlerde vekillerin de taraf gibi değerlendirilip belli bir şekle uymaları gerektiğidir. Bir başka ifade ile vekiller de salonun idaresini ve muhakemenin sıhhatle ilerlemesini amaçlayan usuli işlemlere uymalıdır.

Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu kapsamında yaptığımız ve şekil olarak “ayakta dinleme”nin kabul edildiği halleri tespit ettiğimiz bu çalışmanın mef’ul-i muhalifinden çıkan sonuç bu hallerin dışında ne tarafların ne de hazırunun ayağa kalkmasını gerektiren her hangi bir işlemin olmadığı gerçeğidir. Kanaatimizce buna sanığın ifade verme ve müştekinin şikayetlerini dermeyan etme esnasında ayağa kalkması, şahidin ayakta dinlenmesi, ara kararların okunuşu esnasında tarafların ve taraf vekillerinin ayağa kalkması (ki uygulamada iddia makamı ayağa kalkmamaktadır), reisin taraflara ve taraf vekillerine yönelttiği suallere verilen cevaplarda ayağa kalkılması halleri de dahildir. Yerleşmiş tüm bu ritüeller tarafların ve taraf vekillerinin mahkemeye olan saygısını ifade etmeye matuf olup, hukuki bir zorunluluktan doğmamaktadır. Ancak şurası da dikkatlerden kaçmamalıdır ki bu ritüellerin gerçekleştirilmemesi de mahkemeye saygısızlık anlamına gelmemektedir.

Sonuç olarak; muhakemenin sağlıklı bir şekilde ilerlemesi; taraflar , vekilleri ve muhakemeyi izleyenlerin kendilerini rahat hissetmeleri için reis, mümkün olduğunca bu hususta müdahaleden uzak durmalı, bu gibi halleri mahkemeye saygı olgusuyla doğrudan ilişkilendirmemelidir. Zira kanun koyucu mahkemeye saygıyı veya saygısızlığı gösterecek halleri kazuistik olarak saymış değildir. Hal böyle olunca muhakemeyi tabii seyrine bırakmak, ancak usulün öngördüğü yerlerde müdahale etmek muhakemenin idaresinden mesul reis açısından daha isabetli bir üslup olacaktır.

* CEZA MUHAKEMELERİNDE ŞÜPHE KAVRAMI ÜZERİNE BİR DENEME


Ceza muhakemesine ilişkin süreç toplumsal barışı bozduğu kabul edilen bir fiilin işlenmiş olduğu yönündeki bir takım emarelerin belirmesi ile başlar. Suçüstü halinde uygulanan yakalama usulünün kanun koyucu tarafından da himaye edildiği göz önünde tutulduğunda, bu sürecin soruşturma makamlarının faaliyetlerinden evvel de başlayabileceğinin kabulü elzem hale gelir.

Fiilin varlığının, fiili işlediği yönünde bazı emareler olan kişinin gerçekten fail olup olmadığının, yine fiilin ceza hukuku açısından suç kabul edilip edilmediğinin, cezayı kaldıran hallerin ve sair hususlarla bunlara bağlanan sonuçların aydınlığa kavuşturulması amacıyla işletilecek olan muhakeme süreci ikmal edilmeden, zan altında bırakılan kişinin suçlu olarak ilan edilmesinden gerek günümüzde gerekse kadim hukuk kaynaklarında imtina edilmiştir.

Meri hukukumuz İslam Hukuku’ndan tevarüs eden bir gelenek ile suçun işlendiği yönünde oluşan emareleri “şüphe” kavramı ile tanımlama yoluna gitmiştir. “Tereddüt. Bir şeyin doğru olup olmadığına veya var olup olmadığına dair kat’i kanaat ve bilgi sahibi olmamak hali” anlamına gelen “şüphe” kelimesini ZUHAYLİ, bir hukuk terimi olarak, “Sabit olmadığı halde sabit bir şeye benzeyen” şeklinde tanımlar. Yine hukuki bir terim olarak “şüphe”yi “Yeterli ve tutarlı olmayan delil, gerekçe” şeklinde tarif eden GAZALİ’nin tarifin usulünde CUVEYNİ’yi izlediği anlaşılmaktadır. “Şüphe, suçun unsurlarının gerçekleşip gerekçeleşmediğinde veya ispat hususunda olabilir” diyen AKMAN’ın sözlerini de dikkate alarak, pozitif hukukun olayı açıklamaya yetse de, usule aykırı toplanan delilleri esasa mesnet kabul etmeyen yaklaşımını da birlikte değerlendirerek, şüphe kelimesini, “Fiili, faili ve hukuki neticeyi usule uygun şekilde toplanmış deliller ile tutarlı ve yeterli bir şekilde açıklayamama hali” olarak kavramsallaştırmanın mümkün olduğu sonucuna varabiliriz.

Şüphe kavramı üzerinde ısrarla durulmasının temelinde “masumiyet karinesi”ni bulabiliriz. Pozitif hukuktaki tüm ulusal ve ulusalüstü metinler ceza muhakemesini bu kaide üzerine bina etmişlerdir. Kamu adına bir kişiyi suçlamaya yetkili makamın “yasallık sistemi” (kamu davasının mecburiliği sistemi de diyebiliriz) içerisinde hareket etmek zorunda olduğu ülkelerde şüphe kavramı özel bir önem kazanır. Zira şüphe ile başlayan sürecin sonunda dava açmaya yeter derecede delil toplanması halinde kamu adına hareket eden görevli muhakemenin başlatılması için bir dava ikame etmek zorunda kalacaktır. Ülkemizdeki sistemin temeli de bu olmakla birlikte gerek CMK’da yer alan “uzlaşma” gerekse 5560 sayılı kanun ile CMK’ya dahil edilen “dava açmanın ertelenmesi” hükümleri karma bir sisteme geçildiğinin işaretlerini vermektedir. Hangi sistem uygulanırsa uygulansın esas olan adalet duygusunun kamu vicdanında tecellisinin sağlanmasıdır. Bu, suçluların cezalandırılması kadar masumların da toplum önünde temize çıkarılmasını zorunlu kılan bir haldir. Bu sebeple ceza adaletini sağlayan sistemin her aşamasının yasalara dayanması, toplum tarafından bilinmesi, kurumların ve işlevlerinin sabitliğinin garanti altına alınması ve muhakemeyi yapan makamların bağımsız, tarafsız ve adil olduğunun hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde ortaya konması gerekmektedir. Yine sistemin ölçülebilir, denetlenebilir bir yapıda olması ve makul bir sürede işlevini yerine getirmesi de elzemdir.

Suç, muhakeme ve ceza algılaması/anlayışı çerçevesinde şekillenen sistemin “şüphe” ile harekete geçtiği açıktır. “Şüphe”nin ortaya çıkmasıyla birlikte soruşturma makamlarının gerek resen gerekse talep doğrultusunda yapmaları gereken bazı işlemler vardır. Belirlenmesi gereken husus yapılacak işlem ile şüphe arasındaki ilişkinin doğrusallığıdır. Bir başka ifadeyle yapılacak işlemin şüphenin artan veya azalan derecesine uygun olması gerekliliğidir.

Anayasa’nın 19. , 20. ve 21.maddelerinde, anayasal düzeyde tanınan ve kanunlarla şekillendirilen bir kısım hakların kısıtlanabileceği ifade edilmiş, bunun için gerekli şartların çerçevesi de çizilmiştir. Anayasa’nın “kişi hürriyeti ve güvenliği”ni kısıtlayan “tutukluluk hali”ni düzenlerken, “suçluluğu hakkında kuvvetli belirti bulunan” ifadelerine yer vermesi soruşturma ve kovuşturma sürecinde yapılacak işlemlerde bir gösterge olmuştur. Yani, tutuklama için “kuvvetli belirti” aranacakken yakalama veya arama için bu düzeyin altında bir belirti kafi gelecektir. Zira tutuklama kişi hürriyeti ve güvenliğinin sınırlandırıldığı üst düzey hallerden birisidir.

YENİSEY “şüphe”yi derecelendirirken; “makul şüphe”, “umma”, “zehap”, “isnad”, “yeterli şüphe”, “kuvvetli şüphe” ifadelerine yer vermektedir. Bu derecelendirmenin Yargıtay tarafından da kullanıldığını görmekteyiz. YENİSEY’e göre makul şüphe, “Hayatın akışına göre somut olaylar karşısında genellikle duyulan şüphedir.” “Makul şüphe” daha ziyade arama işleminin yapılmasında gündeme gelmektedir. Aramanın yapılacağı zaman, yer ve ilgili kişinin davranışları, kolluk memurunun taşındığından şüphe ettiği eşyanın niteliği gibi sebepler göz önünde tutularak somut olayda ‘makul şüphe’ olup olmadığı, arama sırasında kolluk memuru tarafından, sonradan da hakim tarafından takdir edilecektir. Bu tanımlamadan YENİSEY’in “umma” ile “makul şüphe”yi eşanlamlı olarak kullandığını da anlamaktayız. Her somut olayın şartlarına göre belirlenecek de olsa, kolluk kuvvetlerinin “makul şüphe”nin takdirinde yapacakları hata, elde edilen delili “hukuka aykırı delil” statüsüne düşürebilecektir.

Makul şüphenin bir dava ikamesi için yeterli olmadığını ifade eden YENİSEY bunun için “yeterli şüphe”nin var olması gerektiğini söylemektedir. Vakıa, Ceza Muhakemeleri Kanunu da, “Soruşturma evresi sonunda toplanan deliller, suçun işlendiği hususunda yeterli şüphe oluşturuyorsa; Cumhuriyet savcısı, bir iddianame düzenler.” hükmünü vaz’ etmekle bu görüşe destek vermektedir. Buna rağmen “yeterli şüphe” ifadesinden anlaşılan şey her ülke için aynı değildir. Uygulanan sisteme ve toplumsal algılayışa göre bu ifadenin karşılığı değişiklik göstermektedir. Bu cümleden olmak üzere, toplanan delillerin şüphelinin mahkumiyetine yeteceği %90 ihtimalle beliriyorsa bu düzeyde bir şüphe “yeterli şüphe”dir diyen Alman ekolünün yanında bu oranı %50 olarak telaffuz eden İngiliz ekolünü de görmekteyiz. Japonya’da ise bu oran %99 ile ifade edilmektedir.

Şüphe üzerine yapılan bu derecelendirmede üst noktayı “kuvvetli şüphe” oluşturmaktadır ki biz bunu “tutukluluk hali”ne ilişkin verilecek karar ile bir gösterge olarak tanımlamıştık. Dava ikamesinden ayrı olarak suçun niteliğine göre hürriyeti kısıtlayıcı bir tedbirin de uygulanma ihtimaline binaen adli makamların arayacağı oranın %90’ın da üzerinde olması gerektiği doktrinde kabul görmüş haldedir. Bu oranların açılan dava sayısı ile verilen mahkumiyet sayısının kıyaslanması ile kolaylıkla kontrol edilebileceği izahtan varestedir. Dava sayısı ve mahkumiyet kararı oranı %50’yi geçmiyorsa davaların en azından “yeterli şüphe” olmadan açıldığının kabul edilmesi elzem hale gelmektedir.

“Şüphe”nin ispat vasıtaları sebebiyle de oluşabileceğini göz önünde tuttuğumuzda, gerek kolluk kuvvetlerinin ve iddia makamının soruşturma aşamasında ve gerekse mahkemenin kovuşturma aşamasında muhakemeye dahil edeceği delilleri toplama şeklinin de usul ve yasalara uygun olması gerektiğini söyleyebiliriz. Ülkemizde, muhakeme aşamasında hangi delilin geçerli olacağını / kullanılacağını düzenleyen ve davayı karar verecek hakim veya mahkeme önüne kullanım kabiliyeti bir evvelki aşamada denetlenmiş deliller ile arz eden bir sistem olmadığından, toplanan deliller kül halinde dava dosyasına konulmakta, usule aykırı toplanmış dahi olsa olayı açıklayıcı deliller mahkemenin vicdani kanaatine etki etmekte ve nihayetinde anayasal ve yasal düzeyde korunmuş da olsa bir kısım haklar ihlal edilebilmektedir.

Adaletin ve suç oluşturan bir fiil sebebiyle bozulan toplumsal barışın tesisi için yapılan muhakeme nihayetinde, varolan bir şüpheye rağmen verilecek mahkumiyet kararı belki suçun mağdurlarını bir nebze teskin edecektir ama, haksız bir mahkumiyet, doğrudan adalet sistemine yönelik bir güvensizlik doğurarak yeni bir toplumsal kaosun tohumlarını atacaktır.

Muhakeme usulü bellidir ve Hakim Manyo örneğine ihtiyaç yoktur.

* TEBRİKLER KONYA


Tahmine değil bilgiye dayalı bir söyleşi insana güven verir. Acaba, sorusunun muhatabı olmaktan uzak durmanın en kolay yolu bildiğiniz kadar konuşmak, bildiğiniz kadar paylaşmaktır. Paylaşacağınız konu toplumu ve toplumun haklarını yakından ilgilendiriyorsa bu sizin için bir zorunluluktur, aynı zamanda. Öyleyse dağarcımızdaki kesin bilgileri çerçevemizin içine alalım.

Genel seçimlerde milletvekili adaylarına ilişkin kesin listeler açıklandığında Ak Parti Konya milletvekili adayı Av.Hüsnü Tuna’yı adaylar arasında görmek bizi mutlu etti. Konyalıları şanslı addediyorduk ve hakikat de öyleydi. Zira kendisine temsil yetkisi verilmesi için tercihlerine sunulan bu aday, Anadolu’yu bir öz olarak kabul ettiğimizde, Türkiye’nin tüm vilayetlerini temsil yeterliliği için gerekli nitelikleri haiz ender kişilerdendi. Memleketi Konya dışında bir yerden aday gösterilmiş olsaydı dahi bu garipsenmeyecek bir hal olurdu.

Genelde “Sivil Hayat”ı ve özelde sivil hayat içinde en mağdur kesim olan Müslümanların haklarını savunması ile maruf bir insanın 13 yılına şahitlik edenlerden olmak, hukuk formasyonu ve pratiğini aktarmak adına onun bir mektep gibi çalışan bürosundan mezun onlarca genç avukat içerisinde yer almak, bugün Türkiye’nin birçok vilayetinde bu tedristen geçmiş onlarca insan ile benzer his ve düşünceleri paylaşmak bizi onurlandırıyor. İşte bu mektep ve katılım onun mücadelesine bir devamlılık kazandırırken sözünün kuvvetini de arttırıyor diyebiliriz.

Av.Necati Ceylan’dan devraldığı Hukukçular Derneği Genel Başkanlığı emanetini bugüne dek sürdüren Hüsnü Tuna’yı derneğin ve derneğin amaçlarına gönül verenlerin seslerini yükselttikleri bir zaman diliminde, aynı karede görüyorduk. Meş’um 28 Şubat sürecinde sivil hakları korumak adına yükselen nadir ve ısrarlı seslerden birini oluşturuyordu, onun başkanlığını yürüttüğü Hukukçular Derneği.

1997- 1998’den sonra onu başörtüsü mağduru olan ve fakat haklarını korumada kararlılık gösteren öğrencilerin yanında, üniversite kapılarında ve sonrasında ise ulusal ve ulusalüstü mahkemelerde görmeniz şaşırtıcı olmamalıdır. Hakeza, kıt imkanlar ile yürütülen bir süreçte yurtiçinde ve dışında birçok kişi ve organizasyona ihlal edilen hakları açıklama gayreti de.

3 Kasım 2002 seçimleri Türkiye’de sivil hayatın normale dönme seyrini hızlandırırken Hüsnü Tuna’yı ve Hukukçular Derneği çevresinde hareket eden bir kısım hukukçuyu hızla yürütülen kanunlaştırma faaliyetlerinin, temel kanun değişikliklerinin sivil hayata muhtemel menfi tesirlerini azaltmak için kanun tasarılarını uluslararası sözleşme ve teamüller, anayasal çerçeve ve demokratik toplumun kuralları ekseninde inceler ve dahi bir çok düzeltmeyi Meclis Komisyonlarına sunarken buluyorduk. Tamamen gönüllülük esasına dayanan tüm bu yorucu çalışmalar Türkiye’nin bu geçiş sürecinden en az zararla çıkmasını ve tüm kesimlerin sivil hayata ilişkin taleplerinin azami karşılanacağı bir sosyal durumun temini için yapılıyordu.

Türkiyeli hukukçuları dünyaya açma projesinin bir ayağı olarak yürütülen Uluslararası Müslüman Hukukçular Konferansı ve Uluslararası Hukukçular Birliği’nde (UHUB) de onun izlerini bulmanız mümkündür. Müslüman Dünya’nın problemlerine, kangren olmuş bölgelerine dikkat çekmek, bunları tespit ve ilan etmek de bu cümleden sayılabilir. Bunu temin için Bosna’dan Sudan’a Filistin’den Mısır’a Lübnan’dan Cezayir’e ve daha bir çok bölgeye yapılan seferlerde hazır bulunan Hüsnü Tuna’yı samimi duygularla kucaklayan insanlar bu gün onun milletvekilliği adaylığını tebrik ederken haddizatında onun yanında duran bir ekibi ve onu bugüne ulaştıran temellerin sahibi Konya halkını da tebrik ediyorlar.

İşte bu şahitliğimiz sebebiyle Hüsnü Tuna’nın seçim çalışmalarını bir propaganda faaliyeti olarak değil, bu güne kadar yürünülen yola Meclis çatısı altında devam etme azminin izharı olarak kabul ediyoruz. Tek tek kime, hangi partiye oy vereceğinizin hesabını tutmuyor, bunun kaygısını duymuyoruz. Tercihinizi dilediğinizce belirlemek sizin tartışılmaz hakkınız. Ama biz sizi, hepimizi temsil kabiliyetine sahip sadık bir insanı adaylar arasına almanız sebebiyle tebrik ediyoruz.

Tebrikler Konya!

* NE DEĞİŞTİ


Hafızayı beşer nisyan ile maluldür. Toplumsal hafıza dahi böyledir. Şayet günü geldiğinde hatırlatmak üzere birileri tarafından kayıt altına alınmadı, muhafaza edilmedi ise en yalın gerçekler bile eriyip gider içtimai hafızada. Hele bizim toplumumuz gibi bitmek bilmeyen gündem değişikliklerine ve medya taarruzuna maruz kalan toplumlarda daha bir zordur hakikati / vakıaları hatırlamak.

Yaklaşan seçimler sebebiyle, söz söyleme liyakatine sahip olanlar bugüne dek yapılanlara ve yapılması gerekenlere yönelik eleştiri ve taleplerini dillendiriyorlar şu sıralar. Bir kısmı, İslami hareket metodunda demokratik mücadele yöntemlerinin sorgulanması yönündeki usuli bir itirazı dile getirirken, demokratik mücadele yöntemlerine yeşil ışık yakan başkaları da bu yolu kullanan oluşumlar/organizasyonlar/partiler arasında yapılacak tercihin kıstaslarını belirlemeye çalışıyorlar. Her iki kesim de sözlerini kıymetli insanların açıklamaları ile delillendiriyor, diyebiliriz.

Anadolu Müslümanlarını demokratik yollarla temsil eden, iktidara taşıma gayreti gösteren en yaygın ve köklü oluşumun Milli Görüş olduğu konusunda bilmem fikir ayrılığı var mıdır? Uzun yıllar, İslam’ın bir cemiyette muhafazasını emrettiği 5 temel değere yönelik hatırlatma ve sahiplenme ile ideolojik görüşünü özetlemeye gayret eden bu hareketin siyasi alanda görünen yüzü sırasıyla Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi ve Saadet Partisi olmuştur. Bu partilerden Milli Nizam Partisi ve Refah Partisi “Laikliğe aykırı faaliyetler” ve yine Fazilet Partisi Refah Partisinin devamı olması sebebiyle Anayasa Mahkemesi tarafından, Milli Selamet Partisi ise 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi döneminde askerler (Milli Güvenlik Konseyi) tarafından diğer partilerle birlikte kapatılmıştır. Fazilet Partisinin kapatılması kararı Milli Görüş hareketini ikiye bölmüş, “Gelenekçiler” diye anılan bir grup Saadet Partisini kurmuş, “Yenilikçiler” diye adlandırılan diğer grup ise Ak Parti çatısı altında toplanmıştır.

Bilindiği üzere Türkiye’nin bu günlere gelişini hazırlayan süreç Refah Partisinin 1995 genel seçimlerinden birinci parti olarak çıkması ve Anayol Hükümet formülünün tutmaması ile başlamıştı. Devrin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den hükümet kurma görevini alan Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan yürüttüğü müzakereler sonucu Doğru Yol Partisi ile bir hükümet protokolü imzalamayı başarmıştı. Bu hükümet güvenoyunu, Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun, “Müslümanların iktidarına engel oldular dedirtmeyeceğiz” sözleriyle verdiği destek ile almıştı.

Müslümanların iktidarı böyle başlamıştı, demek ki! Refahyol hükümeti ile anılan Türkiye Cumhuriyeti’nin 54.Hükümeti her biri daha sonra takdir ve eleştirilere konu olmuş uygulamalara imza atmış, birçok başlangıç yapmıştı. Yadsınamaz şekilde görülen ekonomik canlanma ve hayat standardı yükselişine sebep kaynakların ülkenin geleceğinden o günlere kaydırılan imkanlar olduğu daha sonraki hükümetler ve politikacılarca sıklıkla dillendirilmiştir. Yine uluslararası alanda yaptığı çıkışlar yoğun eleştirilere konu olmuştur.

Refahyol hükümetinin düşürülmesi ve Refah Partisinin kapatılması ile noktalanan sürecin ardında ülke içindeki ve dışındaki Siyonist ve kapitalist çeteler olduğu yönündeki savunma partinin yönetim kadroları ve kanaat önderleri tarafından sıklıkla dile getirilmiştir. Bu hususun ispatı için kullanılan temel argümanlar ise Refahyol döneminde başlatılan “Havuz Sistemi” uygulaması ile D-8 Teşkilatı olmuştur. Bu savunmada halılık payı olsa da krizi yönetemeyen, ele geçen fırsatları kullanmayan “ev sahibinin” bu gidişte / evi terk edişte hiç mi suçu yoktur?

Sosyal bilimlerin süslü laflarını bir kenara bırakıp söyleyelim: Siyaset yönetmek için yapılır. Her yönetim de özünde bir ödülü ve riski barındırır. Ülkelerinin ve dünyanın gerçeklerini kavrayamayan ve mücadele araçlarını bu gerçeklere göre dizayn edemeyenlerin yönetimi ya temel insani ilkelerden ayrılmak ya da iktidarı terk etmekle neticelenir. Bu böyledir. Yönetimi becerememek ise yönetim kadroları açısından bir sorumluluk doğurur. Sahip olduğu ideolojinin doğruluğu ve güzelliğine bakılmaksızın, yönetime talip olup da bunu beceremeyen kadro gider. Yerine aynı ideolojiyi devam ettirecek/ettirebilecek ve fakat uygulamadaki hataları düzeltecek yenileri gelebileceği gibi ideolojiyi yeniden yapılandıracak kişiler de gelebilir. Bu ikisinin dışında; yönetimi beceremeyen ideoloji, yerini kendisini uzaklaştıran bambaşka bir ideolojiye de bırakabilir. Öyle ise hangi yolu/metodu kullanır olursa olsun, yönetime talip olanların siyasi ikbali ile izmihlali bir madalyonun iki yüzü gibidir. Yönetim noktasına taşınan bir politikacıdan beklenen, yönetmesidir.

Refahyol döneminde bir bakanlığın icraatlarını hatırlayarak yönetim kudreti ve başarısını kontrol edelim. Zihnimizde ve kayıtlarda neler kalmış :

Refahyol hükümetinde Adalet Bakanlığında Refah Partili bir bakan, İçişleri Bakanlığında ise Doğru Yol Partili bir bakan yer alıyordu. Bugün insaf sahibi her insanın teslim edeceği F Tipi Cezaevi gaddarlığı işte bu iki bakan döneminde ihaleye çıkarılıyordu. Yine bu bakanlar döneminde vuku bulan ölüm oruçlarında 12 kişinin ölümüne Adalet Bakanının “Açlık grevindekiler gizlice yemek yiyorlar” sözleri eşlik ediyordu. T.B.M.M’nin 23 Temmuz 1996 tarihli oturumunda gündem dışı söz alan adalet bakanının cezaevleri ve ölüm oruçlarına ilişkin anlayışının bu ölümlerin sebeplerinden birisi olduğunun inkarı mümkün müdür?
(http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_b_sd.birlesim_baslangic?P4=122&P5=B&page1=3&page2=3)

Refah Partisinin kapatılma davasını açan Vural Savaş’ın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına atanmasında dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e ricacı olarak giden kişinin de 54.hükümetin adalet bakanı olduğunu iddia ediyordu Fehmi Koru, Taha Kıvanç mahlasıyla kaleme aldığı bir yazısında.
(http://www.yenisafak.com.tr/arsiv/2003/ekim/02/tkivanc.html)

Yine aynı bakanın kendisine destek için gelen ve üyeleri hukukçulardan müteşekkil bir derneğin başkan ve üyelerini makam odasında aşağıladığını, nezaket kaidelerine asgari hadden olsun riayet etmeyi düşünmediğini, Yekta Güngör Özden’e gösterdiği “insani münasebetin gereği”ni kendi dava arkadaşlarına göstermediğini görüyorduk. (http://www.zaman.com.tr/webapp-tr/haber.do?haberno=152817)

Demokrasinin kuralları ile yönetmeyi kabul ve taahhüt edenler bu kurallar ile gelmeyi ve gitmeyi bilmelidirler. Bu sistemde yönetmeye talip olmak bir hak olduğu gibi yönetemeyenlerin bırakması da bir görevdir. Bunun için seçimden mağlup çıkan parti lideri ve kimi zaman yönetimi istifa eder, Avrupa’da. Zira kimse için sonsuza kadar açılmış bir kredi yoktur. Bu ancak bizim ülkemiz gibi ilkel bir demokrasi oyunu oynayan ülkelere has bir özelliktir. Siyasete girersiniz ve hiçbir bedel ödemeden, hiçbir özür dilemeden ölene kadar orada kalırsınız. Hatalarınız, yönetemeyişiniz hep başkalarının engellemesi sonucudur. Hep bir mazeret, hep bir kurtuluş beyinnesi vardır sizin için.

Güzel, yaldızlı sözler bize durduk yerde başarı getirmiyor. Siyonizm’e, istikbara karşı olmak tek başına yetmiyor. Kendinizi, toplumunuzu ve dahi düşmanlığınızı yönetmeyi bilemiyorsanız; kaybediyorsunuz. Yönetmeyi bilmeyen insanları ısrarla toplumun önüne sürüyorsanız aynı delikten ikinci kez sokulacaksınız demektir. İşte bu sebeple Milli Görüş’e ve liderine “Evet” dememiz seçimimize arz edilen kişilere de “Evet” diyeceğimiz anlamına gelmiyor.

Siyonizm’e hepimizden daha çok düşman olan ve her zaman için ne söyleyeceğini merak ettiğimiz bir insan şu an işbirlikçi ve korkak olarak yaftalanan bir partinin liderini “gerçekçi” olarak vasıflandırıyor. Öyle ise metoda itirazı olmayanların karar vermeden evvel “Ne değişti?” diye sormaları gerekiyor.
(http://www.dunyabulteni.net/news_detail.php?id=15457&uniq_id=1183149796)

* KUR’AN’IN POLİTİK OKUMALARI


Şari olmasaydı insan fiillerinin bir anlamı olmazdı. Zira insan fiillerine ahlaki ve hukuki değer izafe eden Şari’nin tüm mevcudata anlam veren varlığından başkası değildir. İnsanın iç dinamiklerinin ve zihni ameliyelerinin neticelerinin de insan fiillerine bir değer atfedebilme özelliğine sahip olduğu iddiası sureta hoş görünse de bu iddia kainatta değişmez bir karşılık bulamaması ve tüm bu ameliyelerin her bir şahıs için farklı seviyelerde gerçekleşmesinin muhakkak olması sebebiyle “ilk değer”i açıklama kudretinden yoksundur ve sırf bu sebep dahi bu iddianın bir kıymet ifade etmemesi için yeterlidir. Bir başka ifadeyle, beşeri “insan” yapan kuvve beşerin kendinden sadır olmamaktadır. O, ancak “insan” olmaya hazır bir tür olarak varlık alanına sahiptir. Şari’nin değer alanında hareket ettiği sürece de “insan” olma süreci tekamül etmektedir.

Şari, yeryüzünün tanzim edebilme temayülüne sahip tek türüne bahşetmiş olduğu manevi derece ile ona yeryüzünü imar etme ve yeryüzünde adaleti tesis etme görevini teslim etmiştir. Bu görevin ifası kainatın her daim işleyişine tabi tutulmuş ve görevi yüklenen insana hareket alanı gösterilmiş, her bir fiilinin anlam ve sonuçları izah edilmiş, bu çerçeve dahilinde kendisinden ferdi ve içtimai başarıyı göstermesi istenmiştir. Demek oluyor ki insan, yeryüzünde ferdi olduğu kadar içtimai olarak da bir anlam ifade etmektedir. Bu durumda, yeryüzünün imarı, yeryüzünde adaletin tesisi için insan fiillerinin kainatın genel işleyişine aykırı bir vaziyetten uzak olmasını sağlamanın da ferdin ve cemiyetin asli görevlerinin içinde olduğunu kabul etmek elzem hale gelmektedir.

İnsanın tekamül çizgisi boyunca Şari, hiç değişmeyen temel esasları tüm nesillere açıkça bildirmiştir. Günlük hayata ilişkin uygulamalar ise nesillerin her birinin tekamül çizgisinin içinde yer aldığı konuma göre farklı şekillerde tanzim edilmiştir. Tüm değişenlerin yanında değişmeyen tek şey ise ferdi inkişafın içtimai inkişafa inkılabı ve Şari’nin değerlerini kabulün şahsi olduğu kadar içtimai bir gerçeklik olduğunun da gösterilmesi amacı olmuştur. Şari, vaz’ ettiği değerlerin fertlerin vicdanlarında olduğu kadar cemiyetin ruhunda ve işleyişinde de görünmesini istemiştir.

Üzerinde tartışma kabul etmediğimiz hakikat şudur ki, Kur’an, Şari’nin kalbi ve akli muharrikler açısından tekamül etmiş “insan”a son beyanıdır. Bu kabulün tabii sonucu, insan fiillerinin değerlendirilmesinde mihenk taşının Kur’an olmasıdır. Kur’an, Şari’nin “değer atfı”nı bildirmek suretiyle, yeryüzünün imarının ve yeryüzünde adaletin tesisinin nasıl gerçekleştirilebileceğini ortaya koymuştur. Hitap ettiği ilk insan ferdini, peygamberi, şahsi inkişaftan içtimai inkişafın zirvesine taşıyarak da bu bildirinin kainatın genel işleyişine aykırı olmadığını gözler önüne sermiştir. Bu, beşer türünün teşekkül yeteneğinin de “insanlaştırılma”sı anlamına gelmektedir. Yani Şari, beşeri “insan” yapmak kadar cemiyeti “insanlaştırma”nın da mümkünlüğünü tarihsel bir gerçeklik olarak göstermiştir.

Tüm bunlardan sonra tarihi bir gerçekliği şahit tutarak diyebiliriz ki; insanı, insan fiillerini, ferdi, cemiyeti, imarı, adaleti ilgilendiren her konuda yeryüzünü imar etmek ve onda adaleti tesis etmek isteyen Müslümanlar için Kur’an’ın politik okumaları bir tercih değil bir mecburiyettir.

* DANIŞTAY KARARI MÜCAHEDENİN NERESİNDE


Yanlış Yerden Başlamak

Ön kabuller, vehimler, zanlar ferdi olduğu kadar cemiyeti de hayata ve hedefe yanlış yerden başlatabilir. Yanlış yerden başlamak her şeyden evvel; bulunduğunuz yeri, içinde bulunduğunuz hali hakkıyla değerlendirememektir. Bu, hareket noktanızın kainatın değişim ve dönüşüm kabul etmeyen kanunları karşısında zan ettiğiniz yerin dışında bir yer olmasıdır. Halinize ilişkin vehimleriniz sizi olduğunuz yerin uzağına atmıştır, kısacası.

Gerek ferdi gerekse cemiyeti hakikatin uzağına düşürecek en büyük, en tehlikeli zan mevcut halin kainat ile uyumlu olduğu zannıdır. Kainat ile uyum, insanın ve cemiyetin kendisi ve gayrısı ile çatışmadığı bir durumu ifade eder. Bir başka ifadeyle kainat ile uyum, vahyin dili ile insanın dilinin, anlam dünyalarının aynı olduğu haldir. Hayatın sahibi ile doğrudan bir mülakattır, kainat ile uyum. Gayrısı hep bir çatışma, hep bir yanlış vaziyet almadır.

Anadolu insanı, evet, bin yılı bulan savaşların, Allah kelamını yeni coğrafyalara ulaştırma ve kendine yeni hayat alanları açma mücadelesinin insanıdır ama, aynı zamanda Anadolu insanı vahyin dilini kendisine hapsetmiş, hayatı bu mahpus dil çerçevesinde anlamlandırmaya çalışan ve bu mahpus dili vahyin dilinin kendisi sanan bir insan tipinin de örneğidir. Öyle olmalı ki, bu mahpus dil / hayat; “hiç kimsenin zulme karşı mazeretinin kalmadığı” bir Aşura gününden miras kalmıştır Anadolu insanına.

1920’li yıllarda da bu böyleydi. Mahpus da olsa, konuşulmaya çalışılan vahyin dilinden keskin bir şekilde kopulduğu o günlerde de, bu böyleydi. Böyle olması normaldi de. Zira, bin üçyüz yıllık bir mahpusluk sürecinde bu dil bu insanlara, “en iyi”nin, “en güzel”in, “en doğru”nun yalnızca onların yanında olmadığı gerçeğini söylemek imkanı bulamamıştı. Anadolu insanına “Allah’ın günleri”ni anlatamamıştı, bu dil.


Allah’ın Günleri

Tartışmasız, kainat değişim ve dönüşüm kabul etmeyen bir dil ile konuşmaktadır. Her şey yerli yerinde, her şey halk edildiği şekliyledir kainatta. Bir “Lisan-ı Sıdk” halidir bu. Kimi zaman kainatın dili ile konuşmak istemeyen insan dahi bu dilin etki alanı dışında değildir. O da farkında olsun veya olmasın bu dilin kurallarına ram olmuş haldedir. Ferdin ve cemiyetin bu dil ile uyumu ona hayat bağışlarken, bu dile karşı girişeceği çatışma onu öğütecek ve hayatın dışına atacaktır. Bu dili eksik konuşmak ise teseffühe yol açacaktır ki her iki hal de, hayat alanlarınızın daralması ve cemiyetinizin ölümü sonucunu doğuracaktır. Sahip olduğunuz maddi güçlerin kainatın değişmez kanunları karşısında bir anlam ifade etmediği açığa çıkacaktır, bu sürecin sonunda.


Anadolu insanı kainatın diliyle çatışan bir algılayışın, seküler hayatın, 200 yılı aşkın bir süredir gerçekleştirdiği meydan okumaya mahpus bir dil ile cevap verme çalışmıştır. Bu mahpus dil seküler algılayışın dili karşısında mağlup olmuş, hayat alanlarını bu dile terk etmek zorunda kalmıştır. Seküler algılayışın en kıymetli sermayesi ise maalesef bu mahpus dilin yarattığı zihniyet olmuştur.

Seküler algılayış 200 yıllık taarruzu neticesinde, genelde insanlık alemine ve özelde Anadolu insanına vaad ettiklerini gerçekleştirememiş ve kainatın diline muhalif hiçbir dilin ilelebet var olamayacağını göstermiştir. Anadolu coğrafyasında kamu kudretinin tüm görüntülerini bilaistisna kullanan bu dil; bencil, ikiyüzlü, putperest, müptezel bir hayatı yaymaktan başka bir sonuç doğurmamış, üstelik aynı anda yarışa başladığını varsaydığımız diğer toplumlardan da maddi kazanımlar açısından fersah fersah geride kalmıştır.

Allah’ın günleri…Zaman tekrar başladığı yere dönmektedir. Zaman, hak olanın Hakk’tan bir lisan ile açıklanacağı, insanın varoluş amacının yine kainatın ortak dili ile anlatılacağı, beyinleri uyuşturan mahpus bir dil ile nesli ve ekini helak eden mütecaviz seküler bir dilin terk edileceği, “Kerbela”da donan bir ana dönmektedir.

Yanlış Yere Yürümek

Yola yanlış bir yerden, “en iyi”nin, “en güzel”in, “en doğru”nun hep kendi yanında olduğu zannından başlayan Anadolu insanı çok zaman, kamu kudretinin mütecaviz seküler dilinin birkaç mutedil insanın bu kudreti yönlendirebilecek makam ve mevkilerde güç ve yetki sahibi olması ile düzeltilebileceğine, en azından uysallaştırılabileceğine inanmıştır. Bu inanış ön kabullerinizi, vehimlerinizi, zanlarınızı sorgulamadığınız, onların kainattaki gerçek konumlarını tespit etmediğiniz sürece tabii bir hal olarak görünecektir.

İşte, Anadolu insanı seküler dilin korkunç saldırısı karşısında kendini uyuşturan o mahpus dilin tüm mücahede gücünü yitirdiğini gördüğü halde yanlış bir yerden başladığı için yeni bir dil geliştirememiş, bu taarruza teslim olmuştur. Anadolu insanı tüm köyleri, kasabaları, şehirleri, ülkeleri, bölgeleri ve nihayetinde tüm dünyayı kuşatacak bir dili, kainatla, insanın varlık amacıyla çatışmayacak bir dili geliştirmek yerine mahpus ve şaşkın bir dili yine mahpus ve şaşkın bir halde savunur vaziyette kalmıştır. Bir zandan başlamış ve bir çıkmaza yürümüştür.


Meseleyi İdrak Etmek

Hayatın içinde yer alan tüm hallerin taarruza uğradığı bu süreçte Anadolu insanı meselenin bütününü doğru idrak etmek zorundadır. Mesele temelde, insanın ve cemiyetin varlık alanındaki anlamı ve konumudur. Anadolu insanının bugün tartıştığı tesettürlü insan profili meselenin kendisi değil mücahedenin yürütüldüğü mevzilerden biridir sadece. Seküler algılayışın mütecaviz dili mahpus bir dilin siyasal karşılığını; hilafet, devamlılığa ilişkin karşılığını; alfabe –medrese -sözlükler, güne – zamana ilişkin karşılığını; takvim –saat, muamelat ve ukubata ilişkin karşılığını; teşrii kaynakları, zaten mağlup etmiş, onları neredeyse tüm izleriyle hayatın her gün görünen yüzünden silmeyi başarmıştı. Gelinen noktada seküler dil, namütenahi bir şekilde taarruz ettiği bir anlam dünyasının son görünür şeklinin tesettür olduğu inancındadır. Bu inancında da haklıdır, diyebiliriz. Zira mescitler kontrol altına alınmış, günlük dil seküler hale getirilmiş ve bu yolla dini mahallerde dahi seküler dil hakim kılınmıştır. Ancak tesettür bilinçli bir tercihin ifadesi olarak boy göstermiştir bu coğrafyada. Tesettürlü insan profili İslam’ın, kainatın dili ile uyumlu tek dilin, bizatihi görüntüsü olarak ortaya çıkmıştır. Bunun böyle olduğu tesettürlü insan profilinin tüm şekilleriyle yok edilmesine yönelik çabalardan olduğu kadar bizatihi tesettürün modalaştırılması yönündeki çabaların da mefhumu muhalifinden otaya çıkmaktadır.

Anadolu insanının kendinden kaynaklanan, başka hiçbir noktaya dayanmayan, varlığı bizatihi kendinden olan bir tesettür meselesi yoktur. Mesele, seküler algılayış açısından; İslam’a ait bir dilin bilinçli bir tercihle kullanılması ihtimali; Anadolu insanı açısından ise mahpus da olsa tüm görüntüleri kaybolmuş bir dilin görünür tek simgesinin artık bir “şiar” haline gelmesidir.

Danıştay Kararı

Şu sıralar Anadolu insanı, Danıştay’ın, ana okulu müdiresi olan kamu görevlisi bir bayanın sadece okulda değil, okul dışında da tesettürün bir parçası olan başörtüsünü kullanmaması gerektiği, bu şekilde bir davranışın, yani başörtülü bir insan profilinin, küçük çocuklar için “kötü örnek” olacağı yönündeki gerekçelere dayandırdığı bir kararın, tedirginliğini yaşamaktadır. Kararın tesettürlü insan profilinin cemiyet hayatından silinmesi için yeni bir adım olduğu açıktır. Ancak, asıl silinmek istenen hayata anlam veren bir dilin varlığıdır. Tesettürlü insan profili bu dilin bizatihi insan üzerinde görünen son halidir. (Unutulmasın, erkeklerin görüntüleri ekseriyetle seküler dile uygun hale getirilmiştir.)

Danıştay kararının siyasiliği, insan fiillerinin bir kısmının siyasi olmayabileceğini düşünenler tarafından tartışılmalıdır. Hayatın tüm görüntülerinin kopmaz bir ilişkiler ağı olduğunu düşünenler için insan fiilleri, amellerinize yön veren niyetinize ve riayet ettiğiniz kaidelere bağlı olarak müspet veya menfi bir siyasettir. Hal böyle olunca, İslam’ın açık dili karşısında bu kararın Anadolu insanı üzerinde menfi bir siyaset olduğunu söylemek mümkündür.

Ne Yapmalı

Anadolu insanı ümmetin ortak dilini oluşturma yönündeki gayretlere itibar etmeli, “en iyi”nin, “en güzel”in, “en doğru”nun kendi yanında olduğu zannından kurtulmalı, kendini ve İslam’ın dilini özgürleştirmeli, bölünmüşlüğe, zayıf düşürülmeye, müptezel bir hayata yol açan seküler dil karşısında İslam’ın özgür dilini konuşmalı / savunmalı ve hayata hakim olacak özgür bir dilin meselelerin çözümünün biricik esaslı unsuru olduğuna inanmalıdır.

Tüm bunlardan sonra diyebiliriz ki, tesettüre ilişkin tartışmalar, özgür bir İslam toplumunda yapılabilecek tartışmalardan olup bu konu dahil bütüne talip olmadan yapılacak işlerin tümü seküler dil / hayat tarafından öğütülmekten kurtulamayacaktır.

* BEKLENEN ADIM



Avrupa – Türkiye: Devamlılık İlişkisi

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Dahlab kararından sonra Türkiye Danıştay’ı bu kararın sonuç ve etkilerini bir adım ileri götürecek bir karara imza attı. Her iki dava da başörtüsü kullanan anaokulu öğretmenlerinin çevresinde şekillendiğinden kararların neredeyse birbirinin devamı olduğunu söylemek mümkündür.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Dahlab kararında başörtülü bir bayanın bu kıyafetiyle anaokulu öğretmenliği yapamayacağını hükme bağlayan iç hukuk kararının Sözleşme kapsamında bir hak ihlali oluşturmadığını deklare etmişti. Mahkeme, gerekçe olarak; küçük yaştaki çocukların anlam dünyalarının / algılarının bu kıyafetin işaret ettiği karşılığı tespit etmeye yeterli olamayacağını ve olası etkilenmenin onların bilinçli tercihleri ile gerçekleşmeyeceğini göstermişti.

Türkiye Danıştay’ı ise bir adım daha ileri giderek böyle bir bayanın iş hayatının dışındaki görüntüsünün de küçük yaştaki çocuklar üzerinde bir etki bırakacağını ileri sürmüştür. Danıştay’ın bu etkiyi “kötü örnek” olarak ifade etmesi ise kararın gerekçesinin ideolojik bir temele dayanmasından kaynaklanmaktadır.

Dahlab kararı ile Danıştay kararının temel farkı Müslüman bayanların yaşadıkları ülkelerde görülmektedir. Dahlab kararı kahir ekseriyeti Hıristiyanlardan oluşan bir ülke olan İsviçre’de yaşayan bir Müslüman bayanın çalışma hayatına dini inancı ile uyumlu bir halde iştiraki talebi üzerine verilmişken, Danıştay kararı ülkenin neredeyse tamamının Müslüman olduğu bir coğrafyada yaşayan Müslüman bir bayanın kimlik belgesinde yer alan fotoğrafının dini inancına uygun olmasının idari ve hukuki bir mesele haline gelmesi sebebiyle verilmiştir. Bir başka ifadeyle, Dahlab’ın Hıristiyan çocuklar üzerinde İslam dinine yönelik bir etki bırakma ihtimalinin ve bu yolla ailelerin eğitim hakkının, dini inançları ifade etme / yaşama hürriyetinin önüne geçirildiği bir durum ile dini inançları ifade ve yaşama hakkının her halükarda sınırlandırılmasına yönelik bir halin yaşandığı ama biri diğerinin devamı olan bir süreç olmuştur bu davalar.

Anayasa ve Skolastik Çağa Dönüş

1982 Anayasası, Cumhuriyet’in kurucularının ve seküler hayatı Anadolu insanına çıkar yol olarak gösterenlerin ifade ettikleri, “fikri hür”, “”vicdanı hür” nesillerin kendilerini ifade yollarının tümünü en başından, Başlangıç kısmında, kesmiştir. Bu Anayasa, fikrinizin ve vicdanınızın ne kadar “hür” olabileceğini açıkça bildirmiş, bu sınırların dışındaki hiçbir fikir ve vicdanın himaye görmeyeceğini ilan etmiştir.

Açık bir şekilde ideolojik tavır alışını, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerinin –ki bunlar ferdi ve içtimai zanların ürünüdürler- her şeyin mihenk noktası olduğunu gördüğümüz bu Anayasa, Anadolu insanını Aydınlanma Çağı’nın da gerisine, Skolastik Çağ’a atmayı denemiş ve bu yolda önemli mevziler de edinmiştir. Anadolu insanı bu Anayasa ile bir dogmanın esiri haline gelmiştir.

Gerek Danıştay’ın gerekse idare mahkemelerinin son yıllarda kararlarında sıklıkla zikrettikleri Anayasa’nın Başlangıç kısmı ve laiklik gibi değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddeleri dikkatle incelendiğinde, Anadolu’da hakim seküler algılayışın Anadolu insanının dine ilişkin algılarını bir bütün olarak ele aldığını ve dini işaretlerin tümünün siyasi sonuçlara sahip olduğunu düşündüğünü görmekteyiz. Bu düşünce ile hareket eden seküler sistemin, kendisi dışında yer alan hiçbir düşünce ve inanca, hiçbir siyasi harekete hayat hakkı tanımayacağı yönündeki deklarasyonuna uygun bir tavır sergilemesi yadırganacak bir şey olmamalıdır. Zira, bu zaten beklenen bir adımdır.

Asıl yadırganacak şey, vergi veren, askerlik yapan yani ülkenin ve devletin asli kurucuları olan insanların siyasi yaklaşımlarını dogmaların baskısından kurtarmak için ciddi bir çaba sarf etmemeleri olmalıdır.

* DİRENİŞ BAŞ EĞECEK


Yeryüzünün en iğrenç yalanı, tabii farklılıklardan, “üstünlük” yönünde zatı kendinden menkul bir sonuç çıkarmak ve en affedilemezi ise bunun Allah’ın bir sözü olduğunu iddia etmek olmalıdır. İnsanlık tarihi yüzyıla yakın bir zamandır, bu yalana iman etmiş bir ruh halini, reddi neredeyse imkansız bir miras halinde devreden bir halkın, Yahudilerin, hakikate karşı giriştikleri kuralsız –üstün halk kuralı kendisi belirler!- bir savaşı kaydediyor . Bagy Yahudi zihninin anlam dünyasını yeryüzünde coğrafi sınırları belirli bir toprak parçasında egemen kılmanın “vaad”in gerçekleşmesinin mukaddemat-ı ihzariyesi olduğunu ve bunun için siyasi ve askeri mücadelenin şart olduğunu söyleyen düşünceyi biz kısaca, “Siyonizm” olarak tanımlayabiliriz ve bu tanım bizi Yahudi halkı ile kan bağı olmasa da bu fikrin meftunlarının da Siyonist / bagy / hakikat muarızı oldukları sonucuna götürür. Hedefi bu olmasa da, Yahudi zihninin hastalıklarının sirayet ettiği anlayışlarda da Siyonizmin etkilerini görmek mümkündür. Bu anlamıyla Siyonizmin Nazizmin öncüsü olduğunu söylemek abartılı bir iddia olmayacaktır.

Mülk alemindeki tüm farklılıkları Allah indinde boşa çıkaran İslam, Mescid-i Aksa’yı mübarek kılarken, Allah’ın teklifini yüklenmekten tevarüs eden kavmi bir üstünlük payı/hakkı çıkaran Yahudi düşüncesini de bu halkın kutsalında mahkum etmiştir. Filistin topraklarındaki savaşı iki kavmin mücadelesinden çıkartıp “insan olmak” ortak paydasına taşıyan da Allah’ın her insanı hür, masum ve özgür bir ruh ile yaratışını simgeleyen bu takdis ediş olmuştur. Peygamberi (as) Mirac’a taşıyan ve “insan” için benzeri olmayan bir onuru ifade eden yükseliş adımının işte burada, Kudüs’te atılması bir rastlantı değil, Allah ve insan arasındaki teklif ve “insan olma” ilişkisinin gösterilmesi, kaydedilmesi ve korunması için gelecek tüm nesillere bir borç yükleme halidir. İşte Filistin bu gün bu borcu ödemektedir, “insan” adına.

Filistin’e ve Lübnan’a düşen bombalar askeri gücün kusulmasından öte zayıf bırakılmış, ancak köleleşmemiş bir halkın bu haline olan nefreti simgeliyor. Yahudi zihni, dünyevi menfaatler uğruna köleliğe dönmeyi, bunu kabullenmeyi makul ve hoş gösterecek argümanların oluşturulması için peygamberlerle girişilen onlarca tartışmanın şekillendirdiği bir zihindir. Bu zihnin, bu kültürün tarihi, müstekbir güçlerin tasallutuna karşı direnmekten kaçışın, direnenleri aşağılayışın ve yalnız bırakışın örneği bir çok vakaya şahitlik etmektedir. İnsanlık alemini bu halka bağlayan tevhidi, adaleti, hakkı ve insani değerleri müdafaa yolunda gayret gösteren az sayıdaki insan dışında diyebiliriz ki, bu halkın sahip olduğu zihniyetle insanlığın bir bağı yoktur. İşte bu sebeple; bir Musa’ya, Davut’a, Süleyman’a sahip olmaları sebebiyle, Yahudi zihni Ahmet Yasin’de, Nasrallah’ta, Fadlallah’ta gizli bir Musa, Davut ve Süleyman (örneği) görüyor. Yahudi zihni, sahip çıkmaya çalıştığı ve fakat temsilcisi olmadığı bu şahsiyetlerin anlam dünyalarının bu günün dünyasında mücessem hale gelmiş varlıklarını/temsilcilerini yok ederek, kendi tarihinin kahredici ağırlığıyla yüzleşiyor aynı zamanda.

Savaşların doğasında varolan şiddeti ve düşmanlık sınırını aşan tüm bu azgınlıklar, yolları Siyonizm ile kesişen diğerleri tarafından da alabildiğine destekleniyor. Bu güçler, yeryüzünde haksız ve adaletsiz bir gücün karşısında boyun eğmemenin mümkün olduğunu gösterebilecek hiçbir kimse kalmasın istiyor. Kalabalıklar arasında kaybedilen, “insan”a yönelen bu taşkınlığın zayıf bırakılanların bedenlerini yok etmesine rağmen müstekbirlerin ruhlarını güçlendirmediği ve hatta onların bedenlerine de hayat güvencesi sağlamadığı gerçeğidir.
Salt Arapların ve Müslümanların değil, kendini insanlık aleminden farklı gören Yahudi zihninin kuşattığı İsrailoğulları’nın da kurtuluşu için Direniş’in Siyonizme karşı yürüttüğü savaşın sürmesi gerekmektedir. Bu savaşta, yola çıkarken birlikte olduğunu varsaydıkları kişiler dünyanın nehirlerinden avuç avuç içseler de, Direniş’in yanında kalanlar işte o şehrin, Kudüs’ün kapılarından başlarını eğerek gireceklerdir.

Kimin gücü Allah’ın özgür yarattığı ruhları ilanihaye tutsak etmeye yeter ki?

* LEYLA ŞAHİN DAVASI VE ANADOLU İNSANININ İNKİŞAFI


Nihayet sorunun sorulması gereken noktaya geldik. Leyla Şahin’i ve onu bu noktaya taşıyan ekibi sabır ve gayretlerinden ötürü tebrik etmek üzerimize bir borçtur. Zira süreci takip edenler bileceklerdir ki bu, son derece kıt imkanlar dahilinde yürütülen bir mücadeleydi ve bu mücadele ekibin “yolda dökülmemesi” ile tahmin edilen şekilde nihayete erdi. Refah Partisi davasının satır aralarını okuyanlar Leyla Şahin davasının bu şekilde biteceğini görüyorlardı. Doğru okumasını bilenler için bu davada yaşanan bir sürpriz yoktu. Teessüf ise Mahkeme’ye değil süreci bu şekilde yaşatarak Anadolu insanına bir hakikati göstermelerine sebep olanlara idi.

Leyla Şahin davası ile Türkiye’de hakim seküler hayat algılayışının Anadolu insanına vaad ettiği hemen her şeyin uzağına düştüğünü gördük. Seküler hayat algılayışının hayatın maddi karşılıkları açısından varolan gelişim çizgisinin çok uzağında bulunduğunu hepimiz biliyorduk. Ancak doğrudan kuramadığımız bağ, insana ilişkin hallerin hemen her çeşidinde seküler algılayışın getirmeye çalıştığını ileri sürdüğü “hak”, “adalet” , “insan onuru” gibi kavramların ihlalindeki durumun arızi bir hal mi yoksa seküler algılayışın bizatihi kendinden kaynaklanan bir çelişki mi olduğuydu. Bir başka ifadeyle seküler algılayış hakim olduğu Anadolu coğrafyasında kendi standartlarının dışında bir yolu mu izliyordu yoksa bu durum seküler yaklaşımların özünde var olan bir çelişkiden mi kaynaklanıyordu?

Leyla Şahin davası bu sorunun cevabını Anadolu insanı için kaçınılmaz bir şekilde gözler önüne sermiştir. Anadolu insanı, bin yılı aşkın sürede elde ettiği İslam Medeniyeti’nin ona bahşettiği “insan” ve “hayat” algılayışının hakim algılayış ile çeliştiği / çatıştığı her noktada hakim seküler algılayışın hayatın her alanında çağdaş uygarlıkların önüne geçebilmek için izlenmesi gereken yolun “seküler hayat algılayışı” olduğu çıkışı karşısında geri adım atmıştır. Ancak bu, 300 yılı bulan bir geri çekilmeden sonra Anadolu topraklarını var olabilmenin yegane unsuru olarak gören ve bunda da haklılık payı bulunan bir toplumun sabrına dayanan bir hareketten başkası olmamıştır. Bu dava ile Anadolu insanı, “var olma”nın ve “öne geçme”nin kendisinin dışındaki hiçbir şartta gerçekleşemeyeceğini iddia eden bu algılayış tarzını eklemlenmeye çalıştığı, kendini ait gördüğü sistem içinde sınamış ve bu algılayış tarzının tüm derecelerinin Anadolu insanına vaad ettiği şeyleri gerçekleştirmekten çok ama çok uzak olduğunu görmüştür.

Leyla Şahin davasından sonra seküler hayat algılayışının “var olma”nın ve “öne geçme”nin biricik esaslı unsuru / yolu /muharriki olduğunu söylemek abesle iştigal sayılmalıdır. Abesle iştigal etmek yerine “var olma”nın ve “öne geçme”nin Anadolu’nun İslam Medeniyeti ile gerçekleştirilmesi imkanlarının konuşulması gerekliliği bu davanın bizi getirdiği yerdir.

Soru şöyle: Anadolu insanının inkişafı için İslam Medeniyetinin araçları hangi düzeyde kullanılmalıdır?

* ANADOLUNUN HOLOKOSTU


Birçok insan 20. yüzyılın tüm insanlığı boğduğu sonsuz aldanmışlıklar, sonsuz acılar ve sonsuz katliamlarla anılacağını düşünüyor. Bu yüzyılın insanları, hayatın cismani yönünü kolaylaştıran kimi atılımların “insan” olma kaygısı ile doğru orantılı ilerlemediğinin şahitliğini yaptılar. Bu yüzyıla, “var olabilme” algısının “yok edebilme” gücü temelinde yükseltildiği, insanlık tarihinin hiçbir döneminde görülmeyen bir paranoya hakim oldu. Bu kısa zaman zarfında eski çağlarla kıyası neredeyse imkansız bir katliam hayatın her alanına hakim oldu. Zihinlerin dönüştürülmesi için yapılan faaliyetlerin oluşturduğu bu cinnet halinden hiçbir coğrafyanın masun kaldığını da söyleyemiyoruz. Anadolu bile.

20.yüzyılın ilk çeyreğini sonu gelmez savaşlarla bitiren Anadolu bu yüzyılın ikinci çeyreğini de skolastik seküler düşüncenin (seküler dogmanın) zihinlere yerleştirilmesi ameliyesiyle tamamladı. Seküler dogmanın sahipleri ülkenin / halkın Müslüman geçmişinden miras itaat ruhunu bu yeni dogmanın varlık alanını genişletmede kayda değer bir başarıyla yönettiler. Bu dönemde, aklın kaynaklık edeceği çözümlerin hayatı kuşatacağına, insana ve topluma yeter halde olacağına dair görüşler devletin resmi kurumları tarafından yürütülen her tür faaliyet ile tedavüle sokuldu. Siyasi, askeri ve içtimai yapısı bozguna uğramış, insan kaynaklarını büyük savaşlarda tüketmiş, egemen olduğu topraklardaki Müslüman halklara Anadolu’nun kapılarını açmış bir devletin bakiye kadrosunun dönemin olağanüstü şartları içinde sığınmak zorunda kaldıkları bir liman olduğunu varsaydığımız halde dahi, toplumda seküler algılayışı yaygınlaştırmaya yönelik çabanın açık bir tartışmanın değil otoriter bir yaklaşımın ürünü olduğunu gördüğümüz bu yıllar aynı zamanda “aklın inkarı”nın temellerinin atıldığı yıllar oluyordu.

Anadolu’daki siyasi yapının herkesçe bilinen evrim süreci boyunca muhafaza ettiği ve yeşertip hayatta bıraktığı tek şeyin “aklın inkarı” olduğu açıktır. Hareket noktasından bu yana şiddeti artan bir şekilde ilerleyen bu süreç son 25 yılda hukuki metinlere değişmez bir nass olarak girmeyi de başarmıştır. Anadolu insanını hayata hakim olabilmek adına gerekli münazarayı yapmaktan men eden bu zihni donukluğun tüm imkanlarıyla beraber bir ülkeyi felce uğrattığını görememek yine bu dogmanın sonucudur.

Bu gün, ülkenin fikir beyan etme imtiyazına sahip insanlarının ülkenin siyasi yapısını düzenleyen Anayasa’nın ihtiva ettiği dogmayı kaldırmak, ülkenin önünü her anlamıyla açık hale getirmek, ülkenin var olmaya yönelik tercih imkanlarını arttırmak için içtenlikli bir çağrıyı yapamamalarının bu dogmanın yönettiği zihinlere sahip olmalarıdan kaynaklandığını görmezden gelemeyiz. Yine bu gün, tüm insani ve hukuki metinlere, birşeylerin yanlış gittiğini hisseden Anadolu insanının kuvvetli desteğine rağmen siyasal iktidarın kurucu bir iktidar gibi hareket edememesinde bu dogmanın sahiplerinin bilinçli veya bilinçsiz paylarını da inkar edemeyiz.

Gören gözler Anadolu insanının seküler aklın kapanında sıkıştığına şahittir. Bir dogmanın bir halkı böylesine esir aldığı bir başka ülke var ise o da Almanya olmalıdır. Almanların İkinci Dünya Savaşı’nda 6 milyon Yahudiyi katlettiği söyleniyor. Holokost, diyorlar buna. Vaka tartışmalı olsa da, Almanya 60 yıla yakın bir süredir bunun hesabını veriyor. Seküler dogma Anadolu’yu ceset haline getiriyor. Anadolu’nun ruhunu katlediyor. Anadolu’nun imkanlarını tüketiyor. Anadolu’ya nefes aldırmıyor. Görünen o ki, Anadolu bir Holokost yaşıyor. Hesabını kimin vereceği belli olmayan bir Holokostu yaşıyor, Anadolu.

Almanlara özenmek cüretkar bir hal olmalı.

* YENİ BİR SINIFIN OLUŞUMUNDA ORDU YARDIMLAŞMA KANUNU


Kendisine pazarlardan haraç alma teklifini getiren kişiye Osman Gazi’nin hayretle, “Biz bir şey mi getirdik, aldık ve sattık ki onlardan para alalım” dediği ve muhatabının da ona bunun eski bir “Sultanlar Töresi” olduğunu söylemekle mukabele ettiği anlatılır. Pazarda mal satmayı başarandan bir miktar haraç alınmasına rıza gösteren Osman Gazi’nin pazarın güvenliğini üstlendiği ve güvenliğin finansmanını da pazarın iştirakçilerine yüklediği varsayılabilir. Asayişin temini ve güvenli bir ticaret ortamının varlığı çok zaman tacirlerin bu tür bir haracı itirazsız ödemelerini sağlamıştır. Malların üretimi, dağıtımı ve değişiminde sağlanan garantiler karşılığında alınan bu haraç süreç içinde devletin silahlı kuvvetlerinin emniyeti sağlamanın dışında bir alana kaymasının da önüne geçmiştir. Bir başka deyişle, asker hep asker kalmıştır.

Bu noktadan baktığımızda, modern Türkiye tarihinin kırılma noktalarından birisi askeri yapılanmanın ticari hayata, pazara her anlamıyla girmesine imkân veren düzenlemelerin kabul edilmesiyle başlamıştır, diyebiliriz. Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal yollarla işbaşına gelen meşru hükümetine karşı gerçekleştirilen 1960 askeri müdahalesi ordunun Anadolu pazarına ticari bir aktör olarak girmesinin de kapılarını açmıştır. Bu askeri müdahalenin üzerinden geçen yaklaşık 50 yıllık zaman Anadolu topraklarında çift görünümlü bir sosyal sınıfın zuhurunu sağlamıştır. İşte bu sebeple 1960 askeri müdahalesinin en önemli sonucunun çift görünümlü bu sınıfın tezahürü olduğunu söyleyebiliriz.

Şehirleşme oranının %30’larda seyrettiği o yıllarda Anadolu’daki tabloda tarıma dayalı bir ekonomi, devlet iktisadi teşekkülleri ve zayıf bir özel sermaye yer almaktaydı. Bu dönemde devletin idari işlerini yürüten memurlar tüm imtiyazlarına rağmen yine de bir memur hayatı sürdürmekteydiler. Askeri yapılanma da yaklaşık olarak bu şeklide görünüyordu. Pazardan, üretim ve ticaretten alınan paylarla oluşturulan bütçenin harcama kalemlerinin imtiyazlı bir bölümü ayrılsa da, bu gelir askeri ve sivil bürokrasinin gündelik iaşelerinin ana kaynağıydı. Ancak, İkinci Dünya Savaşını takiben başlayan ve bir yönüyle de kamu iktisadi kuruluşlarının filizlenmesiyle ilerleyen süreçte sivil bürokrasi ekonomik kaynakların dağıtımı yoluyla siyaset üzerinde daha fazla etkinlik kazanmaya başladı. Artan nüfus, ulaşım ve iletişimdeki görece ilerleme ve yüz göstermeye başlayan iç göç siyasi hayata yeni ancak ekonomik olarak sivil bürokrasiye bağımlı bir kitlenin katılımını sağlıyordu. 1960’a gelindiğinde askeri bürokrasi karşısında daha fazla imkâna sahip bir sivil bürokrasi görüyorduk.

Ordu Yardımlaşma Kanunu’nun bu şartlar altında, askeri bürokrasinin kendi ekonomik kaynaklarını oluşturma ve kendi sosyal sınıfını bununla idame ettirme ve sivil bürokrasi karşısında erozyona uğrayan gücünü geri kazanma gayreti ile kabul edildiğini söylemek mümkündür. Kanunun kabul tarihi olan 3 Ocak 1961’e başkaca hiçbir şey eklemesek dahi bu tarih tek başına Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi atmosferi açıklamaya yetmektedir. Mezkûr kanun ile Türk Silahlı Kuvvetleri hem sermaye toplama hem de toplanan sermayeyi değerlendirmede muazzam imtiyazlara sahip olmuştur. Örneklendirecek olursak, kurumun gelir kalemleri kanunun 18.maddesinde şöyle sıralanmıştır:

a) (Değişik: KHK/499 - 9.8.1993) Muvazzaf subay, sözleşmeli subay ve astsubayların maaşları tutarından her ay kesilecek % 10'lar,
b) Millî Savunma Bakanlığı ve Jandarma Genel kumandanlığı teşkilâtında çalışan maaşlı ve ücretli sivil memur ve müstahdemlerin Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanununa göre emekliliklerine esas olan maaş ve ücretleri tutarından her ay kesilecek % 10'lar;
c) Ordu Yardımlaşma Kurumunun veya bu Kurumun % 50 sermayesinden fazlasına sahip olacağı veya iştirak edeceği şirketlerde çalışan ve Kurumda daimî üye olmayı kabul eden bilûmum maaşlı ve ücretli sivil memur ve müstahdemlerin maaşları tutarında kesileceği % 10'lar;
d) Yedek subayların her ay maaşları tutarı üzerinden kesilecek % 5'ler;
e) Kurum mevcutlarının işletilmesinden elde edilecek gelirler;
f) Hakikî ve hükmi şahıslar tarafından yapılacak her türlü nakdi ve aynî menkul ve gayrimenkul bağışlar.

Görüldüğü üzere kanun, asker veya sivil kişi ayrımı yapmaksızın Türk Silahlı Kuvvetleri ve Milli Savunma Bakanlığı ile bir şekilde ilişkili hemen herkesin almakta oldukları maaşlar üzerinde bir kesinti hakkı tanımıştır. Öyle ki, ordu kademelerinde yer alacakları süre son derece sınırlı olan yedek subaylar ve ticari faaliyetleri sebebiyle kurumla ilişkili hale gelen kuruluşların müstahdemleri dahi bundan muaf tutulmamıştır. Sosyal yardımlaşma alanında faaliyet gösterecek bir kurum için bunun normal olduğu söylenebilirse de, sermayenin değerlendirilmesini ticari hayatın gereklerinden, serbest rekabetten ve özel teşebbüsün hareket alanından farklı uygulamalara tabi kılan 35.madde, askeri bürokrasi tarafından kontrol edilen sermayenin ve ticari faaliyet sahasının geometrik olarak büyümesini sağlamıştır. 35.maddede yer alan;

Kurumun muafiyetleri aşağıdadır:
a) Kurum, Kurumlar Vergisine tabi değildir.
b) Kuruma yapılacak bağışlar, Kurumunun ne nam altında olursa olsun, üyelerine veya kanuni mirasçılarına yapacağı yardımlar Veraset ve İntikâl Vergisiyle Gelir Vergisinden,
c) Kurum, yapacağı her türlü muameleler dolayısıyla Damga Resminden,
d) Daimi ve geçici üyelerinden yapılacak aidat tevkifatı Gelir Vergisinden,
e) Kurumun her türlü gelirleri Gider Vergisinden, Muaftır.
ifadelerinden açıkça anlaşılacağı üzere askeri bürokrasi ticari hayata hiçbir riski olmayan bir sermaye toplama yöntemiyle başladığı gibi ticari hayatı hiçbir sorumluluğu olmayan bir yöntemle de devam ettirme hakkına sahip olmuştur.

Bu yasal düzenleme Osmanlı Devletinden tevarüs eden sosyal sınıflar arasından birini iki yönlü bir hale getirmiştir. Açıkça anlaşılacağı üzere toplumun askeri hizmetlerini ifa eden sosyal tabakası Avrupa burjuvazisinin geçirdiği süreci anımsatan bir yolla, merkezden bağımsız ticari faaliyet yürütebilme yoluyla, asker-tacir şekline bürünmüştür. Ticari faaliyetlerin çeşitlenmesi ile gelir kalemleri ve miktarlarının artması günlük hayatını toplumun diğer kesimlerinden farklı bir şekilde yaşamaya başlayan bu yeni sınıfın kendi kendini finanse eden, sosyal ihtiyaçlarını kendi sınıfı içerisinde gidermeye yönelen, toplumun diğerler katmanları ile en az düzeyde bir ilişkiyi öngören bir yapıya evirilmesine yol açmıştır. İnkârı mümkün olmayacak şekilde bilinmektedir ki, makul bir güvenlik ve esenlik gerekçesi olmaksızın askeri-tacir sınıfın tüm hayat alanları sivil bürokrasiden dahi ayrılmıştır. Bu sosyal sınıfın kuşatıcılığı öylesine bir hal almıştır ki, askeri hizmetlerdeki vazifesini ikmal ederek emekliye ayrılan subay ve astsubayların azımsanamayacak bir kesimi Ordu Yardımlaşma Kurumunun ticari faaliyetlerinde görevlendirilir olmuştur. Bu, emekli askeri personelin asker-tacir sınıfından kopmasının önüne geçmede bir yöntem olarak kullanılır hale gelmiştir.
Bu tarz bir sosyal yapının tehdit algılamasının ve savunma refleksinin farklı olacağı aşikârdır. Ticari hayatı askeri bürokrasinin ticaret hayatındaki yerini sorgulamakla etkileyebilecek ve onu ticari hayatın dışına çıkarma ihtimalini doğurabilecek tüm aktörlerin muhtemel muhalifler ve hatta düşmanlar olarak algılanmasının mümkünlüğü şaşırtıcı olmamalıdır.

Öte yandan, şirketlerinin ticari geleceklerini hemen her şeyin üzerinde tutan Avrupa devletleri ve Amerika’nın 70 milyonluk nüfusuyla dev bir pazar görünümü arz eden Türkiye’de sorgulanamaz bir ortağı tüm diğerlerine tercih etmeleri de yadırganmamalıdır. Diyebiliriz ki, bu tercih onlara her zaman kazandırmıştır da. Yakın geçmişte Ermeni Tasarıları sebebiyle örneğini gördüğümüz Fransa aleyhine yürütülen boykotların birkaç gün içinde sönüp gitmesinde Fransız şirketlerinin Türkiye’deki başlıca ortağının etkisinin olmadığını düşünmek safdillik olmaz mı? Kendi bölgesinde ekonominin de demokratik kurallara azami riayetini hedefleyen Avrupa’nın Türkiye’de sorgulanamaz bir ortağı tercih etmesi demokrasi ile ekonomi arasındaki ilişkiyi bir dilemmaya çevirmekte ve bu sebeple Avrupa, Türkiye’deki demokratik hayata yönelik gayrı meşru müdahalelere itiraza “dostlar alışverişte görsün” edasıyla yaklaşmaktadır.

Bugün siyasi iktidarların özelleştirmeler yolu ile sivil bürokrasi ve siyasetin elinden istihdam imkânlarını alırken sivil bürokrasi ve siyasete bağlı yeni istihdam alanları açamaması, buna karşılık askeri-tacir sınıfın devam eden geometrik büyümesi, sivil siyasetin askeri vesayetten kurtulması yönündeki ümitleri zayıflatmaktadır. Zira bir kesim geniş bir yelpazede yer alan halk tabakasını kontrol ve istihdam etme imkânlarını kaybederken diğer kesim tüm üyelerini kuşatmakta ve bunu ticari hayatta eşi benzeri olmayan bir imkânlar dizisi ile sağlamaktadır.

Üretim araçlarını devletleştirmeyi amaçlayan bir ideolojinin yaygın olduğu 1970’li yıllara 12 Eylül ile son verilirken, hazırlanan yeni anayasanın toplumsal hayata damgasını vurma anlamında henüz emekleme çağında olan İslami düşünceye karşı değişmesi teklif dahi edilemez maddelerle tahkim edilmesinin sebebini bir tesadüfte mi yoksa,1979’da gerçekleşen İran İslam İnkılabı’nın Türkiye’deki yeni sosyal sınıfı etkileyebilecek fikirleri aşılaması ve askeri bürokrasiyi ticari hayattan, en azından mevcut avantajlarına son verme yoluyla, uzaklaştırma ihtimalinin doğurduğu kaygıda mı aramalıyız?

* HUKUK SÖZLÜKLERİNİZİ ATIN


İnsan, hayatı anlamlandırmada ve anlamlandırdığı bu hayatı –ki insanın varlığın sair objeleriyle ilişkisini ifade eder- aktarmada dili kullanmaktadır. İnsanın mevcudatın sair nesneleri arasında temeyyüz eden alameti farikası belki de hayata ilişkin tecrübelerini genetik sirayetten öte dil ile aktarmasıdır. Bir başka ifadeyle insan, mahlukat arasında dün ile yarını soyut bir bağ ile bağlayabilen tek varlık olmaktadır.

Gerek tabiata gerek insana ve gerekse tüm bunların ilişkilerine müteallik olsun, insan, hali ifade eden bir kelime bulmak zorundadır. Her bir kelime insanın hali tanımlama ve hale hakim olma başarısını göstermektedir. Somut hallere ve nesnelere ilişkin isimlendirme/tanımlama soyut hallerin ifadesine nispeten daha kolay olmakla birlikte her bir somut varlığın ayrı bir isimle isimlendirildiğini söylemek de zordur. Soyut haller ve ilişkilerin isimlendirilmesi/tanımlanması ise her zaman daha mistik bir zihni ameliyeyi gerektirmiştir. Zihni işleyişin araçları olan kavramlar ise insanoğlunun çok uzun süren zihni faaliyetinin sonunda hemfikir olunan bir hale gelmiştir.

Kelimelerin kavram haline getirilmesi başarısı insanoğluna nakli ve tecrübi ilimlerin bir sonraki kuşağa aktarılmasında büyük bir hız ve doğruluk kazandırılması sonucunu doğurmuştur. Son birkaç bin yıllık süreçte insanoğlu, yazının kullanımının da yaygınlaşmasıyla, varlığı anlamlandırmaya, varlıklar arasındaki ilişkileri tespit etmeye yarayan kavramlaştırma ameliyesine bir standart getirmiş, bu yolla kavramların, tecrübenin aktarılmasında kullanılacak yolun, sağlam temellere oturmasını sağlamıştır. Bu, halen vakıf olduğumuz nakli ve tecrübi ilimlerin usulünün oluşması anlamına gelmektedir. Hukuk bilimi de bundan istisna değildir.

Roma’nın seküler hukuk anlayışı da, kitabi dinlerin ilahi iradeye dayalı hukuk anlayışları da hukuk oluşturmanın ilmi temellerini kavramlar üzerine bina etmişler ve insanın varlığın tüm dereceleri ile ilişkisinden hukuki bir sonuç çıkarma melekesi kesbedebilmesini zihnin bu kavramlarla kendiliğinden çalışabilmesi şartına bağlamışlardır. Tüm ilimlerde olduğu gibi hukuk ilminde de ilmi alelade bilgi düzeyinden ayıran şey ham bilginin kavramlar aracılığıyla işlenerek hukuki hale getirilmesidir.

Anadolu insanının bin yılı bulan İslam Hukuku kültürü/tecrübesi bu toplumda hukuki kavramlara müteallik derin bir anlayış oluşturmuş ve bu suretle Batı’dan başlayan nakil sürecinde Batı Hukuku’na ilişkin kavramlar zorlanılmadan nakledilmiştir. Burada Anadolu toplumu kavramsal aklın izleri üzerinde yürümekle iktifa etmiştir. Hukukun bir bilim olduğu hususu ise nakildeki bu başarı ile bir kez daha teyid edilmiştir.

Hukuk biliminin naklinin, hukukçu yetiştirmenin, insana bir formasyon kazandırma ameliyesi olduğu kabul edildiğinde, ki bu hukukun bir bilgi yığını olmadığını kabul etme anlamına gelmektedir, hukuk biliminin temellerine yani kavramlarına sadakat göstermenin bu ameliyenin vazgeçilmesi mümkün olmayan bir şartı olduğu da kabul edilmelidir. Bu halin tabii sonucu ise hukuk diline / hukuki kavramlara şiddetle sahip çıkmak ve kavramlar üzerinden yürüyecek bir zihni işleyişi günlük konuşma dilinin cezbedici ve fakat bir o kadar da formasyondan uzaklaştırıcı etkisine teslim etmemektir..

Hukuk dilinin kavram düzeyinden kelime düzeyine indirildiği bir ortamda dil kendini ifade edemeyen bir hal alacak, bir başka ifadeyle, tarife dayalı bir dil olacaktır. Bunun ise hiçbir ilmin aktarım şekli olmadığı izahtan varestedir. Kavramlardan uzaklaşarak tarife dayalı bir dilin hukuk bilimi üzerinde tatbiki yeni nesil hukukçuların insanlık ailesinin ortak mirasından mahrum olması ve kavramsal aklın izinden ayrılması sonucunu doğuracaktır.

Kavramsal aklın izinden ayrılarak tarife dayalı bir dil geliştirme çabasında olanların hazırlayarak toplumun önüne koydukları ve TBMM tarafından kanunlaştırılan Ceza Muhakemeleri Kanunu incelendiğinde ne tür bir zihni kargaşaya doğru yol aldığımız açıkça görülmektedir. Misalen; “ilgili tarafın yüzüne karşı verilen karar kendisine açıklanır...” Bu cümle mezkur kanununun 35.maddesinden alınmıştır. Burada tarif edilen durum “tefhim”dir. Görüldüğü üzere tasarıyı hazırlayanlar hukuki bir kavram olan “tefhim”i kullanmak yerine tefhimin ne olduğunu açıklamaya çalışmışlardır. Yine bu anlayış ile “davetiye” “çağrı kağıdı”na dönüşmüş, “ihzar” ise “zorla getirilme” olmuştur. Kavramdan tarife yönelme açısından, son beş yıldır çıkarılan temel kanunların hemen hiçbiri bu durumdan istisna değildir.

Kavramsallaşmış kelimenin semantiğinden gelen anlam bütünü tarifi karşılamasına rağmen kavramın değil tarifin kullanılması zihnin algılayış tarzını da değiştirmiştir. Verilen misallerden de anlaşılacağı üzere davet kaba bir çağrıya dönüşürken, ihzarın içinde yer alan zorlama anlamı hoyrat bir güç kullanımını çağrıştırmıştır.

Zihnin bu tarz dönüşümü, kavramlardan azade olması, hukukun sabitlerini de etkiler hale gelmiştir. Hukuk eğitiminin formasyon düzeyinden salt bilgi derekesine indirilmesi temel kavramların fiili anlamlarını / karşılıklarını fark edemeyen yeni bir hukukçu neslin yetişmesine sebep olmuştur. Davanın tarafı olmadığını ileri süren “müddeiumumi”lerin bu görüşlerini cesurca kaleme alırken hukuk biliminin esasları üzerinden hareket ederek sonuca varanları Amerikan filmlerini çokça seyretmekle itham ettiği bir hukuk camiasında, böyle bir sonuca kavramsal aklı inkar eden, hukuk dilini kaldırıp yerine günlük konuşma dilini ikame eden bir zihniyetin sebep olmadığını kim iddia edebilir? Görünen odur ki, hızla gelinen noktada magazin düzeyinde algılama yeterliliğine sahip bir kitleye sahip olacağız.

Hukuk Sözlüklerinizi atın. Zira ilkokul sözlükleriniz ile bir bilime sahip olma imkanını yakalamak üzeresiniz. Hiçbir usulün olmadığı, kavramsal aklın reddedildiği, kolayca kazanılan, değiştirilen ve tüketilen avami bir bilime!

* BALKAN NOTLARI - Arnavutluk

Takdim
2 Ağustos 2007 ile 11 Ağustos 2007 tarihleri arasında yapmış olduğum Balkan gezisine ilişkin notların ilk bölümünü hazırlamak nasip oldu. Bu on günde Arnavutluk, Makedonya ve Kosova'yı gezme ve buradaki Müslümanlarla görüşme fırsatı buldum. Aşağıda tümünü verdiğim, bir kısmı Vakit Gazetesi'nin 11 - 12 - 13 Kasım 2007 tarihli nüshalarında yayımlanan yazım bu gezinin sadece Arnavutluk kısmına değinmektedir. Yazıda kırmızı renkle belirginleştirelen kısımlar konu hakkında ayrıntılı bilgiye ulaşabileceğiniz linklere işaret etmektedir. Kırmızı bölümlerin üzerini tıklayarak bir kısım habere, videoya ve resme ulaşma imkanınız olacaktır. Bununla konu hakkında daha fazla bilgi edinmenizi amaçlamaktayım. Balkan Notları'nın sizin için de faydalı olması duasıyla...
Balkan Notları
Şayet havayolu ile Arnavutluk’a gelmeyi tercih ettiyseniz –ki tercih etmenizi öneririm. Aksi halde Bulgaristan veya Yunanistan vizesi için ayrıca uğraşmanız gerekecektir- Arnavutluk’un yeni sahibi Nena Terasa karşılıyor sizi, Rinas / Tiran havalimanında. Arnavutluk, ülkenin bir çok yerine olduğu gibi buraya da onun, Rahibe Terasa’nın, adını vermeyi uygun bulmuş. Terasa, Makedonya doğumlu, Katolik kökenli bir rahibe. Arnavutluk’a ömründe sadece üç kez gelmiş ve ilk gelişinde de eski diktatör Enver Hoxha’nın mezarına çiçek koyup eşini kucaklamış. Terasa’nın önemi, Vatikan’ın kendisini azize ilan etmesi ve tüm Arnavut halkına bir model olarak dayatmasından kaynaklanıyor. Öyle ki, Arnavutluk devletinin pasaportların üzerine onun resmini basmayı düşündüğü söyleniyor, şu aralar.

Tiran Meydanı'nda Nena Terasa posteri


Türkiye Cumhuriyeti pasaportu taşımak size Arnavutluk’a vize almadan girme imkanı tanıyor. Ancak, Arnavutluk’un uluslararası insan kaçakçılığı ağının üzerinde transit bir ülke olarak yer alması, Türkiye’nin hem ağa dahil hem de ağı içeriden besleyen bir ülke olması Türkiye’nin güneydoğusundan alınan pasaportları şüpheli hale getirmiş olmalı ki ülkeye girmesine izin verilmeden geri gönderilen insanların hikayelerini öğrenmek/duymak da mümkün burada. İşte bu sebeple şayet daha evvel Arnavutluk’a girmemiş iseniz, pasaportunuz 1 yıllık süre ile alınmışsa ve meslek hanenizde de geri dönme ihtimalini yükselten bir ibare yok ise, Arnavutluk’a gitmeden evvel size orada kefil olacak birini bulmanızı tavsiye ederim. Veya az buçuk Arnavutça öğrenip gitmenizi. Zira öğrendiğim kadarıyla bu ülke Arnavutça konuşan diğer ülke vatandaşlarına da zorluk çıkarmıyormuş. Bunun sebebi Arnavut diasporasının dünyanın dört bir yanına dağılmış olması olabilir, diye düşünüyorum.

İşte, 2 Ağustos 2007 sabahı ulaştığım Rinas / Tiran’da Arnavutluk Müslüman Forumu’ndan Olsi Jazexhi ile buluşuyorum. Olsi Jazexhi, Firenze (Floransa) / İtalya’da tarih alanında doktora öğrenimi yapan, vaktinin büyük kısmını Müslüman Arnavut kimliğinin yeniden inşası için yürütülen çalışmalara adamış entelektüel bir Müslüman. Arnavut entelektüelleri arasında tanınmış, Türk ve Osmanlı yanlısı fikirleri sebebiyle Avrupa ve Hıristiyan dünya ekseninde hareket eden entelektüel Arnavutlar tarafından kimi zaman eleştirilen bir kişi. Kendisi 10 gün sürecek olan Balkan turumuzda mihmandarım oluyor. Tüm yol boyunca bana sağlamış olduğu imkanlar ve gösterdiği sabır sebebiyle kendisine teşekkür ediyorum.

Tiran’dan temin ettiğimiz eski model bir Mercedes ile Elbasan yoluna koyulmamızla başlıyor programımız. Ülkedeki otomobillerin yarısı Mercedes marka desek abartmış olmayız. Birçoğu Avrupa’dan getirilmiş (belki de çalınmış) her modelden Mercedes görmek mümkün. Ancak, anayollardan sıklıkla ayrılarak köylere yaptığımız ziyaretlerle geçen bu seyahatimiz bize Mercedes’in keyfi bir tercih değil zorunlu bir seçim olduğunu gösterdi, diyebilirim. Zira, Arnavutluk’un hemen hiçbir köyünde orta kalitede bir otomobilin rahatlıkla hareket etmesine imkan verecek vasatta yol yok demek mümkün. Hatta, Makedonya sınırında yer alan Diber ve Kosova sınırında yer alan Kukes tarafında anayolların dahi köy yolları gibi olduğunu söyleyebiliriz.

Elbasan’a doğru yol alırken yol üzerinde bulunan Perrenjas’taki Türk – Arnavut Vakfına ait medreseyi ziyaret ediyoruz. Bina daha evvel Araplar tarafından yapılmış. Ancak 11 Eylül olaylarından sonra Arnavutluk hükümetinin Arapları sınırdışı etmesi üzerine bina bir süre boş kalmış. Ve daha sonra Türkiyeli Müslümanlar Arnavut kardeşlerinin eğitimlerine bir katkı sağlamak için burayı faaliyete geçirmişler. Yaz dönemi olduğu için talebelerin olmadığı binada Türkiye’den bir aile görevli olarak bulunuyor. Sıcak bir şekilde karşılıyorlar bizi. Faaliyetlerini tanıtıyorlar. Vakfın Tepelena ve Durres’te de medreseleri olduğunu öğreniyoruz. Ziyaret edeceğimiz yerler olduğunu söylediğimizde bize ulaşabileceğimiz insanlara dağıtmamız için bir miktar ilmihal veriyorlar. Böylece ayrılıyoruz oradan.

Elbasan Tiran’ın hemen güneyinde yer alan, Tiran ile sınırı olan, ova içinde bir şehir. Osmanlı döneminde kilit noktalarda olan bu şehirde nüfusun %90’ı Müslümanlardan %10’u Ortodoks Vllahlardan (Ulah) oluşuyor. Fakat gariptir ki, şehre hakim tepelerden birinde birkaç metre yüksekliğinde bir haçın dikili olduğunu görüyorsunuz. Bu haç şehrin Hıristiyan olduğu izlenimini vermek için Ortodoks kilisesi tarafından patrik Yanullatos’un emri ile dikilmiş bu tepeye. Şehir halkı ve yönetimi buna karşı çıkmışlar ve kiliseden bu haçın niçin dikildiğini açıklamasını istemişler. Kilise kısaca “Biz Ortodoksuz, bunun için” diye cevap vermiş. Elbasan müftüsünün ve şehir yönetiminin gayretlerine rağmen Ortodokslar yasadışı olarak diktikleri bu haçı indirmeye yanaşmadıkları ve onu korumak için direneceklerini söyledikleri için bu aşamada Müslümanlar haçı kendileri indirmeyi tercih etmiyorlar. Zira tüm Arnavutluk’ta olduğu gibi burada da Müslümanların politik gücü ve temsil düzeyi çok zayıf. Müslümanların haklarını korumak için yaptıkları hemen her şey bir anda bir linç kampanyasına çevrilebiliyor.

Elbasan’da görüştüğümüz Müslümanlar ile tüm bu ziyaretlerin temel amacı olan “Müslüman Arnavut kimliğinin yeniden inşası için neler yapılabilir ?” sorusu üzerinde konuşuyoruz. Bu noktada komünist sistemlerin çöküşünden sonra Balkanlarda oluşturulan yeni siyasi ve ekonomik yapılanmalarda Müslümanların modern kimliklerinin Soğuk Savaş dönemindekinden farklı tanımlamalara maruz bırakıldığını, modern Arnavut kimliğinin Avrupalı ve Hıristiyan temellerde yükseltilmek istendiğini, bunu sağlamak için de hayatın tüm alanlarında yoğun bir faaliyetin yürütüldüğünü belirtmek gerekiyor. Örneğin, Arnavutluk’un göz önündeki tüm mekanları Türk ve İslam karşıtı insanların ismi ile anılıyor. Arnavutluk paralarına Pjeter Bogdani, Fan Noli gibi Müslümanlar için acı hatıralara sebep olan kişilerin resimleri konuluyor. Bu tür kişilerin büstleri, heykelleri ülkenin dört bir yanında yaygınlaştırılıyor. Ahalisinin tamamının Müslüman olduğu yerleşimlere dahi kiliseler inşa ediliyor. Ülkenin bir çok yerine, dağlara, tepelere haçlar dikiliyor. Açık Toplum Vakfı’nın (Open Society Foundation - George Soros’un vakfı) finansmanı ile sayısız gazete, dergi, radyo, televizyon, enstitü vs. işletiliyor. Özel okullar, kolejler, üniversiteler açılıyor. Ve tüm bu kurum ve kuruluşlarda Hıristiyan olmak bir ayrıcalık olarak kabul edilirken Müslüman olmak küçümsenecek bir hal olarak telakki ediliyor. Arnavut entelektüeller Hıristiyanlık propagandasına yaptıkları katkı ölçünde ödüllendiriliyor ve revaç buluyorlar. Sözgelimi, İsmail KADARE Arnavut halkını “ari” ırktan, “beyaz”, “Avrupalı” ve “Hıristiyan” olarak tanımladığı için Batı Dünyasındaki popülaritesini yükseltebiliyor. Hıristiyan Dünya’ya dönüş yönündeki propagandası onun bir zamanlar Enver Hoxha ile olan ilişkilerinin örtülmesine yetiyor. Ülkenin her santimetrekaresinde yürütülen misyonerlik faaliyetleri Amerikanın, Yunanistan’ın, Vatikan’ın ve diğer Avrupa devletlerinin desteği ile fütursuzca sürdürülüyor. Amerika Birleşik Devletlerinin Uluslararası Dini Özgürlükler 2006 raporuna göre Arnavutluk’ta 245 adet dini misyon bulunuyor ve bunların ancak 34 tanesi Müslümanlara ait organizasyonlar. Ülkede dini eğitim veren 101 okulun yalnızca 7 tanesinin Müslümanlara ait medreseler olduğunu, bu medreselerden yılda mezun olan öğrenci sayısının 100’ü aşmadığını buna mukabil her yıl 2600 civarı Hıristiyan öğrencinin mezun olduğunu göz önünde tutarsak Hıristiyan Dünya’nın çalışma hızı, imkanı ve azmi ile Müslümanların çalışmalarının kıyas bile kabul etmeyeceğini anlarız. Evet, böylesi bir gerçeklik içerisinde cevap bulmaya çalışıyoruz sorumuza.

Arnavutluk Müslümanları, çok yavaş seyreden “kimlik bilinci” gelişiminin henüz ülkenin kaderine yön vermek, yaygın ve baskın bir Müslüman Arnavut kimliği oluşturmak için kendilerine imkan verecek düzeyde olmadığını söylüyorlar. Konuşmalarımızın bir bölümü Müslüman veya Hıristiyan olma algısı üzerinde devam ediyor. Bu konuşmalar esnasında ülkenin son yüz yılının nasıl bir yok etme ameliyesi ile geçirildiğini görüyoruz. Osmanlı sistemi içinden çıkan Arnavutluk bir süre Osmanlıya ait olanları koruyanlar ile tahrip edenler arasındaki mücadeleye şahit oluyor. Ardından gelen komünist dönem ülkenin 500 yıllık tarihini tamamen yok ediyor. Ve komünist dönemin ardından gelen kapitalist sistem komünist dönemden gelen ne var ise onu yok ediyor. Diyebiliriz ki, Arnavutluk’ta günün dışında bir şey bulmak hiç de kolay değil. Bir Müslüman, bu tahrip etme hırsının boyutlarını şu sözlerle açıklıyordu: “Komünist dönemde dikildi diye neredeyse ağaçları yok edeceklerdi” Seyahatimiz boyunca bu sözün işaretlerini görüyoruz; yıkılmış binalar, sulama kanalları, fabrikalar, bomboş araziler ve dahası. Böyle bir yok etme ameliyesinin kimlik bilincine yönelik kısmı ise Müslüman olmayı dedelerinin soyunu işaret etmek ile eşanlamlı kabul eden bir neslin oluşturulması ile neticeleniyor. Bugün Arnavutluk’ta bir kişinin Müslüman’ım demesi onun dini tercihini değil dedelerinin Osmanlı sistemi içindeki konumunu işaret ediyor. Bu sebeple “Müslüman’ım” diyen bir kişi ile yaptığınız konuşmanın sonunda onun aslında “ateist” olduğunu öğrenmeniz sizi şaşırtmıyor. O, Müslüman kökenli bir ateist sadece. Şayet muhatabınız İslam’a ait simgeleri kullanan bir kişi değil ise onun isminden kökenini anlama ihtimaliniz de zayıf diyebiliriz. Zira, komünist dönemde toplumun tüm direnç noktaları yıkılmış ve bambaşka bir toplum yaratılmış. Bu değişim/dönüşüm isimlerde de kendini gösteriyor. Bu ülkede uzun süre geleneksel Müslüman isimleri kullanılmamış. Arnavutların Hıristiyan ve pagan dönemlerinden tevarüs eden isimleri bulmak mümkün. Ama, genç Müslüman kuşağın çocuklarına konulanların dışında geleneksel Müslüman isimlerini yaygın olarak bulmak mümkün değil. Müslüman kökenli bir Romario, Odita, Elisa, Napolyon, Ardit, Angjelo ile karşılaşmanız, hatta sıklıkla karşılaşmanız, sizi şaşırtmamalı. Bu anlamıyla direnç gösteren insanların komünist dönemde çocuklarına Arnavutça’nın güzel anlamları olan yerel isimlerini koyduklarını görüyoruz: Fisnik (Kerim), Besim (İman), Dritan (Nuri), Agim (Şafak) vb. Kişilerin kökenini anlamak için soyadlarına bakmak daha makul bir yol. Soyadı sıklıkla akraba gruplarını işaret ettiği için soyadı ile kişinin geleneksel aidiyetini tahmin etmeniz mümkün hale geliyor. Misal, Bushati soyadı Osmanlı’daki Bushati Paşa’nın soyunu işaret ettiğinden bu soyadına sahip olanları Müslüman kökenli olarak varsayabiliyorsunuz. Tabii, bu hususta da yanılabilirsiniz. Zira, bir kısım sülaleler Müslüman ve Katolik olarak ikiye ayrılmış ama bir arada yaşar haldeler. Örneğin, Berisha soyadı ile bir Müslüman görebileceğiniz gibi az da olsa bir Katolik de görebilirsiniz. Tüm bunlar ve benzer konuların konuşulma sebebi Arnavut toplumunun Müslüman kimliğe iadesi yolunda karşımızda duran, kimi zaman sembolik kimi zaman ciddi direnç noktalarını belirlemek içindi. Dini, etnik kökene ilişkin bir unsur olarak değil varoluşunu tanımlayan bir hal olarak algılayacak bir toplumun hazırlanması için evvela halin anlaşılmasını kolaylaştıracak konuşmalar.

Elbasan müftüsü Agim DUKA şehrin ve Müslümanların problemlerini anlatıyor. Bu problemler ciddi bir çalışma yürütmeye elvermeyen ekonomik yetersizlikten başlayıp Ortodoksların saldırgan tutumlarına cevap verecek düzeyde bir politik bilince / kuvvete sahip olmamaya kadar uzanıyor. Müslümanların sesinin duyurulacağı politik bir gazetenin çıkarılması yönünde bir çalışma yapılmasının makul olacağı düşünülüyor. Küçük de olsa, bu ülkede biz de varız, demek için bir adım.

Elbasan’dan Pogradec’e doğru hareket ediyoruz. Pogradec Ohri Gölü’nün kenarına kurulmuş hoş bir şehir. Ohri kıyısında uzanan yolda ilerlerken İznik’te imişim gibi bir hisse kapılıyorum. Bu küçük ülkenin bir çok yeri Anadolu’dan bir tablo sunuyor bize. Irmakların üzerine kurulmuş köprüleri ile bazı nehirler Çoruh’u, çam ormanları içinden geçen yolları ile bazı dağlar Bolu’yu hatırlatıyor. Arada rastladığınız dağ içindeki küçük göller de öyle. Abant’ta veya Yedi Göller’de imiş gibi hissediyorsunuz kendinizi.

Pogradec’te akşam namazı için gittiğimiz camide Prizren asıllı Arnavut yazarlardan Ajni Sinani ve diğer Müslümanlarla buluşuyoruz. Bize son kitabı, “İslami, besim, ligj, kulture dhe qyteterim”i hediye ediyor. Pogradec de Müslümanların çoğunluk olduğu ama Ortodoks kuşatması altındaki şehirlerden birisi. Güneye doğru süren yolculuğumuzda görüyoruz ki Yunanistan Ortodoksluğu Helenizm’in bir öncü kolu olarak kullanmakta. Bölgedeki gelişmeleri takip eden aydınların, İkinci Dünya Savaşı esnasında, 1944 Haziran ayı ile 1945 Mart ayı arasında, Yunanistan’ın kuzeyinde yer alan Çameria’da Müslüman Arnavut ahaliye karşı bir soykırım gerçekleştiren Yunanistan’ın, Kuzey Epir olarak bahsettiği bu bölgeye, Arnavutluk’un güneyine, Ortodoksluğu Truva atı olarak kullanmadan giremeyeceği görüşünde birleştiklerini öğreniyoruz. Bu, kuvvetle muhtemel haklılık payı olan bir kanaat. Zira, Arnavutluk’un güneyinde bir çok yerde Avrupa Birliği ve Amerikan bayrakları görebilmeniz mümkünken bunca yatırıma rağmen Yunan bayrağı göremiyorsunuz (Vardır, diyenleri de not etmeliyim). Yunanistan belli ki uzun vadeli bir stratejiyi takip ediyor. Arnavutluk’un güneyinde yaşayan Ortodokslara Yunan vatandaşlığı hakkı tanıyacak düzenlemeleri hayata geçirmesi, görkemli vaftiz ayinleri gerçekleştirilmesi, tüm köylere birer kilise inşası için gayret etmesi bu stratejinin adımlarından bir kaçı olsa gerek.

Pogradec’te,cami yakınlarında bir berber dükkanının içinde, duvara asılmış bir portre görüyorum. Emin olmak için dükkanın içine giriyorum. Berberin duvara asmış olduğu George W. Bush portresi beni şaşkınlık içinde bırakıyor. 20 yıl evvel Amerikan başkanlarının adını bile anamayan bu insanlar böylesine bir dönüşümü nasıl geçirdi? Ülkenin yeni cumhurbaşkanı Bamir Topi 24 Temmuz 2007’deki yemin töreninde Avrupa - Atlantik entegrasyonu için çalışma sözü verirken Arnavut halkının –en azından bir kısmının- entegrasyonu, evlerine amerikan bayrağı, işyerlerine Bush portresi asacak kadar aşmış olduğunu biliyor muydu acaba?

Bush portreli berber dükkanı


Arnavutluk’un güneyinde hep aynı şeyi görüyoruz: Ortodoks hücumu! Korçe’deyiz. Eski bir Osmanlı şehri olan Korçe’de diğerlerinde olduğu gibi Müslümanlar ile Ortodokslar birlikte yaşıyorlar. Şehrin merkezine büyükçe bir kilise inşa eden Ortodoksların siyasi güç elde edebilmek için şehirdeki birçok aileye düzenli olarak para aktardıklarını, daha evvel Yunanistan ile ancak birkaç ailenin ilgisi var iken bu gün 800’e yakın ailenin kilise ve diğer organizasyonlar kanalı ile Yunanistan’dan aylık 300 Euro para aldığını söylüyor, Türkiye’deki bir kuruluşun Korçe’deki faaliyetlerini yürüten bir Müslüman. Bu durum Ortodokslara şehirde istediklerini daha kolay yapma imkanı sağlıyor. Yine, Yunanistan’da çalışan Arnavutlar da burada hemen her zaman bir baskı aracı olarak kullanılıyormuş. Kilisenin ve diğerlerinin isteklerinin yerine getirilmeme ihtimalinin belirdiği her olayda Yunanistan Arnavutları ülkeden kovmak ile tehdit ediyormuş.

Korçe’de şehir merkezinde yer alan kilisenin aksine Osmanlı döneminden kalan İlyas Bey Mirahori camii son derece bakımsız halde idi. Caminin minaresi yıkılmıştı. Kendisi ise zamana terk edilmiş gibi duruyordu. Yine de, son 15 yılda alelacele yapılan bir çok camiye nazaran tarihi bir heybeti omuzlamış görünüyordu. Konuştuğumuz insanlar bugün itibariyle Korçe’de yapılan 12 kiliseye karşılık sadece 2 caminin olduğunu söylüyorlar.




Korçe Kilisesi

İlyas Bey Mirahori Cami




Korçe sokaklarına Ortodoks izleri bırakmak yetmiyor olmalı ki, kimi yerlerde Türk ve İslam karşıtı insanların büstlerine de yer veriliyor. Asdreni, Thimi Mitko ve NaumVeqilharxhi bunlardan üçü. Bu üçü aslen Ulah olan, 1800’lerde yaşamış ve Osmanlı’ya karşı Yunanlıların yanında savaşmış kişiler. Kilise bu figürler aracılığıyla Türk düşmanlığını canlı tutmaya çalışıyor. Korçe’de Ortodoksların nüfusa oranı %20 – 30 arasında olmasına rağmen 1992’den buyana şehri yönetenlerin hepsi Ulah asıllı Ortodokslar. Şimdiki belediye başkanı Niko Peleshi dahil olmak üzere, Robert Damo, Gjergji Duro, Dhionis Kotmilo ve Gjergji Gjinko bunlar arasında sayılabilir. Ortodoks Ulahların buraya 19.yüzyılın sonlarından itibaren gelmeye başladıkları söyleniyor.









Korçe sokaklarından bir görünüm









Thimi Mitko, Asdreni ve NaumVeqilharxhi

Korçe’de görüştüğümüz, “Bota e Re” Yazarlar Kulübü Başkanı Ylber Merdani Ortodoks kilisesinin Müslümanlara karşı yürüttüğü haksız uygulamaları açıkça mahkum ediyor. Merdani, şehrin hiçbir zaman Ortodokslar için bir merkez olmadığını ve şehre gerçek değerini veren Türk yönetiminden sonra yaşananların Müslüman ahali için bir trajedi olduğunu anlatıyor. Merdani bize şehrin Sultan II.Beyazid döneminde kurulduğunu söylüyor. Sultan Beyazid İlyas Bey Mirahori’nin kızkardeş ile evleniyor ve daha sonra İlyas Bey’i Korçe şehrini kurmakla görevlendiriyor. Konuşmamız ilerledikçe Merdani’nin baba tarafından dedelerinin Türk asıllı olduğunu öğreniyoruz. Yüzyıl öncesine kadar bir çok Türk ve Arnavut’un evlilik yoluyla iç içe geçtiklerini ama her birinin kendilerini hem Türk hem Arnavut (Shqiptar) hem de Müslüman olarak tanımlamaktan gurur duyduklarını söylüyor. Türk olmak ile Müslüman olmanın eşit olduğunu, bu sebeple Arnavut halkın da kendisini Türk olarak tanımlamaktan çekinmediği, bilakis Hıristiyan Arnavutlardan Türk olma vasfıyla ayrıldıkları zamanların yaşandığını anlatıyor. Ama, diyor Merdani, bu gün beyler reaya, reaya bey oldu.

Korçe yakınlarındaki Zemblaku köyüne geçiyoruz. Bu köy Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın asıl köyü. Mehmet Ali Paşa’nın ailesinin buradan Kavala’ya göçtüğü söyleniyor. Köyün camisinde gördüğümüz insanlar ya çok yaşlılar ya da çocuklar ve gençler. Orta yaştan birisine rastlamak neredeyse imkansız. Burada imamlık da yapan yaşlı bir Müslüman’ın evine misafir oluyoruz. Bize, 1930’larda, Kral Ahmet Zogu döneminde basılmış kitaplar getiriyor. Bunlar İslam ve Müslümanlar hakkında Hafız Abdullah Zemblaku tarafından kaleme alınmış eserler. Bu kitapları Komünist dönemin kitap yakıcılarından saklayarak kurtarmayı başarmışlar. Mihmandarım Olsi Jazexhi kitapların bir kısmının dönemin Müslümanlarının siyasi anlayışını da yansıtması sebebiyle önemli olduğunu söylüyor. Kitapların fotokopilerini alabilmek için Korçe’ye dönüyoruz. Bu kitapları bulmuş olmak bizi sevindirirken, Zemblaku köyü yakınlarında inşaat halindeki bir evin çatısına çekilen Amerikan bayrağı bize bir burukluk yaşatıyor. Türkiye’de olduğu gibi orada da biten inşaatların çatısına bayrak çekme adeti var. Bush’un berber dükkanındaki portresinden sonra halktan birisinin evinin çatısında bir Amerikan bayrağı.

Amerikan bayraklı inşaat

Korçe civarındaki gezimiz Cangonj köyü imamına ziyaretimiz ile son buluyor. Gecenin ilerleyen vaktine kadar süren sohbetten bölgedeki camilerin aktif hale getirilmesi için ekonomik kaynakların bağışlardan ziyade döngü oluşturacak oluşumlardan, vakıflardan sağlanması ve bunun için de ekonomik faaliyet yürütebilecek vakıfların kurulması düşüncesinin varlığını anlıyorum. Cami imamlarının 50 – 100 dolar arasındaki gelirleri onları gün içinde başkaca işler yapmaya da mecbur ettiğinden bölgedeki camiler çok zaman kapalı kalıyor. Bu noktada bir hatırlatma yapmalıyız: Arnavutluk Cumhuriyeti anayasal olarak laik bir devlettir. Türkiye’deki anlamıyla bir Diyanet İşleri Başkanlığı bu ülkede mevcut değildir. Arnavutluk’ta Sünni Müslümanları temsil eden Arnavutluk Müslüman Toplumu (Komuniteti Musliman i Shqipërisë) vakıf statüsünde bir yapılanmadır. Ülkedeki 500 civarındaki cami ve mescidin tamamı bu vakfın denetiminde olmayıp önemli sayıda cami Selefi Müslümanlar tarafından kontrol edilmektedir. Arnavutluk Müslüman Toplumu ekonomik imkanları son derece kısıtlı bir vakıf olup Komünist dönemde el konulan akaretlerini geri alamaması sebebiyle faaliyetlerini çoklukla yardımlarla yürütmektedir. Anlaşılacağı üzere Arnavutluk’ta devlet memuru olan, maaşı ve sosyal hakları belirli bir imam kadrosu / teşkilatı yoktur.

Erseka ve Leskovik… Yönümüzü Gjirokaster’a çevirdiğimizde uğradığımız iki yerleşim. 10 bin civarında insanın yaşadığı ve çoğunluğu Müslümanlardan oluşan Erseka hiç ama hiç camisi olmayan –kilise tabii ki var- bir yer. Kentin çıkışında yer alan mezarlık dikkatimi çekiyor. Duruyoruz. Burada mezarlar karışık. Hıristiyanlar ile Müslümanlar aynı mezarlığa defnediliyor. Müslümanların mezar taşlarında “hilal” sembolünü, Hıristiyanlarınkinde ise “haç”ı veya Meryem, İsa figürlerini görüyorsunuz. Komünist dönemde mezarların ayrılması uygulamasına da son verilmiş. Babasının kabrini ziyaret için gelmiş genç bir bayana inancını soruyoruz. “Müslüman’ım” diyor. Tek Allah’a mı inanıyorsun, sorumuzu ise “Bilmiyorum” diye cevaplıyor. Kendisine Türk Arnavut Vakfından dağıtmak üzere aldığımız ilmihalden, peygamber efendimizi tanıtan kitapçıktan ve Kur’an’ı Kerim’in Arnavutça mealinden hediye ediyoruz. Camisiz ve imamsız kent bizi üzüyor.

Leskovik’te görüştüğümüz insanlardan biri ilginç bir hikayeye sahip. Harun Yahya kitapları okuyarak İslami yaşantıya döndüğünü söyleyen eski bir suç örgütü lideri bize Amerikan Başkanı Bush’un Arnavutluk’u ziyareti sırasında kendisi de dahil olmak üzere kentteki bir kısım Müslüman’ın polis tarafından camiye toplandığını ve bayrak yakma, gösteri yapma gibi bir eyleme girişmemeleri konusunda uyarıldıklarını anlatıyor. Bu hikaye kentin genç imamı tarafından da yalanlanmıyor. Leskovik’te harabe haline gelmiş bir taş yapıyı görmeye gidiyoruz. Zira burası eskiden bir camiyken şimdi Kilise bu küçük binayı kiliseye çevirmek için istiyormuş. Kalan tek odasına dua için el koymuşlar zaten. Odanın içinde birçok İsa tasviri, yanık mumlar ve sair malzeme duruyor. Müslümanlar bundan rahatsız olsa da kimse gerginlik istemediğinden bir şey denilmiyor. Leskovik’in birkaç kilometre ilerisinde yeni inşa edilmiş, görkemli bir kilise ile karşılaşıyoruz. Ziyaret ettiğimizde, dağların arasındaki bu yapının aslında bir kompleks olduğunu görüyoruz. Yunanistan buraya bir din okulu inşa etmiş. Kilisenin çevresinde derslikler ve ruhban odaları yer alıyor. Bahçede ise yüzlerce mezar. Bu mezarların İtalya ile Yunanistan arasında yaşanan savaşta öldürülen Yunan askerler olduğunu söylüyor kilisenin bekçisi. Yunanistan çevre köylerdeki mezarlıklardan bu askerlerin kemiklerini tek tek toplayıp bu kilisenin bahçesine nakletmiş. Daha fazla mezar nakline Arnavutluk hükümeti karşı çıkmış. Kilise ziyaretçilere açık ama öğretim henüz başlamamış. Anladığımız kadarıyla iznin çıkmasını bekliyorlarmış.

Tiran’an hareket ettiğimiz andan bu yana bize ayrılmaksızın eşlik eden tek şey “bunker”ler. Bilmeyenler için izah etmemiz gerekiyor. Bunker, demir ve betondan yapılmış, üstü kubbe şeklinde, bir yönünde silahlarınızı kullanmanız ve diğer yönünde içine girebilmeniz için iki açık bölümü bulunan sığınma amaçlı askeri yapılara verilen isim. Lezhe tarafında, dağların içi oyularak yerleştirilmiş, nükleer saldırıya karşı sivillerin saklanmasının düşünüldüğü, tamamen kapalı bunkerler de var. Enver Hoxha Arnavutluk’u Yugoslavya, Rusya ve Çin ile olan ilişkilerinden soyutlayıp tamamen yalıtılmış bir rejim haline getirdikten sonra Amerikanın her an Arnavutluk’a saldıracağı ve ülkenin karış karış korunması gerektiği tezini işlemeye başlar. Rivayete göre Enver Hoxha’ya Arnavutluk’ta sayılarının ne kadar olduğunu kimsenin bilmediği bu bunkerlerin yapımını görev süresi Temmuz 2007 yılında biten cumhurbaşkanı Alfred Moisiu salık verir. Tek kişilikten başlayarak, büyük topların sığabileceği kapasiteye kadar uzanan sayısız bunker Arnavutluk topraklarının hemen her yerini kaplamış halde. Yapımına yaklaşık 5 milyar dolar harcanan bu bunkerlerin imhası da kolay değil. Bu sebeple öylece duruyorlar. Anlatılan o ki, Enver Hoxha bu kadar beton ve demir ile ülkenin tüm yollarını yapabilirmiş. Peki, diyorum; bunca modern silaha karşı ne yapabilir ki bu iptidai sığınaklar. Hayır, diyorlar. Bunların yapımı ve denenmesi sırasında Enver mühendisleri içine sokuyor ve öyle deniyordu. Yine 1999’da Sırp ordusunun Kukes tarafından Arnavutluk’a girdiğini ve bunkerlerin içindeki UÇK askerlerini top atışına tuttuğunu, bunkerlerin işe yaradığını söylüyorlar. Bunkerleri söküp Lübnan İsrail sınırına, Müslümanların cephesine göndermek gerektiğini söyleyenler bile var. Ayrıca, yerel hediyelik eşya dükkanlarının değişmez malzemelerinden biri de bunker modelinde yapılmış hediyelikler.

Dağlar, göller, nehirler arasında yaptığımız yolculuğun sonunda Gjirokaster’a ulaşıyoruz. Burası Yunanistan ile sınırı olan bir şehir. Tüm güney Arnavutluk gibi burası da Ortodokslar ve Müslümanlar tarafından iskan edilmiş halde. Şehrin kimi caddeleri bu güne dek gördüğüm en güzel Arnavut kaldırımları ile döşenmiş. İlk olarak Çarşı Camii’ni ziyaret edelim, diyorum. Geçen sene Türkiye’den hayırseverlerin tadil ettirdiği bu caminin imamı ile caminin, cemaatin, imamın ve kentin durumu hakkında konuşuyoruz. Karadeniz insanını hatırlatan siması ile hoş bir Müslüman. Yapılan tadilatı göstermek ve hayırseverlere dua etmek ile başlıyor. Tüm cami boyatılmış, ses sistemi döşenmiş, yeni bir abdesthane yapılmış, çatı aktarılmış. Kırık dökük ne varsa elden geçirilmiş. Ya cemaat, diyoruz. Vakit namazlarına katılımın düşük olduğunu söylüyor. Cuma namazlarına geliyormuş insanlar daha ziyade. Caminin bir sokak üzerinde yer alan, Türkiye’den bir organizasyon tarafından idare edilen medresenin talebelerinin düzenli bir cemaat oluşturduğunu anlatıyor. Yaz tatili sebebiyle medrese kapalı olduğundan yetkilileriyle görüşme imkanımız olmuyor. Kent Yunanistan’ın etkisi altında, diyor. Burada da bir çok insan çalışmak için Yunanistan’a geçiyor. Gençler çoklukla işsiz. İşsizlik onları yurtdışına veya yasal olmayan başkaca işlere sürüklüyor. Bu kent de uluslararası suç örgütlerinin güzergahında yer alıyor. Buradan Saranda veya Vlore’ye ve oradan da İtalya’ya geçiyorsunuz.

Gjirokaster kalesi… Şehrin uzaktan görülen Osmanlı yüzü. Ne var ki, kalede iki bayrak dalgalanıyor: Arnavutluk ve Avrupa Birliği. Kafeteryayı işleten kişiye soruyorum: Bu kale Türk kalesi değil mi? Evet, diyor. Öyle ise burada niye bir tane olsun Türk bayrağı yer almıyor? Avrupa Birliği bayrağı asmışsınız ama! Türkiye’de Avrupa sayılır canım, diye bir cevap veriyor. Kanmak mümkün değil… Tüm şehri rahatlıkla izleyebildiğiniz bu mekanda ziyaretçilerin ilgisine sunulmuş bir kısım silahı görebiliyorsunuz. 1912’lerden kalma küçük bir zırhlı kalenin koridorlarında dururken bahçede bir uçak hurdası şaşırtıyor sizi. Toplar, uçak savarlar ve diğerleri de yer alıyor bu kalede. Oldukça büyük bir alana kurulmuş bu kaleyi gezerken bir çok dehliz, depo, oda görüyorum. Aşağıdaki ova, karşı tepelerdeki Safranbolu evleri ve rüzgar. Hepsi ama hepsi çok hoş. Burada Türk bayrağı görememekten başka bana rahatsızlık veren ikinci şey bitmek bilmeyen Yunan şarkıları. Bu rahatsızlığın kaynağı şarkılara yönelik değil aslında. Sebep Yunanistan’ın Müslümanlara ve Arnavutlara ait ne var ise bastırma yolunda gösterdiği başarı. Yunanistan’ın özel askeri kuvvetlerine, “Arnavutların bağırsaklarından ip, Türklerin derilerinden postal yapacağız” şarkılarıyla eğitim verdiğini bilenlerin, kim bilir kaç yiğidin şehit olduğu bu kalede olsun Yunan müziği dinlememe hakkı olduğunu düşünüyoruz. Kapattırıyoruz müziği. Ama bir Türk bayrağı astırma imkanımız yok. Az bilinen bir gerçeği işletmeciye izah etmekle yetinmek zorundayız. Bu gün Türkiye Cumhuriyeti’nin kullandığı bayrak bir zamanlar Arnavutluk’un da bayrağı idi. Ona sahip çıkmak Arnavut tarihine de sahip çıkmak demekti.


Bu küçük ülkede şehirlerin harita üzerinde görülen uzaklıkları/yakınlıkları sizi yanıltmasın. Zira ülkenin doğusundan batısına doğru ilerlediğinizde bitmek bilmeyen dağları aşmak zorundasınız. Bu ise 100 kilometrelik yolun 2 saati aşkın bir zamanı alması demek. Ormanların içinden döne döne ilerliyorsunuz ve her an bir çukura girme, bir başka araç ile karşılaşma kaygısını taşıyorsunuz. Ülkenin aşağı kesimlerinde yeni başlatılmış bir çok yol inşaatı da dikkat çekiyor. Bu yol inşaatlarından birisi Tirana ile Prishtine’yi biribirine bağlamayı amaçlıyor. 5 ayrı şirketin birlikte yürüttükleri projede Türkiye’den ENKA da yer alıyor. Şu an Prishtine ile Tiran arası yaklaşık 6 saat tutuyor. Bu yolun 4 saat kadarı dağları aşmak ile geçiyor. Yeni yol bittiğinde süre 2 saate inecekmiş. Berisha hükümetinin ısrarla yürütmeye çalıştığı bu projeye hiçbir batılı ülke ve kurum destek vermiyor. Hükümet bu proje için dış kredi bulamamış halde. Proje konulan vergi ile finanse edilmeye çalışılıyor ve yaklaşık 5 yılda bitmesi öngörülüyor. Bittiğinde Kosova Arnavutlarının Arnavutluk ile irtibatının artacağı ortada. Gjirokaster - Tepelena arasında da böyle bir yol inşaatı devam ediyor. Arnavutluk’ta ulaşım hala ciddi bir sorun. Kendinize ait bir aracınız yok ise bizdeki gibi dolmuş ve otobüslerle seyahat edebilseniz de bu apayrı bir çile kaynağı olabiliyor. Arnavutluk’taki yeni yollar komşusu Makedonya’dakinin hilafına ücretsiz. Makedonlar yeni yapılan bölünmüş yolların her 10 – 20 kilometresine koydukları gişelerle özel araç ile seyahati küçük çaplı bir soyguna çevirmiş haldeler.

Perrenjas’ta ziyaret ettiğimiz Türk Arnavut Vakfı’nın Tepelena’da da bir şubesi var. Burayı da ziyaret ediyoruz. Tepelena’daki bina güzel bir proje ile inşa edilmiş. Açılışı yakın zamanda yapılmış tertemiz bir yapı. Bir medrese burası. Leskovik’te gördüğümüz kilise ve derslikler gibi bir kompleks. Binanın yanında bir cami var ve binadan camiye içeriden geçiş mümkün. Mutfağı, yatakhaneleri, sınıfları, tuvalet ve banyoları, misafir odaları ile göz dolduran bu mekan, az sayıda öğrenciye hizmet verecek şekilde düşünülmüş. İlk öğrencilerini bu yıl alacaklarını öğreniyoruz kurumun yetkilisi Mustafa Hoxhallaqu’dan. Mustafa Bey, Türkiye’de ilahiyat eğitimi almış bir Arnavut. Akıcı bir Türkçe’si var. Gerek bu vakıf ve gerekse diğerleri tarafından yürütülen medrese faaliyetleri, bu sistemin artı ve eksileri üzerine konuşuyoruz. Gördüğümüz o ki, herkes yerel anlayışı ve hareket tarzını burada da devam ettirme yolunu izliyor. Bunun sağlam bir netice verebileceği noktasındaki endişelerimizi izale etmiyor mevcut durum.

Arnavutluk eğitim sistemi tam anlamıyla laik esasa dayandırılmış halde. Bu, ilk ve orta düzeydeki devlet okullarının hiçbirinde dini bilgilere yer verilmediği anlamına geliyor. Ancak devlet müfredatında dini bilgilere yer veren sair okullara müsaade ediyor. Bu okulların öğrencileri ile genel okulların öğrencileri arasında üniversiteye giriş anlamında bir ayrım yapmıyor. Bu durum anayasal düzeyde garanti altına alınmış. Arnavutluk Cumhuriyeti Anayasası, “Herkes dinini ve inançlarını serbest olarak seçme ve değiştirme hürriyetine sahip olduğu gibi kişisel veya toplu olarak kamusal veya özel hayatında mezhebinde, eğitimde ibadet veya dini ritüellerinde serbesttir.” ve “Herkes eğitim hakkına sahiptir / Mesleki Yüksekokul eğitimi ve üniversite eğitimi ancak kabiliyet şartına bağlanabilir.” maddelerine yer vererek eğitimde laikliğin dini simgeleri kullanmayı engellemek olarak anlaşılamayacağını ifade etmiş. Ancak, ülkede mevcut genel okullarda 200 binin üzerinde öğrenci eğitim alırken medreselerde eğitim gören 2 bin civarındaki öğrenci bu rakamın %1’ine tekabül ediyor. Medreselerin imkanlarının ve eğitim kalitesinin sınırlı oluşu buradan mezun olan öğrencilerin bir çoğunun Arnavutlukta bir üniversite okumasına imkan vermiyor. Ülkede yer alan özel liselerin / kolejlerin fiyatlarının yüksek oluşu orta düzeyde gelire sahip olan ailelerin çocuklarını bu okullara göndermelerine engel olurken, rüştünü ispatlamış kimi özel okullar da çoklukla elit tabakanın çocuklarına hizmet veriyor. Bu okullardan Türkiye menşeli bir kolejin öğrencilerinin yaklaşık %70’inin Hıristiyan kökenli öğrencilerden oluştuğunu duyduğumuzda şaşırıyoruz. Bu okulun yetkililerinin %70 oranına itirazları olduğunu, öğrencilerinin %40 – 50’sinin Hıristiyan kökenli öğrenciler olduğunu ileri sürdüklerini öğreniyoruz. Ancak Hıristiyan azınlığın herhalde eğitim imkanı bulabileceği bu ülkede kaynakların buraya aktarılması anlaşılmaz geliyor bize. Bu okuldan mezun öğrencilerin Türkçe bilmesi onları Müslüman yapmadığı gibi bir çoğu Avrupa’da üniversite eğitimi alıp bir Hıristiyan olarak Arnavutluk bürokrasisine dönüyor. Bunların bazılarının Müslüman olduğu yönünde geliştirilen argümanın da doğrusu makul olduğunu düşünmüyoruz. Elbette bireysel olarak İslam’a geçen insanların hikayeleri duyuluyor ama bu, mevcut içinde küçük bir orana tekabül ediyor. İşte, yol boyunca eğitim konusunu konuştuğumuz insanların, Müslümanların, orta sınıf ailelerin çocuklarına hitap eden düşük ücretli özel okullar açmaya yönelmesi ve bir kompleks haline getirecekleri okullarda ağırlıklı olarak Müslüman halkın çocuklarının eğitilmesi hususunda hemfikir olduklarını görüyoruz. Canlarından başka sermayeleri olmayan bu insanlar için bu fikri kendi kaynaklarıyla hayata geçirmek neredeyse imkansız görünüyor.

Rinas havaalanından başlayarak güneye doğru devam eden yolculuğumuz kuzeye yönelmekle sürüyor. Başladığımız noktaya, Tiran’a dönüyoruz. Tiran Arnavutluk’un kalbi. Nüfusun yaklaşık olarak 800 bin ile 1 milyon arasında olduğu söyleniyor. Osmanlı döneminde burası ikinci derecede bir yerleşim birimiyken komünist dönemde önem kazanarak yeniden inşa ediliyor. Tabii Osmanlı’dan kalan ne varsa yıkılarak. Bu sebeple Tiran’da tarih namına hiçbir şey yok diyebiliriz. Tiran meydanının kenarında müze olarak bırakılan Ethem Bey Cami dışında. Komünist dönemde yapılan şehir planına göre şehrin uzak noktalarından başlayan ana yollar Tiran meydanında buluşuyor. O dönemde özel araçların kullanılmadığı ülke için caddelerin hayli geniş olduğunu söyleyebiliriz. Arnavutlar özel araç ile gerçek anlamıyla 1991’den sonra tanışmışlar. Arnavutluk gezisini anlatan bir yabancı bu durumu şöyle özetlemiş: “Tiran. 750 bin nüfus, 250 bin araç ve bir o kadar ehliyetsiz şoför”. Genel olarak yollarda hız sınırı 80 km. Bir çok noktada hız kontrolü olduğunu bilmenizde fayda var. Zaten size kesinlikle bu yollarda hız yapmamanızı öneririm. Zira, Arnavutluk’ta alkollü içki satışı ve tüketimi son derece yaygın. Herhangi bir bakkaldan istediğiniz tür bir alkollü içki almanız ve onu içerek yola devam etmeniz mümkün. Yollarda sadece hız kontrolü yapılmakta. Ve bu da kazaları tetiklemekte. Arnavutların yarısının trafik kazalarında öldüğünü fark etmek için fazlaca bir şey araştırmaya gerek yok. Ortodoks Arnavutların kazalarda ölen yakınlarının anısını yaşatmak için kaza mahalline inşa ettikleri anıt mezarların sıklığı bunu anlatıyor zaten. Yollarda o kadar çok anıt mezar görüyorsunuz ki, faraza Tiran ile Kavaja arasında seyrediyorsanız sanki bir mezarlıktan geçiyormuş gibi oluyorsunuz.

Tiran ülkenin her anlamda kalbi. Eğitimin, matbuatın, sanayinin, kültürel faaliyetlerin önemli bir kısmı burada toplanmış halde. Buna rağmen şehre günde iki kez su ve en fazla 12 saat elektrik veriliyor. Bu, ülkede su kaynaklarının olmamasından değil bunların kullanılmamasından kaynaklanıyor. Ülkenin her yerinde nehirler akıyor. Mesela Tiran’a yaklaşık 120 km mesafede bulunan İşkodra’da iki nehir birleşiyor. Boşa akıp giden bu suların ne diye sulama ve içme amaçlı kullanılmadığını soruyoruz her düzeyde insana. Aldığımız cevabın müşterek noktası: Rüşvet. Arnavutluk bürokrasisinde rüşvet vermeden hiçbir şey elde edemezsiniz, diyorlar. Baraj kurup işletmek isteyen şirketler de olmuş, anlatılana göre. Ama uygun düzeyde rüşvet vermemişler. Bu anlatılanlar doğru olabilir. Zira, Türkiye’nin Arnavutluk’a çok uygun fiyatla elektrik satmasını rüşvet alamadıkları için engelleyen Arnavut bürokratların hikayesini de dinlemiştim, Türkiye’de. Yeterli yatırımı yapamadığı için Arnavutluk ne kendine yetecek elektrik üretebiliyor ne de çevre ülkelerden satın alabiliyor. Arnavutluk enerji bakanının son açıklaması iç karartıcıydı. O, ülkenin 13 sene daha bu krizi yaşayacağını söylüyordu. Tiran’da bulunan ve kömürle çalışan termik santrali komünistlerden kaldı diye kapatan Arnavutlar bunun yerine yenisini yapamamış haldeler. Tüm bu anlattıklarımın somut karşılığını söyleyeyim: Aracımıza küçük bir elektrik kaynağı yaptırmak için 4 saat boyunca tüm Tiran’ı dolaşıyoruz ve elektriği olan bir atölye bulamıyoruz. Derdimize çareyi oksijen kaynağı yapma becerisini gösteren bir usta buluyor.

Tiran Belediye Başkanı Sosyalist Parti Lideri Edi Rama. Ortodoks kökenli ve George Soros ile olan yakın ilişkisi ile tanınıyor. Soros’un davetlisi olarak gittiği Fransa’da çıplaklar kampında çekilmiş fotoğrafları Şubat 2007’deki yerel seçimlerden kısa bir süre önce Arnavut basınına düşmüştü. Tiran Belediyesi için yarışan iki ana parti, Sali Berisha’nın Demokratik Partisi (PDSH) ile Sosyalist Parti (PSSH), Ortodoks kökenli adaylar gösterme konusunda ittifak halindeydiler. PDSH’nin bu manevra ile Edi Rama’nın önünü keseceği hesaplanıyordu. Ama bu, nüfusunun %70’ini Müslüman Arnavutların oluşturduğu şehirde Ortodoks adayların toplamda %99 oy almaları gibi garip bir durumu oluşturmuş. DP’nin adayının Tiran Müslümanlarına, seçilmesi halinde cami yapımına izin vereceği yönünde söz verdiği söyleniyormuş, seçim kampanyası boyunca. Bunun orada somut bir anlamı olduğunu söylemem gerekiyor. Tiran’da halen 7 cami mevcut. Şehirde İslam’ı ve Müslümanları temsil etme kabiliyetine sahip görkemli bir cami yok. Mevcut camiler en fazla birkaç yüz kişilik, küçük veya orta büyüklükte binalardan oluşuyor. Bir önceki dönemde de belediye başkanı olan Edi Rama’nın cami yapımına izin vermediği biliniyor. Hatta Edi Rama’nın Arnavutluk Müslüman Toplumu lideri Selim Muca’ya, “Ben burada olduğum sürece cami yapamayacaksınız” dediği yaygın rivayetler arasında. O dönemde, Tabakave Camisine yapıldığı gibi bazı camilere saldırılarak içindeki eşyaların tahrip edildiği, Kur’an-ı Kerimlerin yırtıldığı da olmuş. Yine Tiran’ın demografik yapısının son 10 yıl içinde hayli değiştiği de söyleniyor. Fakir Müslüman halkın iş bulmak ümidiyle Avrupa ve Amerika’ya göç etmesi iktidarı elde tutan sosyalist Ortodoksların Arnavutluk’un güneyinden Tiran’a nüfus transferini kolaylaştırmış. Bu, birbirini çeviren bir döngü olarak siyasi gücün artması anlamına da geliyor.

Tiran’daki en karikatürize şey Amerikan Başkanı Bush’un ziyareti sebebiyle yapılan hazırlıklar sırasında Enver Hoxha’nın piramidinin tepesine “Hoş geldin Başkan Bush” (Welcome President Bush) yazılmış olmasıydı. Arnavutluk’u 40 yıl boyunca Amerika’ya karşı ayakta tutan Enver’in piramidine bunun yazılmış olması, Arnavut halkının Bush’u çılgınlar gibi karşılaması ve tüm anket sonuçlarının Arnavutları Amerika’yı en çok seven halk olarak göstermesi Amerikan elçiliğinin kale duvarları gibi üç sıra duvarla çevrili bir bahçe içinde yer aldığı gerçeğini değiştirmiyor. Küba’nın boşalttığı o sade eski elçilik binasına ve Amerika’nın şimdi kullandığı bu muhkem rezidansa bakınca Türkiye’nin eski Arnavutluk Büyükelçisi Bilal Şimşir’in anılarını hatırlıyorum. O, Türkiye’nin yabancı ülkelerdeki misyonlarına yönelik saldırıların yoğun olduğu 1980’li yıllarda, Tiran’da mevcut tek şeyin güvenlik olduğunu ve bu sebeple kendisine tahsis edilen zırhlı makam aracını Yunanistan’daki elçiliğimizin kullanması için iade ettiğini yazıyordu. Amerika sevginin merkezinde bile kendisini güvende hissedemiyor! Belki de bunun sebebini askeri operasyon yaptığı Sırbistan’ın istihbarat unsurları veya gönüllüler yoluyla misilleme yapma niyetinden çok, Arnavutluk’un CIA’in gizli sorgu merkezlerine ev sahipliği yapmasında, Arap Müslümanlara karşı yapılan ve bir kısmı ölümlerle biten CIA operasyonlarında, 11 Eylül’den sonra çekilen desteğe rağmen halen de güçlü bir Selefi akımın mevcudiyetinde aramak lazım. Güvenlikten bahsettiğimize göre belirtmekte fayda var: Tiran’da güvenliğin tam anlamıyla kaybolduğu dönem 1996 sonu ile 1998 arası. Bu dönemde banker skandalları ile çalkalanan ülke isyancı güneyli çetelerin, sokak çetelerinin ve mafyanın eline geçmiş. Bu dönemde Tiran’da 2 bine yakın, ülke genelinde ise 3 binin üzerinde kişinin öldürüldüğü söyleniyor.

Tiran sokakları… Açık –kimi zaman çıplaklık diyebileceğimiz ölçüde- giyimin yaygın olduğu bir ortam sunuyor size Tiran sokakları. Burada, hassaten bayanlar İtalyan modasını takip ediyor, diyorlar. Sokaklar Arnavut halkının geçirdiği dönüşümün göstergesi. 1945’te Almanlar tarafından hazırlanan bir filmde Arnavut halkı geleneksel kıyafetleri içinde, erkekler yelekleri, başlarına taktıkları Arnavut külahları ile görünürken, kadınlar çarşaf ve peçeler, uzun kıyafetler ile görülüyordu. Yine komünistlerin Tiran’ı tanıttıkları propaganda filmlerinde kadınların çarşaftan, kapalı giyimden modern hayatın ölçüsü telakki ettikleri açık giyime, batılı kıyafetlere nasıl geçirildiği anlatılıyordu. Ancak, şunu bilmekte fayda var. Enver döneminde teşhircilik anlamına gelecek açıklıkta kıyafetlere de izin verilmiyormuş. Bugün Arnavutluk halkının her türlü kayıttan kopmuş olduğunu görüyoruz.

Arnavutluk Müslüman Forumu başkanı Fisnik Kruja ile Tiran’da görüşüyoruz. O, Arnavutluk Müslümanlarının Arnavut halkının yaygın sorunlarından ayrı olarak yoğun bir kimlik bunalımı yaşadığını anlatıyor. Komünist dönemde bir halkın toplumsal hafızasının nasıl silindiğinden, 1991 yılına gelindiğinde modern dünya ile yüzleşen Arnavut halkının yaşadığı şaşkınlıktan bahsediyor. Müslüman Arnavut kimliğinin sadece erozyona uğramış olmadığını hemen hemen yok edilmiş halde olduğunu belirtiyor. Müslüman olmanın bir alt etnik kimlik gibi algılandığını, bunun doğrudan din ile değil insanların atalarının iki dönem önceki –Osmanlı dönemi- siyasi ve içtimai konumu ile ilişkilendirildiğini söylüyor. Halkın genelinin direnç noktalarının bir çoğunu kaybetmiş halde olduğunu vurguluyor. Birlikte Ethem Bey Camiinin yanındaki bir çay bahçesine gidiyoruz. Öğlen vakti ve bahçede alkol kullanılmayan tek masa bizimki. Forumun başka üyeleri ile konuşurken Müslümanların bu durumdan kurtulmaları için giderilmesi gereken en acil ihtiyacın ne olduğunu soruyorum. Müslüman Arnavutların kendilerini ifade edecek, kendi seslerini duyuracak televizyon, radyo ve gazetelerinin olmadığını, yurtdışında eğitim görmüş, İslami ilimler ve entelektüel seviye açısından belirli bir noktaya gelmiş bir çok kişinin dağılmış halde olduğunu belirterek en acil ihtiyacın Tiran’da bir merkez kurulması ve televizyonu, radyosu, günlük gazetesi olacak bu merkezden Müslüman Arnavutların sesinin özgürce duyurulması olduğunu söylüyorlar. “Arnavutluk’ta basın yayın sektörü genel olarak kar getiren bir alan değildir. Bir çok televizyon ve medya organının ardında ya Soros gibi uluslararası aktörler ya da suç örgütleri vardır.” diyorlar. Okullaşma ve imamların durumu, diye ekliyorlar sonra.

Olsi Jazexhi ve diğerleri Müslüman Arnavut kimliğinin yeniden inşasında 3 kuşaktır Arnavut insanına öğretilen tarih anlatısı ile mücadele edilmesi gerektiğini vurguluyorlar. Bugün Arnavutluk’taki okullarda müfredat Osmanlıyı ve Türkleri barbar Asyalılar olarak resmeden anlatımlarla dolu, diyorlar. Komünist ve Ortodoks tarihçilerin Arnavut halkına resmettiği Osmanlı, Avrupa’daki medeniyeti yağmalamak isteyen, barbar, yobaz, bedevi insanlar topluluğundan oluşuyor. Katolik Arnavutların 15.yüzyıldaki önderlerinden İskender Bey ise Avrupa medeniyetini bu barbarlara karşı savunan, Arnavutluk dağlarında Osmanlı’yı oyalayarak Avrupa’ya zaman kazandıran ve böylelikle Avrupalı bir kahraman olmayı hak eden bir halk kahramanı olarak tanıtılıyor. Orada satın aldığım, yabancılara Arnavutça öğretimi ile ilgili bir kitapta bu anlattıklarının hepsini buluyorum. Elbette ki, bu sonradan icat edilmiş bir efsane. O dönemin -15.yüzyılın- kayıtlarında adı ciddi bir şekilde geçmeyen İskender Bey’in (George Kastrioti) gerçekte Osmanlı İmparatorluğunun askeri yürüyüş yolu üzerinde olmadığını, Osmanlı’nın geçit vermez Arnavutluk dağları yerine ovalardan ilerleyerek Avrupa’ya yöneldiğini örnekler vererek anlatıyorlar. Tüm bunların önemi şuradan kaynaklanıyor: Müslüman Arnavut kimliğine yönelen Hıristiyan saldırganlığı öyle bir noktaya gelmiş halde ki, eski cumhurbaşkanları Alfred Moisui 2005 yılının Kasım ayında Londra’da, Oxford Üniversitesinde yaptığı bir konuşmada Arnavutların Osmanlı askerleri tarafından zorla Müslümanlaştırıldığını, aslında Arnavutların Hıristiyan olduklarını, her Arnavut’ta bin beş yüzyıllık bir Hıristiyan kimlik bulunduğunu deklare ediyor. Arnavutluk Müslüman Forumu Arnavutların kılıç zoruyla Müslüman olmuş bir halk olmadığını, Kur’an’ın ve diğer kaynakların İslam’ı seçmek için yeterli olduğunu bildiren bir basın açıklaması yaparak cumhurbaşkanını Müslüman Arnavut halkından özür dilemeye davet ediyor.

Arnavutluk Müslüman Forumu Arnavut halkının tarih bilincini rayına oturtma konusunda bir katkı sağlamak için bu yönde kitapların basımını da sağlamış. Kitapların seçiminde yüzünü Avrupa’ya döndüğünü söyleyen Arnavut entelektüellerin de hayır diyemeyeceği, alanında yetkin kaynaklar öncelenmiş. Stanford Shaw’ın iki ciltlik “Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye Tarihi” kitabının basımı sağlanmış, sözgelimi. Yine Karen Armstrong’un “Muhammed” isimli, peygamber efendimizin hayatını anlatan kitabı basılmış. Filistin tarihi ile ilgili bir kitap ile İşkodra müdafaası ve Hasan Rıza Paşa’yı konu alan bir kitap da Arnavutça’ya kazandırılmış. Bu gayretlerin sonuçsuz kalmaması için belirli bir program çerçevesinde devam edilmesi ve yaygınlaştırılması gerektiğini söylüyorlar.

Yönümüzü Arnavutluk’un kuzeyine çeviriyoruz. Osmanlı’nın muhkem noktalarından birine, İşkodra’ya gidiyoruz. Yol boyu tepelere dikilmiş haçlar, rastlanan kiliseler. Ülkenin güneyinde yaşayan Hıristiyanlar kahir ekseriyetle Ortodoks iken kuzeyinde yaşayanlar Katolik. Katolik köylerinin yakınından geçerken kimi zaman beyaz başörtülerini tavşan kulağı bağlamış, saçlarının bir kısmı açıkta bayanlar görüyoruz. Katolik bayanlar, diyorlar. İşkodra ile Karadağ arasında yer alan karışık köylerden birinde Katolik ve Müslüman bayanları yan yana, benzer kıyafetlerle görüyoruz. Burada Müslüman bayanlar da beyaz başörtüleri kullanıyorlar ama Katoliklerden farklı olarak onlarınki daha uzun ve göğse kadar iniyor. Anadolu’yu andırıyor onların görünümü. Bu yan yana duruş sizi yanıltmasın. İşkodra’da Müslümanlar Türklere ve Osmanlı’ya ne kadar muhabbet duyuyor ise Katolikler bir o kadar soğuklar. Kimi zaman bu nefret ile ifade ediliyor, diyorlar.

İşkodra son iki yıl içinde iki olay sebebiyle dünya medyasının gündemine geldi. Bunlardan birincisi İşkodra Kalesi’nin içinde yer alan Sultan Fatih Camii’nin kiliseye çevrilme girişimine İşkodra müftüsü ve Arnavutluk Müslüman Forumu’nun karşı çıkmasıydı. Amerikan elçiliği bu projeye destek vermiş ancak, kentte oluşan gerginlik sebebiyle proje durdurulmuştu. Tiran’daki Kültürel Eserler Enstitüsü bu caminin orijinal halinin St. Stefan Sırp Kilisesi olduğunu öne sürerek caminin orijinal haline döndürülmesi için bir restorasyon projesi hazırlamıştı. İkinci olay ise Rahibe Terasa heykelinin şehrin girişine yerleştirilmek istenmesiydi ki, yine müftülük ve AMF kentin sadece Katolikler tarafından değil aynı zamanda Müslümanlar tarafından da iskan edilmiş olduğunu ve Terasa heykelinin kilisenin yakınına yerleştirilmesinin daha uygun olacağını belirterek bu projeye karşı çıkmışlardı. Vatikan’ın özel ilgi alanında olan İşkodra Osmanlı geçmişini muhafaza edebilen nadir yerlerden olması sebebiyle Müslümanlar açısından da önem arz ediyor.


İşkodra camileri diğer kentlerdekilere göre daha büyük diyebiliriz. En son açılan Parruca Camii yoğun bir katılıma şahitlik etmiş. Öğlen namazını kılmak istediğimiz bu cami bize, “Nasıl yani ?!” duygusu yaşatıyor. Zira, bu koca caminin bir tuvaleti ve abdesthanesi veya şadırvanı yok. Evet, büyükçe bir cami var ve abdest almak için bir yer yok. Doğal olarak soruyorsunuz: Nasıl yani? Belediye izin vermedi, diyorlar. Tuvalet ve şadırvan yapımına izin vermemiş belediye. Tiran’daki gariplik burada da var. Şehrin belediye başkanı Katolik. Seçimlere katılım çok düşük orandaymış. Rivayet o ki, halk her iki partiyi de hırsızlar olarak görüyormuş.

İşkodra’da ülkenin Müslümanlara ait tek siyasi gazetesi Besimtari’yi (Mümin, anlamına geliyor) çıkaran Selim Gokaj’ı ziyaret ediyoruz. Niçin bir siyasi gazete, diye soruyorum. Katolik ve Ortodoksların ve hatta yeni yeni oluşan Protestanların siyaset ile dini birlikte yürütmesine kimsenin bir şey dememesine rağmen Müslümanların ülkenin kaderine ilişkin söyleyecek bir şeyleri olmasını garipseyenleri anlayamıyorum, diyor. Arnavutluk’ta Demokratik Hıristiyan Parti (Partia Demokristiane e Shqipërisë) doğrudan din temelli siyaset yaparken ülkenin %70’ini oluşturan Müslümanların politikadan yalıtılma çabalarını doğru bulmadığını, Müslüman kökenli insanların da bu ülkenin vatandaşı olduğunu ve bu ülkeyi en az diğerleri kadar sevdiklerini, bu ülkenin yararını en az diğerleri kadar düşündüklerini ve Müslüman olmaları sebebiyle hiç kimseye karşı bir eziklik hissetmeyeceklerini söylüyor. Müslümanların bu kimlik ile ülkenin geleceğinde var olacaklarına inandığını belirtiyor. Gazetenin basılan ilk üç sayısını inceliyorum. İlk sayıda Sultan Fatih Camii manşete çekilmiş ve Kiliseye çevirme çalışmaları eleştirilmiş. İkinci sayıda Arnavutluk Telekom’un Türk şirketine satışı desteklenmiş ve Türk bayrağına yer verilmiş. Üçüncü sayının manşetinde ise “İslam dini terörist organizasyon değildir” başlığı atılmış. Türkiye Arnavutluk ile gereğince ilgilenmiyor ama Türkiye bizim gözbebeğimiz, diyor.

Osmanlı kenti İşkodra’da halkın yaygın olarak bisiklet kullandığını söylemeliyim. Genç, yaşlı, bay, bayan, açık giyimli veya tesettürlü bir çok insan pedal çeviriyor İşkodra caddelerinde. İki nehrin beslediği bir göle sahip bu şehir bölgenin Slav ahalisinin yüzyıllardır elde etmek istediği bir yer, diyorlar. Neden, sorumu “Biz cennet gibi bir yerdeyiz onlar dağlarda. Elbette gelip almak isterler” diye cevaplıyorlar.

Çok istememize rağmen geçen yılki ziyaretimizde tanıştığımız Kavaja müftüsünü görmeye gidemiyoruz. Zira, Balkan turumuzun Arnavutluk ayağı için ayırdığımız süre bitiyor. İşkodra’dan geri dönüp yol üzerinde sahte bir Bektaşi tekkesine rastladığımız Enver Hoxha’nın fakir Debre’sinden (Diber) Makedonya’nın Debre’sine geçiyoruz.

Arnavutluk bizim için coğrafi keşifler çağının başındaki bir yer gibi. Böyleyken, gezimizin Makedonya ve Kosova kısmı bize şunu gösteriyor: Fakir, çaresiz, karışık (bizim için anlaşılmaz) da olsa bölge Arnavutlarının gözü Tiran’a dönüyor çok zaman. Yaklaşık 100 yıldan bu yana siyasi tanınma sağlamayı başarmış bir devletin başkenti Tiran’a…