Gürkan BİÇEN
Yıllar
önceydi; Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah coşkulu bir topluluğa
hitap ediyor ve Amerikalıların Hizbullah’a Filistinlilere destek olmaktan
vazgeçme karşılığında terör listesinden çıkarılmayı ve güvende olmayı vadettiğini
söyleyerek, şöyle haykırıyordu: Allah’ın laneti sizin ve sizin bize
vereceğiniz emanın üzerine olsun.
Yine
Seyyid Hasan Nasrallah, 2013 yılında tertiplenen Kudüs Günü programında yaptığı
konuşmada hiçbir kınamadan çekinmediklerini, kendilerini karalamak maksadıyla
yapıştırılan hiçbir yaftaya itibar etmediklerini dile getirdikten sonra ait oldukları
inanç ve düşünce dünyasını açıkça ifade ederek, “Bizler Ali bin Ebi Talib’in
tüm dünyadaki Şiileri olarak Filistin’den asla vazgeçmeyeceğiz”, diyordu. İlahi
takdir öyle bir şekilde cereyan etti ki 7 Ekim 2023’te HAMAS tarafından icra
edilen Aksa Tufanı Operasyonu Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah’ın
geçmişteki sözlerine sadakatini tüm dünyanın şahitliğine sundu. Seyyid Hasan
Nasrallah 8 Ekim 2023 günü şunu ilan etti: Hizbullah Gazze’yi destekliyor ve
Lübnan üzerinden bir destek cephesi açıyor.
Hizbullah’ın
bu kararının iki önemli neticesi vardı. Birincisi, düşman ordusunun güçlerinin
en az üçte birini işgal altındaki Filistin’in kuzeyinde tutmak zorunda kalması
iken, ikincisi Hizbullah’ın ve güneydeki halkın Lübnan’ın çok parçalı yapısı
içinde bir konsensusa dayanmayan bu kararın icrasında bütün yükü omuzlamak
zorunda olmasıydı. Öyle ki Seyyid Hasan Nasrallah süreçteki bir konuşmasında
düşmanla yüzleşme yükünün güneydeki halkın üzerinde olduğunu ve Lübnan’ın diğer
bölgelerinde yaşayanların savaşın ağırlığını hissetmediklerini belirtmek gereği
duymuştu. Siyonist rejim ağırlıklı olarak Şii halkın yaşadığı köy ve kasabaları
havadan ağır bir bombardımana tutmuş ve pek çok beldeyi yaşanmaz hale
getirmişti. Hizbullah’ın Filistinlilere destek vermeyi kesmesi için sayısız
girişimin olduğu ancak “destek cephesi” prensibinin devamı süresince bu
girişimlerin kabul görmediği biliniyor. Hizbullah’ın Siyonist rejimi ikilem
içinde bırakan söz konusu kararlı tutumu Siyonist rejimin Lübnan’a yönelik kara
saldırısı başlatmasıyla Hizbullah’ın savaş içindeki konumunu “destek cephesi”
olmaktan çıkarıp “asli cephe” olmaya dönüştürürken, Lübnan içindeki kimi
fraksiyonlar Hizbullah’ın tek başına alacağı bir kararla Lübnan’ı savaşa
sürüklemeye hakkı olmadığını, Siyonist rejimin Beyrut’u bombalamaya başladığını
ve Filistinli bir grubun yanlış hesabına dayalı bir savaşın yükünü Lübnan’ın
çekemeyeceğini dillendiriyor ve Hizbullah’ı Siyonist rejimle bir ateşkesi kabul
etmeye çağırıyordu. Siyonist düşmanın kara saldırılarının Hizbullah’ın direnişini
kıramadığı, Siyonistlerin tanklarının, zırhlılarının, insansız hava araçlarının
imha, askerlerinin ise telef edildiği ve fakat Siyonist düşmanın da Hizbullah’ın
üst düzey komutanlarından bir kısmını şehit ettiği böylesi bir ortamda Seyyid
Hasan Nasrallah bedeli ne olursa olsun bu cepheyi kapatmayacağına dair sözünde
sebat ediyordu.
27
Eylül 2024 günü haber ajanslarına düşen, Seyyid Hasan Nasrallah’ın şehit
olduğuna dair habere itibar etmedim ama “bir ihtimal olabilir mi?” sorusuna bir
cevap bulabilmek için çeşitli internet sitelerini kontrol ettim. Pek çok kaynakta
“düşmanın bu yöndeki propagandasına kanmayın, Hizbullah’ın açıklamasını
bekleyin” mealinde uyarılar geçiyordu. Ben de öyle yaptım ve bir şehadeti
tebrik ile bir acıyı büyütecek tohumu kalbime atan o açıklamaya kadar Seyyid’in
selameti için dua ettim. Seyyid Hasan Nasrallah’ı bize bahşeden Allah, onu
aramızdan almayı da takdir etmişti ve biz Allah’ın adil ve her takdirinin güzel
olduğuna inanan insanlar olarak “Allah’tan geldik ve O’na dönücüleriz”, dedik. Düşmanın,
dostlarımızın ve çocuklarımızın görmemesi için gözyaşlarımızı kalbimize akıtıp
acının ve hasretin tohumunu böylece suladık ve geleceği kuşatacak güçlü bir
ağaç olması için yeşeren bir filize çevirdik.
Hizbullah
“Allah’ın günleri”nde sıradan grupları ve organizasyonları sarsıp yok oluşa
sürükleyecek darbeler aldı ki Siyonist rejim Hizbullah açısından da bunu
umuyordu. Cephelere, cephe gerisine ve lojistik hatlarına yapılan ağır
bombardımanlar yoluyla çok sayıda üst düzey saha komutanı ve Hizbullah
askerinin şehit edilmesi, çağrı cihazı ve telsiz sabotajları yoluyla çoğunluğu
sivil ve bir kısmı da askeri kanada mensup kişilerin kalıcı bedeni zararlara
uğratılması, Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah ile bazı
yoldaşlarının ardından Nasrallah’ın yerine Yürütme Konseyi Başkanı seçilen Seyyid
Haşim Safiyuddin’in şehit edilmesi, Lübnan içinden yükselen sesler ve baskılar
sebebiyle Siyonist rejim bu amaca ulaşabileceğini düşünüyordu. Ne var ki
Siyonist rejim ve destekçilerinin beklentileri gerçekleşmedi ve Hizbullah çok
kısa bir süre içinde yeniden organize olarak sıradan bir örgüt değil, gerçek
bir halk hareketi olduğunu ispatlarken, Şehit Seyyid Hasan Nasrallah’ın çeşitli
vesilelerle sarf ettiği şu sözlerin hakikati de herkese aşikar oldu: “Bu
zaferin sebepleri akılla, planlamayla, koordinasyonla, eğitimle, silahla izah
edilebilir. Biz dağınık ve düzensiz bir direniş değiliz ki çakılıp kalalım.
Biz karman çorman bir direniş değiliz. Takvası, aşkı, irfanı, bilinci ve
adaleti olan eğitimli bir direnişiz ve zaferimizin sırrı budur. // Her şey
Direniş’in hizmetindedir; Seyyid Abbas, ulema, yiğitlikler, şecaatler, siyaset,
kurum, mal ve propaganda; tamamı Direniş’in hizmetindedir. Direniş siyasetin,
kurumların, kişilerin ve dünya malının hizmetinde değildir. Direniş Allah’ın
kuludur ve zafer peşindedir. Bu yüzdendir ki Lübnan’da Direniş zafere
ulaşmıştır.”
Genelde
Batı Asya’yı ve özelde Filistin ve Lübnan’ı takip edenler için Hizbullah’ın
kısa sürede toparlanması elbette sürpriz değildi. Bu beklenen bir durumdu ve
Hizbullah’ın asli kaynakları Siyonist rejimin değil Hizbullah’ı yok etmek, 15
ay boyunca savaştığı, üst düzey liderlerini ve komutanlarını şehit ettiği HAMAS’ı
bile zayıflatamadığını, mukavemetin diri ve güçlü olduğunu ilan etmişti. Böyle
bir ortamda bize düşen biraz sabretmek ve dünya gözüyle göremediğimiz Şehit
Seyyid Hasan Nasrallah’ın naaşını selamlamak için Beyrut’a gitmekti. Bu niyetle
bölgeyi yakından takip eden, Kudüs Tv Genel Yayın Koordinatörü Nurettin Şirin’i
aradım ve şayet yapılacak merasime grup halinde gidilme imkanı var ise beni de
gruba almasını istirham ettim. Hizbullah Genel Sekreteri Şeyh Naim Kasım Şehit
Seyyid Hasan Nasrallah için tertiplenecek merasimin tarihini 23 Şubat 2025
olarak ilan ettiğinde Nurettin Şirin beni arayarak, “Türkiye Direniş Dostları”
adı altında bir grupla merasime iştirak etmeyi arzuladıklarını ve talebim
üzerine beni de gruba dahil ettiğini haber verdi. Şükürler olsun, Beyrut’a
yağan sağanakta bir damla olacağım…
Bütün
gece yağan karın ardından, 22 Şubat 2025 sabahı gecikmeli de olsa havalanan ve
yönünü güneye çeviren bir uçaktan, gittikçe küçülen binaları, otoban ve
anayollarda akan trafiği, denizi, gemileri ve karla kaplı tepeleri seyre
başladım. Uçakta benimle aynı gruptan olan yaklaşık 30 kişi bulunmaktaydı. Anladığım
kadarıyla, bir başka grup da bir önceki uçakla yola çıkmıştı. Onların sayısını
bilmesem de Beyrut’taki mevcudiyetimizin 50 kişiden az olmadığını tahmin
ediyorum. Nura açılan kapıdan geçen 50 talihli insan…
Beyrut
havalimanı Akdeniz’in hemen kenarında yer alıyordu ve Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan
daha küçüktü. Terminale girdiğimizde pasaport kontrol noktaları önünde bekleyen
yüzlerce kişi ile karşılaştık. Bunların bir kısmı bir önceki uçakla Türkiye’den
gelen kişilerdi. Çeşitli ülkelerden gelen, Lübnan vatandaşı olmayan kişilerin
oluşturduğu bu kalabalık o gün muhtemelen hiç azalmayacaktı zira bizden sonra
iniş yapan uçaklardan gelen yolcular bu kalabalığa eklenmekteydi. Emin değilim
ama pasaport kontrolünden geçmemiz iki saati buldu. Kontrol noktasında görevli
memur bana “Lübnan’a ilk kez mi geliyorsunuz?” diye sordu. Evet, dedim ve
ardından gelen soru ziyaretimin sebebi oldu. Seyyid Hasan Nasrallah’ın defin
merasimine katılmak için geldim, dedim. Hangi otelde kalacağımı sordu,
söyledim. O pasaportumu kontrol ederken ben kendisine bir soru yönelttim;
Lübnan’da Arnavut asıllılar var mı? Şaşırdı, hayır, dedi. Peki, dedim, Vaso
Paşa diye birisini biliyor musunuz, Lübnan tarihinde böyle bir isim geçiyor mu?
Hayır, hiç duymadım, diye cevap verdi. Vaso Paşa, dedim, yaklaşık yüz elli yıl
evvel Lübnan’da görev yapan Osmanlı valisiydi ve aslen Katolik bir Arnavut’tu. İlk
kez duyuyorum, dedi ve gülümseyerek, seyahatimin iyi geçmesini diledi. Böylece Mehmet
Akif’in sözleriyle ifade etmek istersek, toprağı sıksak şühedanın fışkıracağı
beldeye girmiş oldum.
Grubun
tamamı pasaport kontrol işlemlerini sorunsuz tamamlayıp havalimanının bekleme
salonunda toplandıktan sonra Türkiye’den getirilen, üzerinde “Türkiye Direniş
Dostları” ile Arapça “Ahdimiz Üzereyiz” ifadeleri bulunan yeleklerimizi giydik.
Çıkış kapısına doğru ilerledik ve terminalin içinde yoğunlaşmış bir grup olarak
kısa bir konuşma yapan Nurettin Şirin’e kulak verdik. Bizim tek örnek
yeleklerimiz ve organize halimiz salonda bulunan bütün yolcuların dikkatini
çekti ve hemen herkes cep telefonlarını çıkararak kayda almaya başladı.
Nurettin Şirin’in konuşması bittikten sonra Siyonist rejimi ve Amerika’yı
lanetleyen, Hizbullah ve Lübnan ile Filistin direnişini müdafaa eden sloganlar eşliğinde
terminalin dışına çıktık. Bu esnada yanlış hatırlamıyorsam el-Menar televizyonu
da gelmiş hem canlı yayına geçmiş hem de kayıt yapmıştı. Yarım saat kadar sonra
Beyrut havalimanında varlıklarını izhar eden Türkiye Direniş Dostları isimli
grubumuzun dünya basınına haber olduğunu öğrendik.
Havalimanı
dışında bizim için hazırlanmış servis otobüslerine binerek şehre doğru hareket
ettik. Otobüsümüz tıpkı Tahran caddelerinde olduğu gibi, nereden çıktığını
anlayamadığınız motosikletlerin sosladığı karmakarışık bir trafik içinde ağır
ağır ilerliyordu. Bize söylenen, önce Beyrut’un Dahiye bölgesinde bir camide
namaz kılacağımız ve ardından da yemek için bir restorana gideceğimizdi. Öyle
de yaptık. Dahiye bölgesinde gördüğüm şey iç içe geçmiş eski binalar, dar
sokaklar ve basit esnaf dükkanlarından ibaretti. Çarpık kentleşme sebebiyle olsa
gerek bu bölge Hint filmlerinde rastladığımız yoksul mahallelerini
çağrıştırıyordu. Otobüsümüz bir caminin yakınında durdu ve hepimiz bu şatafatsız
camide cemaat halinde namazımızı kıldık. Camiden ayrılırken muhtemelen bizden
evvel namaz kılıp dışarı çıkan, on – on iki yaşlarındaki çocuklardan oluşan
yaklaşık 20 kişilik bir gruba rastladık. Bu grubun önünde, yakasında İmam
Humeyni’nin fotoğrafı olan bir delikanlı vardı ve çocuklara izci kamplarında
verilen basit izcilik eğitimine benzer şeyleri sloganlar eşliğinde talim
ettiriyordu. Bu sahne benim için, Türkiye’de neredeyse bizim neslimizle
birlikte dumura uğrayan İslami hareketin kaderine dair bir açıklamaya dönüştü,
diyebilirim. Dahiye’de dikkat çeken bir diğer husus da caddelerde, sokaklarda,
binalarda İmam Humeyni, İmam Hamenei ve diğer önemli şahsiyetlerin fotoğraflarının
yer almasıydı. Buradan deniz kenarına yakın bir restorana gittik ve üzerine kaju
serpilmiş tavuklu pilav, etli pilav ve salata ve içecekten oluşan yemeğimizi
yedik.
Namaz
ve yemekten sonra programda Şehit Seyyid Hasan Nasrallah’ın şehit edildiği
mekanı ziyaret vardı. Otobüsümüz biraz evvelki trafiğe karıştı ve bizi üzerine
80 ton bombanın atıldığı söylenen yere getirdi. Burada molozların arasında,
çukurlaşmış bir alanın etrafında toplanmış bir kalabalık ile karşılaştık.
İnsanlar burayı ziyaret ediyor, göz yaşı döküyor, Nasrallah ve Direniş ile olan
ahdini tazeliyor, zilletin kendilerinden uzak olduğunu haykırıyor, Siyonist
rejim ve Amerika’ya lanet ediyordu. Grubumuzu farklı kılan bu şiarlarda
birleşmemiz değil, üzerimizdeki yeleklerimizdi. Bizleri bu yelekler içinde
gören herkes Türkiye’den geldiğimizi anlıyor ve memnuniyetlerini izhar
ediyordu. Bu ziyaretçilerin bazıları Türkiye’de Filistin ve Hizbullah’ın
yürüttüğü direnişe sahip çıkan insanların olmasına şaşırdıklarını dile
getiriyordu. Maalesef pek çok insanın zihnine Türkiye, Siyonist rejim destekçisi
bir ülke olarak kazınmış haldeydi. Bunun için onları suçlamak, kabahatli bulmak
da mümkün değildi. Bu insanlar son 15 ay boyunca, Türk limanlarından hareket
edip Hayfa’da demirleyen gemilere şahit olmuşlardı.
Şehit
Seyyid Hasan Nasrallah’ın şehit edildiği yeri ziyaretimizin ardından, defnedileceği
yeri ziyaret ettik. Ziyaretlerimizi tamamladıktan sonra otele gitmek üzere yine
otobüslerimize bindik ve Dahiye’den çıkan araçlar şehrin zenginlerine ait
evlerin bulunduğunu tahmin ettiğim, daha yeni ve düzenli yerleşim alanlarındaki
caddelerden geçerek bizi konaklayacağımız otele getirdi. Şehrin yüz binlerce
misafirle dolup taştığı bu günlerde başımızı sokacak bir yer bulmamız bile bir
nevi lütuftu. İki kişilik bir yatak ve yere serilmiş bir minder ile odamız üç
kişiye hizmet edecekti. Oteldeki diğer odalar da bu şekildeydi; Yataklar ve yer
yatakları. Odalara yerleştikten ve biraz dinlendikten sonra oda arkadaşlarımla
birlikte Beyrut’u az da olsa görebilmek için dışarı çıktık. Karanlıkta bizi
ıslatan yağmur, sıkışan trafikte yankılanan klakson sesleri, çeşitli yerlerden
yükselen mersiyeler, marşlar, mağazalar, restoranlar ve işte şurada bombalanmış
bir binadan geriye kalan molozlar; yaklaşık bir kilometre içinde gördüklerimiz.
Bir
şeyler yiyelim, diyoruz ve bir restorana giriyoruz. Lübnan’da diğer ülkelerin
kredi kartlarının geçmediğini ama hemen her yerde dolar ile alışveriş yapılabildiğini
duyduğumuzdan, sipariş vermeden önce üzerimizde Lübnan lirası olmadığını,
ödemeyi dolar ile yapıp yapamayacağımızı soruyoruz. Evet, diyorlar, dolarla
ödeyebilirsiniz. Lezzet açısından güzel sayılabilecek üç kişilik menümüz 30
dolar tutuyor; Türkiye’dekine yakın bir fiyatlama. Geldiğimiz yollardan
geçerek, otelimize dönüyoruz. Şimdi dinlenme vakti; sabah dokuzda otelin önünde
hazır olmamız gerekiyor.
Sabahın
ilk ışıkları odamıza düşerken, bulutların çekilip havanın açtığını görüyoruz.
Muhtemelen güneşli bir gün olacak ama her ihtimale binaen paltolarımızı giyerek
aşağıya, otelin önüne iniyoruz. Grubumuz yavaş yavaş toplanıyor, hepimizin
üzerinde “Türkiye Direniş Dostları” yazılı yelekler bulunuyor ve bir süre sonra
hep birlikte yürüyüşe başlıyoruz. Ana caddeye çıkıp ilerledikçe binlerce insan
akışa katılıyor ve giderek kalabalıklaşıyoruz. Caddeler kaynağını insanlardan
alan nehirlere dönüşmüş halde. Gökyüzünde turlayan küçük bir uçak; belli ki
çekim yapıyor. Salavatlar, sloganlar ve sıkça yükselen “Heyhat minez zille”
nidaları. Binlerce kişi bir üst geçitten ilerliyor, insanlar iyice iç içe
giriyor ve artık sanki yere basmıyoruz da ayaklarımız yerden kesilmiş bir
şekilde az sonra dökülecek bir şelaleye doğru akıyoruz. Sağımda bir bayan;
bebek arabasında bir bebekle. Aman Allah’ım, diyorum, senin ne işin var burada…
Bir noktada yol genişliyor ve gölün üzerindeki bir yaprak gibi kıyıya
yanaşıyoruz.
Az
sonra gruptan bir arkadaş, montum yere düştü, kayboldu, diyor. Bir şey var
mıydı, diye soruyorum. Cüzdan ve pasaport vardı, diyerek cevap veriyor. Ne
yapsak acaba, diye düşünürken, önümüzde Beyrutlu bir muhabir beliriyor ve problemi
bu muhabire anlatıyoruz, durun bir dakika diyerek telefonla birilerini arıyor.
Kimi aradığını soruyoruz, organizasyonun güvenlikten sorumlu birimi var, o
birimi arayıp durumu anlattım, diyor. Yapabileceğimiz bir şey yok, inşallah
bulunur diyoruz ve biraz daha ilerleyerek birkaç bin kişinin Beyrut stadında
gerçekleştirilen merasimi dev ekrandan izlediği bir meydana geliyoruz. Devam
edip stada ulaşmayı denemek ile burada durup ekrandan izlemek arasında bir tercih
yapmak zorunda kalıyoruz ve grubun bütünlüğünü korumak için bu meydanda kalıyoruz.
Meydana girdikten bir süre sonra arkadaşımızın kaybolan montu bulunup
getiriliyor. Cüzdan ve pasaport yerli yerinde. Nasıl bulunmuş, diye soruyorum.
Hizbullah’ın güvenlik birimi bulup getirdi, diyorlar. Allah sevdiği kula önce
eşeğini kaybettirir ve sonra da buldururmuş, derler ya, işte öyle bir anı
yaşıyoruz.
Bulunduğumuz
noktada Hizbullah’a mensup oldukları kıyafetlerinden anlaşılan genç bir grup da
yer alıyor. Bir arkadaşımız kalkıp alınlarından öpüyor. Onlar da kendisine bir
Filistin atkısı hediye ediyorlar. Birlikte fotoğraf çekilenler oluyor. Bu sırada
dev ekrana yansıyan program devam ediyor. Konuşmalar yapılıyor. Üst düzey
misafirlerin gelişleri görülüyor. Kamera stadı çeşitli açılardan gösteriyor.
Tribünler tümüyle dolu. Sahada da pek çok insan yer alıyor. Yanımızdakilerden
stada girebilmek için on binlerce insanın gece iki-üç suları stadın önüne
geldiklerini, stadın kapısının sabaha doğru beş buçukta açıldığını ve neredeyse
bir iki saat içinde dolduğunu öğreniyoruz.
Merasim
boyunca son derece duygusal müzikler çalınıyor. Nihayet şehitleri taşıyan araç görünüyor
ve ardından o an için sayısını ancak Allah’ın bilebileceği kadar çok insan tek
bir ağızdan Fatiha okuyor. Bütün bir Beyrut göz yaşıyla yıkanıyor. Yetimlerin Babası
İmam Ali şehit edildiğinde yetimler ne hissettiyse belki biz de bir benzerini
hissediyoruz. Yaralıyız, mahzunuz… Kabe’nin rabbine and olsun ki kurtuldum, diyen
cedlerine kavuşan bu iki şehidin nuru kuşatıp bizi sarmasa ve önümüzü
aydınlatmasa, kendimizi mahşerin karanlığında toplanmış ve gidecek yerini
şaşırmış kimselerle bir kefeye koyacağız.
Herkes
şehitlerin yasını yüreğinde hissederken, gökyüzünü yırtan bir ses işitiyoruz.
Başımızı kaldırıp baktığımızda, Siyonist düşmanın hemen üzerimizden alçak uçuş
yapan uçaklarını görüyoruz. Yüz binlerce insan, yumrukları sıkılı ve göğe savrulmuş
halde “İsrail’e ölüm, Amerika’ya ölüm” sloganları atıyor. Hiç kimsede korkudan
bir eser yok. Tıpkı Ahmet Kaya’nın seslendirdiği “Gururla Bakıyorum Dünyaya” şarkısında
geçen mısrada olduğu gibi, o an, “Sıkılmış bir yumruk gibi giriyoruz hayata.”
Biliyoruz ki biz, “Emperyalizme karşı savaşan dünyanın ve ölüme gülerek koşan
genç savaşçıların” arasındayız. Allah’a güvenen, ahde vefa eden insanların
emanındayız. Bu muazzam kalabalık Siyonist düşmanın uçaklarının ikinci kez
geçişini de aynı ruhla karşılıyor; Seninle ölmek değil, sensiz kalmaktır acı
olan…
Şehitleri
taşıyan araç defin mahalline doğru hareket ediyor. Güzergahın yaklaşık üç buçuk
kilometre olduğunu öğreniyoruz. İzdihama yol açmamak için bir yolun tamamen boşatıldığını
görüyoruz. Aksi halde aracın defin mahalline varması saatler sürebilir. Şehitlerin
defin merasimi için hazır bulunan insan sayısının 1 milyon 400 bin civarında
olduğu tahmin ediliyor. Bu, yaklaşık 6 milyon nüfusa sahip bir ülkede tasavvur
edilemeyecek kadar büyük bir sayı. 400 bin kişinin yurt dışından geldiğini
varsaysak bile 1 milyon Lübnanlının merasime iştirak ettiğini kabul edebiliriz.
Bu da yetişkin nüfusun önemli bir kısmının başta Şehit Seyyid Hasan Nasrallah
olmak üzere Hizbullah şehitlerine değer verdiğini göstermekte.
Şehitleri
taşıyan araç bir süre sonra bulunduğumuz noktadan geçeceği için biz de yol
kenarında bekliyoruz. Nihayet şehitlerimiz önümüzden geçiyor ve hem Allah katında
hem de insanların nazarında eriştikleri derece sebebiyle onlara gıpta ediyoruz.
Belki, diyoruz, Hazreti Peygamber’in (s.a.a.) nesli için döktüğümüz gözyaşı
kalplerimizi temizler de, biz de ilahi nurdan bir pay alırız. O hazret, "Ey
Ali! Seni ancak mümin sever, sana ancak münafık buğzeder", buyurmamış
mıydı? Ali’nin çağından uzakta olan bizler için iman ve nifakı ayırt etmemizi
sağlayacak, yüzümüzü onlara döneceğimiz ve böylelikle imanımızdan emin
olacağımız insanlar yok muydu? Ey Nasrallah, bugün seni müminler ve hakikati
arayanlar seviyor. Senden nefret edenler ise nifak ve haset ateşinde yananlar
oluyor. İşte, Allah’ın bildiği, meleklerin şahit olup yazdığı sana olan
sevgimizi insanlar da bilsin, tarih kaydetsin diye buradayız.
Şehitlerimizi
taşıyan araç bizden uzaklaştı ve gözden kayboldu. Meydan yavaş yavaş
boşalırken, otuza yakın genç bayan ellerinde çöp poşetleriyle alana girdiler ve
yerlerde kalan su şişeleri ve sair atıkları toplamaya başladılar. Bunlar, Hizbullah’ın
kadın kollarının genç üyeleriydi. Biz de geldiğimiz yollardan geri dönmeye
başladık. Bir caddenin başında “İmam Musa Sadr” ve bir diğerinde ise “Hac Kasım
Süleymani” tabelalarına rastladım. Otele doğru ilerlerken Medya Şafak sitesi
Genel Yayın Yönetmeni Ozan Kemal Sarıalioğlu ile konuşuyorduk. Kendisi aniden “Üstad
Penahiyan”, diye seslendi ve kaldırıma doğru geçti. O tarafa baktığımda, İranlı
alim Üstad Ali Rıza Penahiyan’ın da kalabalığın içinde olduğunu ve insanlar
kendisini tanımasın diye usulca süzüldüğünü gördüm. Ozan Bey’in seslenmesi ile
çevresindekiler Penahiyan’ı fark etmiş oldular ve bir anda kuşattılar. Biz de
yolumuza devam ettik.
Otele
geldiğimizde Arap kanallarını kontrol ettim. Neredeyse hiçbirinde bu muazzam
merasime dair bir görüntüye rastlamadım. Bunu gece boyunca birkaç kez tekrarladım.
Russia Today Arapça kanalında buna dair bir programa denk geldim. Mısır,
Suriye, Libya, Tunus, Kuveyt, Ürdün, Suudi Arabistan, Umman menşeli kanallarda
ıvır zıvır yayınlar vardı. Sonradan öğrendiğim kadarıyla Türk televizyonları da
merasime yönelik olarak yoğun bir sansür uygulamışlar. Bunu anlayabilirim zira
bunların hepsi Siyonist düşmanla birlikte hareket ettiler. Bunların hepsi
Seyyid Hasan Nasrallah’ın şehadetine yol açan sürecin az veya çok, açık veya
gizli aktörleri oldular. Bunlar kulakları Amerika, Avrupa ve Siyonist rejime
dayalı, oradan aldıkları sufle ile konuşan, kendilerine verilen rolün gereğini
yerine getiren ve rolleri bitince sahneyi terk etmek zorunda olanlar.
Ertesi
sabah havalimanına gitmeden ve Şehit Seyyid Hasan Nasrallah’a açılan kapı olan
Beyrut’tan ayrılmadan önce şehidin kabrini ziyaret ettik. Dönüp baktığımda
uzaktan Akdeniz sahilini fark ettim. O an aklıma Siyonist düşmanın Temmuz
Savaşı’nda vurulan gemisi geldi. Seyyid Hasan Nasrallah canlı yayında
konuşurken, birazdan Siyonist geminin vurulmasına şahit olacaksınız, demişti.
Allah onu doğrulamış, Siyonist gemi vurulmuş ve dünya bunu canlı yayında
izlemişti. Bu, onun gösterdiği sadakatin ödülüydü. O halde, Şehit Seyyid Hasan
Nasrallah’ın şu sözü bize her daim kılavuz olsun:
“Zaferi
getiren mücadele değildir; mücadele Allah’a karşı sadakatimizin şahididir.
Zafere anlam kazandıran da, işte bu sadakattir.”