Gürkan BİÇEN
Arnavutluk’un
başkenti Tiran’ın kenar semtlerinden birinde, Arnavutluk Müslümanlarından
bazıları ile sohbetimiz sırasında bana söylenen, “Gürkan, bizim acılarımız,
gözyaşlarımız sizin yardım kuruluşlarınızın ticareti. Onlar yardım kuruluşu adı
altında faaliyet gösteren para mafyaları”, sözünün ne anlama geldiğini, bu
sözün neye istinaden söylendiğini kavrayabilmem için o sohbetin üzerinden biraz
zaman geçmesi ve benim, Türkiye’nin, Türkiyeli yardım kuruluşlarının, Türkiyeli
Müslümanların Balkan bölgesine yönelik bakış açısını tecrübe etmem gerekecekti.
Bu, doğrusunu söylemek gerekirse, yakıcı bir süreçti.
Kurban
Bayramına yaklaşılan bir dönemde yine bu konunun açılması üzerine irice bir
yardım kuruluşumuzun “Kurban’da fotoğraf
çekilirken dikkat edilmesi gereken hususlar” başlıklı fotoğraf
talimatnamesi ile yüzden fazla örnek fotoğrafı gördüm. Bütün bir gecemi zehreden talimatnamede şu ifadelere yer veriliyordu:
“ - Yardımı alan insanın üst başının durumu ne kadar fakir olduğunu
ve yardımın ne kadar önemli olduğunu ortaya koyacaktır.
- Ortam müsait değilse, durumu kurtaracak bir fotoğraf çekemiyorsak
o zaman mizansen (kurmaca) fotoğraf kullanabiliriz.
- Çekilen resimlerin doğal ve net
olmasına dikkat edilmelidir. Ama doğal çekimde iyi bir kare yakalanamıyorsa
mizansen (kurmaca) fotoğraf da çekilebilmeli.
-Kalabalık ve kuyruk görüntüleri
varsa dağıtımın yapıldığı noktayı da gösterecek şekilde kadrajlanması
gerekmektedir.
- Fotoğraf net olmalı. Yapılan yardımın görkemini ortaya koyacak
nitelikte olmalı.
İhtiyaç sahibinin yardımı
(paket vs.) alırken yüz ifadesindeki mutluluğu yansıtıyor olmalı.
- Kurban ve yardım dağıtımı
sırasında mutlaka insan unsuru olmalı. (küçük
bir çocuk, yaşlı bir nine veya dede gibi)
- Kurbanlık hayvanların başında
toplanan insanlar çekilmeli. Özellikle
çocukların böyle görüntüleri bol bol çekilmeli.
- Kurban kesimi veya et dağıtımı sırasında …… pankartının
olmasına da dikkat edilmeli.
- Bol bol
çocuk fotoğrafı çekmeliyiz. Çünkü çocukların yüzlerindeki masumiyet, insanları
daha fazla etkileyecektir.”
Verdiği üç
kilo eti “yardımın görkemi” olarak
tanımlayan bir anlayışın Balkanların Müslüman çocuklarını kuşe kâğıda basılı
broşürlerin, dergilerin sayfalarına ticari meta olarak dizmelerine gönlüm
elbette razı olmazdı. Bu kötü anlayışa bulunduğum her zeminde karşı çıktım. Ne
var ki, bundan daha kötüsünü de görecekmişiz.
Suriye’de
iç huzursuzluk baş gösterdiğinde Balkan Müslümanlarının (aslında tüm
coğrafyanın) çocuklarını pazara çıkaranlar Suriyeli masumların kanını da sömürü
konusu yapmaktan geri durmadılar. Bu anlayışın temsilcileri –ki bunlar aynı
zamanda bir kısım yardım kuruluşlarının yönetiminde yer alan kişilerdi- dayandıkları
gazete köşelerinden Suriye’de masum çocukların katledildiğinden, buna sessiz
kalamayacağımızdan, ordunun durumdan vazife çıkarması gerekliliğinden
bahsediyor, Suriye sınırına çıkarma yapıyor, kendilerini ve hükümeti sükûnete
davet edenleri gaddarlıkla suçluyorlardı. Onlara göre, dün Somali için olan
insanlık bugün Suriye için var olmalıydı. Tüm Türkiye’de yürütülen yoğun bir
kampanya neticesi Somali için toplanan yaklaşık 500 milyonun ancak 100
milyonunun ulaştırıldığı, 2009 yılında Gazze için toplanan tahmini 80 milyon
liranın ise hala Türk bankasında beklediği, Gazze’ye ulaştırılmadığı kimin
umurundaydı ki? Suriyeli çocuklara bir SMS yakınlığındaki vicdanlar hakikatin
fersah fersah uzağında olduklarının farkında mıydılar?
Bu kalemlere
göre Suriyeli masumların katledilmesinin temelinde Türkiye’nin tutarsız dış
politikası değil, İran ve Hizbullah’ın Suriye yönetimine verdiği destek yatıyordu.
Onlar, Türk Dışişleri Bakanının hayallerine ayarladıkları kalemlerine Esad’ın
gidişi için gün saydırırken, Ekim 2011’de Suriye İhvan’ına hükümet yolunu açmak
ve İhvan’ı yapılacak reformlarda anahtar konuma taşımak için gayret sarf eden
İran’ın çabalarını da baltalamak için çabalıyorlardı. Türkiye, kuvvetle muhtemel, İhvan’ın kulağına
“Esad’ın köşeye sıkıştığını, devrilmesine az bir zaman kaldığını”,
fısıldıyordu. Bu telkine güvenen İhvan ise İran’ın iyi niyetli çabalarını
reddediyordu. 2012 yılının Ocak ayında The Washington Times gazetesine bir
demeç veren Müslüman Kardeşler lideri Muhammed Faruk Tayfur İran'ın dini lideri
Ayetullah Ali Hamaney'in Esad ile örgüt arasında bir anlaşma sağlamak amacıyla
Ekim ayı sonunda İstanbul'a üç elçi gönderdiğini ancak onlarla görüşmeyi
reddettiklerini – bir marifetmiş gibi-
açıklıyordu. Mayıs 2012’de Türkiye'ye
gelen Suriye Müslüman Kardeşler Genel Sekreteri Riyad El Şakfa ise kime hangi
gözle baktıklarını açık bir biçimde ortaya koyuyordu: "Suriye'deki devrimin başarısı bütün bölgede ciddi değişikliklere
yol açacaktır. Bu sayede İran, Irak, Suriye üzerindeki Hizbullah ittifakının
beli kırılacak ve bölge böyle bir beladan kurtulmuş olacaktır." Riyad
El Şakfa bu açıklamayı yaptığında Suriye’de bir Anayasa referandumu yapılmış,
Baas Partisi halkın ve devletin tek önderi konumundan çıkarılmış, yeni siyasi
partilerin kurulmasına izin verilmiş ve muhaliflerin yükseltmeye çalıştığı
şiddetin içinde bile olsa Meclis seçimleri yapılmıştı. Ekim 2011’de İran’ın iyi
niyetli tüm çabalarını “Stratejik Devridaim”
(doldur boşalt) hayali ile reddeden Müslüman Kardeşler Suriye’de gelişen
siyasi süreci de gereğince değerlendirmekten mahrum olmuştur.
Tüm bunlar
yaşanırken Suriye’deki kanlı süreci “insanlık”a çevirenlerin kalemşorları Suriye
meselesinin arka planını ortaya koymak için gayret gösterenlere de saldırmaktan
imtina etmediler. Türkiye’nin sözüne itibar edilen kişileri bu kalemşorların
hakaretlerinden masun kalamadılar. Türkiye’nin Suriye politikasını ve bu
politikaya destek veren “para mafyaları”nın çabalarını sorgulayanlar bunların
çizmeyi aşan ithamlarına muhatap oldular. Bu kalemşorlara göre Türk halkının
Suriye’ye saldırma konusunda isteksiz olmasının sebebi sözlerine itibar edilen
bu entelektüellerin halkı yanıltmış olmalarıdır. Gazetelerin, dergilerin,
internet sitelerinin köşelerinden mütemadiyen söven bu taifeye bir isim bulmak
gerekirse, bunlara, “muharip kalemler” diyebiliriz.
Muharip
Kalemler’den birisi, kendilerine boyun eğmeyen entelektüelleri “Şebbiha”ya
benzetmiş ve onlara “Entelektüel Şebbiha”, demiş. İki de isim vermiş; Ali Bulaç
ve Atasoy Müftüoğlu. Bu Muharip Kalem’in zikrettiği iki isimle ölçülecek, kıyaslanacak
bir yanı yok. Ama ben bu Muharip Kalem’in cesaretini de sınamak isterim.
Kendilerine boyun eğmeyenleri “Şebbiha” olarak karalayan bu Muharip Kalem,
Suriye için yanıp tutuşan ve bizi katledilmiş masum çocukların fotoğrafları
eşliğinde SMS yoluyla insanlığa davet eden yardım kuruluşlarının Balkanlarda
birlikte iş yaptıkları Amerikan muhbirlerinin isimlerini de sorgulayabilir mi?
Halep orada
ise arşın burada! Siz sorun, “Yok öyle bir şey”, derlerse ben yazar,
aydınlatırım.