Gürkan BİÇEN
Giriş
Yahudi
kimliği iki temel üzerinde yükselir. Bunlardan birincisi “seçen/ seçilen halk”
iken, ikincisi “vaad edilen toprak” sahibi halk olmaktır. Bu iki temelden ilki,
Yahudilerin Allah’ın yeryüzü halklarına sunduğu teklifi bilerek ve isteyerek
kabul eden halk olmasını ifade ederken, ikincisi Allah’ın “seçen/ seçilen
halk”a bir lütfu olarak bir toprağı tahsis etmesi, onlara has kılması anlamına
gelir. Yahudiler, Allah ile olan ahitlerine sadık kaldıkları sürece bu
topraklara hakim olduklarına, bu ahdin ihlal edildiği dönemde ise Allah’ın
onları cezalandırdığına ve tahsis edilen bu topraklardan çıkardığına inanırlar.
Vaad
edilmiş toprak inancı Yahudi düşüncesinde öylesine merkezi bir yer işgal eder
ki, Roma Sürgünü’nden bu yana geçen yaklaşık 2 bin yıllık süreçte dünyanın dört
bir yanına dağılmış her nesil hiç görmedikleri bir ülkenin ismi ile yetişmiştir.
Bu ülkede yer alan Kudüs şehrinin Yahudilerin kralı Süleyman peygamberin (as)
inşa ettiği ancak Romalıların yakıp yıktığı Mabed’e de ev sahipliği yaptığına
inanılır.
Vaad
edilen toprak, yıkılan Mabed ve Mabed’e gelerek kurtuluşu başlatacak olan Mesih
üçlemesi 19.yüzyılda yükselen milliyetçilik hareketleri sırasında Yahudi
halkını motive eden unsurlar arasında yer alır. Milletlerin oluşma esasları
içinde istifade edilen mitler burada da harekete geçirilir ve Yahudi toplumunda
daha ziyade mistik bir öğe olarak örtülü bir şekilde duran Kudüs ve Mabed
söylemi günlük siyaset içinde belirli bir hedefe yönelen politik hareketlerin
meşruiyet ve propaganda aracına dönüşür. Üretilen yeni söyleme göre, aradan iki
bin yıl geçse de, Tanrı’nın vaadi geçerlidir ve iki bin yıldan bu yana ayrı
olsalar da, Yahudiler haklarını kaybetmemişlerdir. Öyle ise Filistin’in
işgalcileri sayılan Araplar ve diğerleri Yahudilerin haklarını tanımalı ve
orada bir Yahudi yurdu kurulmasına izin vermelidirler. Buna razı olunmaz ise
Tanrı’nın hükmü yerini bulana kadar mücadele edilmelidir.
Bu
çalışmada vaad edilmiş topraklar inancını siyasi düzleme çeken Siyonizm’in
Yahudi kimliğini nasıl dönüştürdüğünü inceleyeceğiz. Birinci bölümde bu
düşüncenin kaynaklarına ve Yahudi tarihine değineceğiz. İkinci bölümde Siyonizm hareketi ile Siyonist İsrail
rejiminin kuruluşunu ele alacağız. Üçüncü bölümde ise Siyonizm’in Yahudi
kimliğine etkisini tartışacağız.
I.Bölüm
Kısaca Yahudi tarihi ve “Vaad
edilmiş toprak” inancı
Medeniyetlerin
beşiği ve tek tanrılı üç dinin doğuş yeri Orta Doğu M.Ö. 750’den itibaren
Asurlular, Babilliler, Persler, Makedonyalılar ve Romalılar tarafından
bastırılmış, bölünmüş ve dağıtılmıştır. Bu
gün Filistin meselesi ile karşı karşıya gelen ve köken itibariyle amcaoğulları
oldukları kabul edilen iki halkın, Araplar ve Yahudilerin M.Ö. 850’li yıllarda
yaptıkları ittifak da bu işgalleri engelleyememiştir.
Geriye
bakıldığında, Yahudilerin etnik kökeni olan İbranilerin Filistin’e
yerleşmelerinden önceki tarihlerine dair kuvvetli bilgilere rastlanmaz. Bilinen,
onların da büyük Arami göç dalgasının içinde oldukları ve topraksız
kaldıklarıdır.
Bu dönemde, İbrani kelimesi ile aynı köke sahip “Habiru”lara dair bazı
kayıtların olduğu görülmektedir. Habiruların etnik bir topluluk mu yoksa bir sosyal
sınıf mı oldukları bilinmese de, topraksız kalmaları sebebiyle muktedirler
tarafından sömürüldükleri ve kimi zaman da eşkıyalık yaptıkları ve hatta
şehirleri ele geçirmeye çalıştıkları bilinmektedir. Ne
var ki, İsrailoğulları’nın Filistin’e yerleşmeyi başarmasından sonra bir daha
onlardan bahsedilmemiştir.
Habirular
ile İbraniler arasında böyle bir ilişki ihtimaline rağmen Yahudiler etnik
kökenlerini yaklaşık 4 bin yıl evvel yaşayan bir kişiye, Hz. İbrahim’e (as)
dayandırırlar.
Tevrat’a göre Hz. Nuh’un (as) oğlu Sam neslinden Mezopotamyalı bir göçmen olan Hz.
İbrahim’in
oğlu Hz.İshak (as) ve ardından da Hz. Yakup (as) İbrani halkının ataları kabul
edilmiştir.
İbranilerin bütün dini aşamalarını kronolojik bir biçimde aktarabilmek için
yeterince bilgi yoksa ve
yine tarihi aktarımın/ şemanın büyük oranda hayali olduğu düşünülse de, dini açıdan Yahudilik, Hz. Musa’nın (as), bir
diğer adı da İsrail olan Hz. Yakub’un on iki oğlunun soyundan gelen on iki
kabileyi Mısır’dan çıkarıp Sina’ya götürmesi ve burada Tanrı’dan Tevrat’ı
almasıyla başlar, denilebilir. O
andan itibaren İsrail’in bütün “kutsal tarihi” Firavun’un iktidarını reddeden
ve köleleri kölelikten çekip kurtaran Kudret temelinde tanzim edilecektir. Bu
Kudret, Kenan topraklarını kendilerine veren İsrail’in Tanrı’sıdır. Tek
Tanrı olan bu Kudret’i ilk kez İbraniler icat etmemişse de, tektanrıcılığı sosyal
kurtuluş hareketinin motor gücü yapan onlardır. Bu
anlamıyla Yahudiler, etnik olarak
bağlandıkları Hz.Nuh’u sosyal boyutu olmadığı gerekçesiyle Yahudi olarak
telakki etmezler.
Hz.
Musa İsrailoğulları’nı Mısır’dan çıkarmışsa da, Filistin’e girmeyi başaramamıştır.
Filistin’e yerleşim ancak Hz. Yuşa (as) zamanında olmuştur.
M.Ö. 1000’li yıllarda ise Hz. Davut (as) İsrailoğulları’nı birleştirmiş ve
Kudüs’ü başkent yapmıştır. Bu
andan sonra İsrailoğulları’nın meşru yönetim hakkının sonsuza kadar Hz. Davut’un
soyuna ait olduğuna dair Mesihçi anlayış gelişmeye başlamıştır. Krallığın
en görkemli zamanı ise Hz. Davut’un oğlu Hz. Süleyman’ın (as) Kudüs’te Mabed’i
inşa ettiği dönem olmuştur.
Hz.
Süleyman’ın ölümünden sonra, M.Ö. 931’de krallık, kuzeyde İsrail ve güneyde
Yehuda olarak ikiye bölünmüştür. Bu bölünmenin ovada ve şehirlerde yaşayan
kuzeyliler ile dağlarda yaşayan güneyliler arasında sosyo-kültürel farktan
kaynaklandığı düşünülmektedir. Kuzeydeki İsrail krallığı Asurlular
tarafından işgal edilmiş ve halkı sürgüne gönderilmiştir. Yahudi
tarihinde önemli bir an olan Mabed’in yıkılışının dünya tarihi içinde kayda
değer görülmediğini, bunun Babil kralının kitabelerinde yer almadığını ancak
bunun Yahudiler için Tevrat’taki vaadin kaybı olduğunu ileri sürenler vardır. Yahudiler
gerek bu sürgünü gerekse daha sonra gelecek olan Babil ve Roma sürgünlerini
Tanrı ile aralarındaki ahde sadakatte zafiyet göstermelerine bağlarlar. Yahudilere
göre somut ifadesini Hz.Musa’ya (as) verilen 10 Emir’de bulan bu ahit iki yöne
sahiptir;
Tanrı ile İsrailoğulları arasındaki ilişkileri düzenleyen kısım ve
İsrailoğulları ile insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen kısım. Yahudi
inancına göre Tanrı, Kendisi’ne yapılan haksızlığı çabucak affederken,
insanlara yapılan haksızlığı kolayca affetmez.
Nitekim puta tapmanın cezası olduğuna inanılan Babil Sürgünü, Pers kralı
Keyhüsrev’in bölgeye hakim olup Yahudilere geri dönme izni vermesine kadar
yaklaşık 70 yıl sürmüşken,
insanlara haksızlık sebebiyle yaşandığı düşünülen Roma Sürgünü halen devam etmektedir.
Güneydeki
Yehuda krallığı ise Romalıların M.Ö. 63 yılında bölgeyi işgali ile son
bulmuştur. Ancak Mabed’in bir kez daha yerle bir edilmesi zaman zaman ortaya
çıkan ve uzun süre devam eden Yahudi direnişinin ardından M.S. 70 yılında
gerçekleşmiştir.
Bundan yaklaşık 65 yıl sonra da Yahudi direnişi tamamen bastırılmış, bölgeye “Palaestina” adı verilmiş ve Yahudiler
iki bin yıl sürecek bir sürgüne gönderilmiştir.
Böylece Habirular ile başlayan, Kenan diyarının fethi ile devam ederek
krallıklarla yükselen ve bazı işgallerle sekteye uğrayan süreç iki bin yıl
sonra yeniden başlamak üzere sona ermiştir. Büyük Roma Sürgünü neticesi
Yahudiler Kuzey Afrika, İran, Anadolu, Balkanlar, Batı Avrupa, Doğu Avrupa ve
Yeni Dünya’nın keşfinin ardında da Amerika’ya dağıldılar. Bulundukları
bölgelerde Müslümanlar, Hıristiyanlar ve paganlarla iç içe ve kimi zamanda,
İtalya’daki getto örneğinde görüldüğü üzere, toplumdan soyutlanmış halde
yaşadılar.
19.yüzyılda yükselen milliyetçilik akımlarının tetiklemesine kadar, Eski
Ahit’in ana prensibi olsa da, Mabed ve Kudüs, Yahudi kimliğinde bir mistik öğe
olarak kaldı.
Bir
halkın bir toprağı sahiplenmesi, kendini oraya ait hissetmesi anlaşılabilir bir
haldir. Yahudi kimliği açısından fark, Yahudilerin sahiplik iddiasında
bulundukları toprağı Tanrı ile aralarındaki ahde bağlamış olmalarıdır. Bir
başka ifadeyle, Tanrı yeryüzünün bir bölgesini, Kenan diyarını, aralarındaki
anlaşma uyarınca başkaca bir halka değil sadece ve sadece Yahudi halkına tahsis
etmiştir.
Buna göre Yahudiler anlaşmaya sadık kaldıkları sürece Tanrı da sadık kalacak ve
onların hâkimiyeti sürecekti ama kral ve halk anlaşmayı bozmuştu. Ne
var ki, varlığı ileri sürülen bu vaadin kaynağı ve mahiyeti tartışma konusu
olmuş, söz konusu vaadin ilk peygamberlerin hikâyeleri arasına sokuşturulduğu
ileri sürülmüştür.
Bir görüşe göre bu, Hz. Davut’un fetihlerinden sonra, bundan ilham alınarak
yapılmış ve bir bölgede yerleşme arzusuna siyasi hedefleri de ekleyen, sonradan
ortaya atılmış bir vaat idi. Tekvin 15/18’de yer alan bu vaat şöyleydi: “Mısır
ırmağından büyük ırmağa, Fırat nehrine kadar bu diyarı senin zürriyetine
verdim.”
II. Bölüm
Siyonizm ve Siyonist İsrail
rejiminin kuruluşu
Bir
görüşe göre tarih ifadeler dizisinden veya ifadelerin takımlar halinde
dizilişinden anlamlı bir öykü çıkarmaya çalışır ve bir kuram olan tarih bu
yönüyle ideolojiktir. Paul
Valery ise “Tarih, insan zihninin
işlediği en tehlikeli üründür. İnsanı düşlere ve düşüncelere iter. Halkların
başını döndürür, hafızalarına sahte hatıralar yerleştirir; onları büyüklük
sayıklamalarına, uydurmaya dayanan sızıldanmalara götürür. Milletleri kindar,
burnu büyük, çekilmez, içi boş insan toplulukları durumuna getirir.”, der. Bu
durumda tarihin yeniden ve yeniden yazılabilecek, yeni öyküler üretebilecek
mahiyette olduğunu kabul etmek gerekir. Büyük Roma Sürgünü’nden yaklaşık iki
bin sene sonra kurulan Siyonist İsrail rejimi de böylesi bir tarih okumasını
zorunlu kılmıştır.
Bu okuma neticesi Siyonist rejim, Martin Buber 12.Siyonist Kongre’de yaptığı
konuşmasında modern milli Yahudiliğin Batı’nın toprak arzusuna bağılı milliyetçilik
anlayışından etkilenen bir hastalık olduğunu ifade etse bile, “ilahi tarihin yeryüzündeki en üstün alameti”,
“Dünyanın ekseni, can damarı, merkezi ve
kalbi” haline gelmiştir.
Komünist bir Alman Yahudi olan Moses Hess, Filistin’de
Yahudiler için bazı koloniler kurmak istese de, Yahudileri
Batılı anlamda bir ulus şeklinde yeniden tanımlayan ve örgütlemeye çalışan
fikri ve siyasi hareketin ilk örneği sanıldığı gibi Avrupa’da değil Çarlık
Rusya’sında görülmüştür. Bir Rus Yahudi olan Nathan Birnbaum tarafından siyasi
literatüre sokulan “Siyonizm” tabiri “Musevileri Filistin’e yerleştirmek amacını
güden ve üyelerinin Yahudilerden oluştuğu bir siyasi parti örgütü” olarak anlaşılmıştır.
Vakıa, 1881’de
Odessa’da “Hovavei Zion” (Siyon
Aşıkları) adı ile kurulan ve Siyonizm’in ilk basamağı olarak kabul edilen bir
dernek, Rusya’daki Yahudileri Filistin ve Kudüs’e nakletmeyi amaçlıyordu.
Bundan on beş sene sonra, 1896’da, Siyonizm kendisini Avrupa milliyetçiliğinden
doğmuş siyasi bir hareket olarak ilan etti. Hareketin lideri Theodore Herzl
kendisi açısından meselenin “ne sosyal ne
de dini” olduğunu, bunu “sadece milli
bir mesele” olarak kabul ettiğini söylüyordu.
Hatta ona göre Siyonizm sömürgeci bir doktrindi. Cecil Rhodes’e yazdığı bir
mektupta Herzl, “Mösyö Rhodes, niçin size
müracaat ettiğimi merak ediyorsunuzdur. Çünkü benim programım da bir sömürge
programıdır.”, ifadesine yer veriyordu.
Böylece, Herzl’in hemen ertesi günü not defterine “Basel’de ben Yahudi devletini kurdum” ifadesini yazacağı
1897 tarihli Basel Kongresi ile Siyonizm’in üç temelde yükselen bir hareket
olduğunda ittifak sağlanıyordu: Siyasi, milliyetçi ve sömürgeci.
Yahudilerin, Rönesans’tan bu yana “millet” ve
“devlet dışında bir sosyal organizasyon şekline akıl erdiremez olan
Batı ile uzun geçmişlerine rağmen Yahudi devleti projesinin Doğu’da hayat bulmasını Siyonizm yine Batı’ya
borçludur.
Bu yüzden olsa gerek Siyonist İsrail rejimi, kendisini, kendisine düşmanlık
duyulan Doğu dünyasının ortasında Batı’nın bir öncüsü olarak kabul etmiştir. Batı
için Siyonizm, dinin etkisinin giderek azaldığı 16.yüzyılda ortaya atılan “Bir Yahudi’yi dinin dışında nasıl
tanımlamalı?”, sorusuna verilecek bir cevap olduğu kadar, Batı’nın
sömürgeci iştihası için bir araç vazifesi görmeye de elverişliydi.
Öte yandan bu hareket, “İsa yeryüzündeki
mevcut milli hükümetten sonra oluşturulacak bir hükümetle kelimenin tam
anlamıyla teokratik bir krallığa inecektir.”, diyerek ispat-ı vücud edecek
ve Herzl’e, Anglikan rahip Hechler’in açtığı bir harita üzerinden ülkenin
sınırlarını ve sloganını “Kuzeydeki
sınır, Kapadokya’nın karşısındaki dağlar olmalı; güneydeki ise Süveyş Kanalı.
Yayılış sloganı ise: Davut ve Süleyman’ın Filistin’i”,
diyerek gösterecek olan Hıristiyan Siyonizmi’ni de doğrular mahiyetteydi.
Yine Siyonizm, Yahudileri Filistin’e yönlendirerek onları asırlardır
yaşadıkları Batı dünyasından uzaklaştırmanın ve böylelikle Batı’yı onlardan
kurtarmanın da bir yoluydu.
Milliyetçilik akımları için henüz daha yolun başında, Fransız İhtilalı’nın
akabinde, 1791’de, “Yahudilere millet
olmaları bakımından her şeyi reddetmeli, fert olarak ise onlara her şeyi
vermeliyiz.”, deniliyordu.
Bu da, Yahudilerin bir millet statüsü ile Avrupa’da yeri olmadığını
gösteriyordu. Avrupa devletleri içinde eşit vatandaşlık hakkına razı olan
Yahudi cemaatleri “millet” olmaya karşı dirense de,
bir yüzyıl sonra en yüksek Yahudi ruhani akımları bile milliyetçilik
savrulmasından masun kalamadı. Bu
da onlara Batılı emperyalistlerle birlikte Doğu’nun yolunu açtı. Avlonyalı
Ekrem Bey, Siyonistlere bu yolu gösteren ve bu yoldaki engelleri düzleyenleri
tek bir kelime ile ifade eder: İngilizler.
Sadrazam
Avlonyalı Ferit Paşa, 1903 yılında, Siyonist hareketin destekçilerinden Parisli
Baron Rotschild’in Tel Aviv’de 20 bin hektar arazi kiralama talebini
reddederken, bugün Filistin’in Araplara ait olduğunu ve bu durumu değiştirmek
için dini veya siyasi bir nedenin bulunmadığını, devletin kendi elleriyle bir
Arap-Yahudi sorunu yaratmasının tehlikeli olacağını düşünmüştü. Sultan
Abdulhamid Filistin’e olmamak kaydıyla İmparatorluk topraklarına Yahudi göçüne
karşı değildi. Mezopotamya, Anadolu veya Rumeli olabilirdi ama Sultan için
Filistin kırmızıçizgiydi. Ne
var ki Birinci Dünya Savaşı mevcut dengeleri değiştirmeyi başardı. Savaş
boyunca Arap kabilelere Birleşik Krallık kurma sözünü veren İngiltere bununla
özgürlük havarisi olmayı değil, bölgede yeni keşfettiği petrol sahalarını
kontrol edebilmeyi umuyordu. Ulaştırma,
Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’nın 1922 tarihli bir raporuna göre Birleşik
Krallık, Orta Doğu topraklarını gezegenin petrol rezervleri için temel
stratejik nokta olarak kabul ediyordu.
Bu önemine binaen bölge her halükarda kontrol edilmeliydi. Bir yandan Birleşik
Arap Krallığı sözü verilirken, öte yandan Siyonist harekete Filistin’de bir
“Yahudi Yurdu” hakkı tanıyan 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu’nun temel
mantığını yine Balfour’un kendisi açıklamıştı: “Kullanılan sistem pek önemli değil, yeter ki biz Orta Doğu’nun
petrollerini elimizde tutalım. Asıl önemli olan bu petrolün ulaşılabilir olarak
kalmasıdır.”
19.yüzyılın
sonları ile 20.yüzyılın başlarında Filistin’deki Yahudi nüfus toplam nüfusun
ancak %3 kadarını oluşturmakta ve Müslüman nüfus da %85’in altına
düşmemekteydi.
Bunun ise bölgede bir Yahudi Yurdu inşa etmek yahut Yahudi Devleti kurabilmek için
yetersiz olduğu açıktı. Siyonist hareketin önemli isimlerinden Yahudah Alkalai
“kutsal toprak”ların yeniden fethi için üç yol öngörüyordu; diplomasi, satın
alma ve kılıç.
Osmanlı Devleti’nin ve hassaten Sultan Abdulhamid’in Yahudilerin (Osmanlı
tebası bile olsalar) toprak satın almaya getirdiği kısıtlamalar bu yoldan
istenildiği kadar yararlanılmasına engel teşkil ediyordu. Britanya
hükümetinin tek Yahudi üyesi Lord Montagu Siyonist teşkilatı ülkenin
menfaatlerine aykırı, uğursuz bir amentüsü olan siyasi illegal bir örgüt olarak
tanımlasa, bir Yahudi Milleti’nin olmadığını dile getirip Filistin’in sadece
Yahudiler ve Hıristiyanlar için değil bundan çok daha fazla İslam için önemli
olduğunu ifade etse de, Birinci
Dünya Savaşı içinde gelen Balfour Deklarasyonu Siyonist hareket için diplomatik
bir başarı ve kazançtı.
Bu diplomatik kazancın fiili karşılığının görülmesi Filistin’e Yahudi göçünün
hızlandırılmasına bağlıydı. Sömürgeci bakış açısı, bir toprakta Beyazlar, yani
Batılılar oturmuyorsa orayı “boş” kabul ediyordu ve bu anlamıyla Filistin
“halksız”, “boş” bir topraktı. Öyleyse “halksız
bir toprak topraksız bir halka” verilmeliydi. Ancak
tüm bu göçlerle ilgili olarak Yahudi toplumunun ve Siyonist hareketin önemli
simalarından Martin Buber geçmişe yönelik bir öz eleştiri yaparken şunu
diyordu: “Bizler Filistin’e döndüğümüzde,
kesin ve asıl soru şu oldu: ‘Sizler buraya bir dost, bir kardeş, Ortadoğu
halkları topluluğunun bir üyesi olarak mı geliyorsunuz, yoksa sömürgeciliğin ve
emperyalizmin temsilcileri olarak mı?’” Bu, göçlerin amacına dair soruya herkes kendi
penceresinden bir cevap verebilirse de, emperyalist ülkelerin savunma paktı
NATO’nun eski genel sekreteri Joseph Luns göçler sonucunda kurulan Siyonist
İsrail rejimine yüklenen anlam ve vazifeye işaretle, “İsrail modern çağımızın en az masraflı paralı askeri olmuştur.”,
diyordu.
Yahudi ve Hıristiyanların kutsal kitaplarındaki kehanetlerden bağımsız olarak,
Hindistan yolunu emniyete almak
ve Süveyş Kanalı’nı korumak için İngiltere, böylesi az masraflı bir paralı
asker seçmişti.
Bu paralı asker, daha sonra, Çanakkale Boğazı ve Basra Körfezi’nin tamamını
gözetlemekte kullanılmak üzere, İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde en büyük
emperyalist güç haline gelen Amerika Birleşik Devletleri’nin hizmetine
girecektir.
Birinci
Dünya Savaşının sona erdiği 1918’de Filistin’deki Yahudi nüfusu çoğu Arap olmak
üzere 56 bindir. İngiliz işgali ve Balfour Deklarasyonu’nun da hukuki bir metin
olarak içinde yer aldığı, Milletler Cemiyeti tarafından onaylanan Manda Tasarısı
ile İngiliz mandası
altında geçen 13 senenin ardından 1931’de yapılan sayımda bu rakam, çoğu Avrupa
kökenlilerden oluşan 174 bin Yahudi’ye yükselmiştir. Bu sayım Nazi
Almanya’sında Hitler’in Yahudilere yönelik baskıları başlamadan yapılmıştır.
Yüzyılın başındaki %3’lük oran neredeyse altı kat artarak %17’e ulaşmıştır.
%2’lik arazi payı ise %6’ya çıkmıştır. Manda yönetiminin sona erdiği, Siyonist
hareketin kendisini bir “devlet” olarak ilan ettiği 1948’de ise Filistin’de arazileri,
sanayisi, şehirleri ve ordusuyla görünür hale gelmiş 640 bin Yahudi vardı. Dünyanın
dört bir yanından Filistin’e getirilen bu Yahudilerin yepyeni bir Yahudi türü
olduğu Menahem Beghin’in şu sözleriyle ortaya konulmuştu: “Savaşıyoruz, öyleyse varız. Kan, ateş, gözyaşı ve küllerden,
insanlığın yeni bir türü, bin sekiz yüz yıldan beri dünyada hiç bilinmeyen
yepyeni bir türü doğuyor: Savaşçı Yahudi… Öncelikle ve de özellikle, ilk
saldıran biz olmalıyız. Katillere karşı saldırıya geçeceğiz. Kan ve terden;
gururlu, yürekli ve güçlü bir nesil doğacak.”
III. Bölüm
Siyonizm’in Yahudi kimliğine etkisi
Beghin
yeni bir Yahudi türünü ilan etse ve bu yeni türün “devlet” kurma açıklaması
Amerika Birleşik Devletleri ve diğer Batılı ülkeler tarafından derhal kabul
edilse
ve yine Amerika diğer devletlerin BM oylamasında Siyonist rejimi tanımaları
için baskı yapsa da, bu yeni tür Yahudi’nin aslında bir Yahudi
olmadığını, böylesi bir Yahudiliğin asıl kavgasının bizzat Yahudilik ile
olduğunu düşünenler de vardı. Her şeyden evvel Yahudi kimliğini din ekseninde
tarif edenler Siyonizm’in öncülerinin kendilerini tarif ettikleri metinlere
dayanarak onları bu metinler kapsamında reddediyordu. Theodor Herzl’in
kendisini “Hiçbir dini eğilimin etkisinde
olmayan” “bir agnostik” olarak
tanımlaması Siyonist harekete karşı bir delil olarak kullanılıyordu.
Amerika’nın
sözü geçen Yahudi lideri Haham İzak Meyer, 1897’de düzenlenen Montreal
Konferansı’nda onaylanan önergeye şu ibareleri yerleştirmişti: “Bizler bir Yahudi devleti kurulmasına
ilişkin her türlü girişimi temelden reddediyoruz. Böylesi girişimler, Yahudi
peygamberlerinin ilk önce ilan ettikleri… İsrail misyonunun saptırılmış bir
anlayışını apaçık sergilemektedir… Bizler Yahudiliğin hedefinin siyasi ve milli
olmayıp manevi olduğunu beyan ediyoruz.” Martin Buber ise 1921’de yapılan
12.Siyonist Kongre’de, “Yahudi dini
kökünden koparılmıştır ve bu durum hastalığının özüdür. Bu hastalığın belirtisi
ise 19.yüzyıl ortasında Yahudi milliyetçiliğinin doğması olmuştur. Toprak
arzusunun bu yeni şekli, modern milli Yahudiliğin Batı’nın modern
milliyetçiliğinden neler aldığını gösteren yönüdür. (…) Bizler Yahudi
milliyetçiliğini bir halkı putlaştırma yanlışından kurtarmayı umuyorduk.
Başarısız olduk.”, ifadelerine yer veriyordu. Profesör
Judas Magnes ise 1942 yılında açıklanan “Biltmore Programı”nı eleştirirken, “Yahudi’nin yeni sesi silahların ağzıyla
konuşuyor… İsrail toprağının yeni Tevrat’ı şimdi budur. Dünya kendisini maddi
güç çılgınlığına kaptırdı. Yahudiliğin ve İsrail halkının bu çılgınlığa
kapılmasından bizi Allah korusun. Çeşitli ülkelerde dağınık halde yaşayan
kardeşlerimizin büyük çoğunluğunu putçu bir Yahudi anlayışı ele geçirmiştir.”,
diyordu.
Albert Einstein da Siyonist harekete eleştiri getiren Yahudi simalardandı.
1938’de o, şunları kaydediyordu: “Yahudiliğin
temel karakteri hakkında edindiğim şuur, ne kadar mütevazı olursa olsun,
sınırları, ordusu ve dünyevi bir iktidar projesi olan bir Yahudi devleti
fikrini kabullenmiyor. Saflarımızda dar bir milliyetçiliğin gelişmesiyle
Yahudiliğin uğrayacağı dahili zarardan endişe ediyorum. Bizler artık
Makkabeliler dönemi Yahudileri değiliz. Kelimenin siyasi anlamıyla yeniden
millet olmak, cemaatimizin peygamberlerimizin dehasına borçlu olduğumuz
ruhanileşmesinden yüz çevirmek demek olacaktır.”
Bir Yahudi devletinin kurulması fikrine karşı çıkanlar bunu “Tevrat bizim vatanımızdır” ifadesinde yükselen
Yahudi geleneğine ters buluyorlardı.
Siyonist
projenin Yahudi kimliğini saptıracağına dair endişeler ve bu projeye itirazlar
Siyonist İsrail rejiminin vücut bulmasından sonra da devam etmiştir. Siyonist
İsrail rejiminin ilk cumhurbaşkanı Chaim Wiezmann, “Biz belki eskici oğullarıyız ama peygamber torunlarıyız. Dünya, kral
olan atalarıyla gurur duyabilir. Yahudiler insanlığa adalet tutkusunu, evrensel
kardeşliği ve Dünya’da Barış Mesihsel Vizyonu’nu (Tanrı’nın bütün dünyanın
kralı olacağı ve o gün Tek ve İsminin Tek olacağı) öğretenlerin soyundan gelmiş
olmaktan gurur duymayı tercih eder”, dese de, 1960’da
American Council for Judaism “İsrail
hükümetinin bütün Yahudiler adına konuşmaya hakkı olmadığını” ve “Yahudiliğin bir milliyet değil, bir din
meselesi olduğunu”, beyan etmiştir. Profesör
Benjamin Cohen’e göre Begin ve Şaron’un hedefi “Filistinlileri halk olarak, İsraillileri ise insani varlıklar olarak
nihai tasfiyeye tabi tutmaktır.”
Kont Folke Bernadotte tarafından hazırlanarak Eylül 1948’de Birleşmiş
Milletler’e sunulan raporda yer alan ifadeler Filistinlilere yönelik muamele
açısından Cohen’i doğrular niteliktedir: “Çok
geniş çaplı Siyonist yağmalar yapılmakta ve görünürde askeri bir zorunluluk
yokken köyler yakılıp yıkılmaktadır.”
Özünde
Batı tarzı bir milliyetçilik olan Siyonist hareket Yahudi kitleleri motive ve
seferber edebilmek için Yahudilerin sıkıntısını
olduğu kadar Yahudi müktesebatını da kullanmıştır. Müstakbel “Yahudi Devleti”ni
kurabilmek için Herzl, Yahudi din adamlarının teşkilatın hizmetinde ve devletin
emrinde çalışan mağrur bir tabaka olmasını öngörüyordu. Bu
yolla Siyonist hareketin sapkınlık telakki edilen usul, yorum ve eylemleri dini
bir kisveye büründürülecekti. Nathan Weinstock, Siyonist inanışın Hz. Musa’nın
dinine sarılmaktan başkaca tutanağı olmadığını, “seçilmiş halk” ve “vaat
edilmiş toprak” kavramları olmadan Siyonizm’in temelinin çökeceğini ve bu sebeple
Siyonistlerin bu yöndeki dini inancı güçlendirmek zorunda olduklarını ifade
eder. Buber’e
göre “Öncüler Filistin’e hayatlarının
anlam ve amacını başka hiçbir yerde bulamadıkları için geliyorlardı.”
Bu ise, yerlerinden ayrılmak istemeyen Yahudileri “dayanılmaz bir kudretin bir araya gelme çığlığını oluşturan”
efsane ile motive etmek isteyen “agnostik” Herzl için uygun bir araçtı.
Eski Ahit’in dindar ve fakat Batılı milliyetçilik anlayışı ile saptırılmış bir
okuması vaat edilmiş toprağa dönüş için Mesih’i beklemeyi değil, Yuşa peygamber
gibi savaşmayı gerektiriyordu. Siyonist yöneticiler için agnostik veya ateist
olmaları önemli değildi zira Filistin onlara Allah tarafından verilmişti. Bunun
için Moşe Dayan, “Eğer biz Tevrat’a
sahipsek, eğer biz kendimizi Tevrat’ın sahipleri olarak görüyorsak, o zaman
bizler Tevrat’ın topraklarına da sahip olmak zorundayız” ve Yoram Ben
Porath, “Araplar bertaraf edilmeden ve
onların topraklarına el konulmadan Siyonizm’den de Yahudi devletinden de
bahsedilemez”, diyordu.
Yahudi devletinin kurulması en öncelikli meseleydi. Öyle ki, Avrupa
Yahudilerinin Hitler’in zulmünden kurtarılması bile bunun önüne geçemezdi. Beghin’i “İsrail’in
birliği rüyasını gerçekleştirmek için bütün Arapları imha etmeye ve bu kutsal
gaye için bütün vasıtaları kullanmaya hazır bir ırkçıdır.”,
şeklinde tarif eden Ben Gurion, bu önceliği, “Bizler yalnızca bu
çocukların hayatını değil, İsrail halkının tarihini de düşünme zorundayız”,
sözleriyle açıklamıştı.
Yahudi
inancının bazı mistik öğeleri de Siyonizm’e hizmete seferber edilmiştir.
Yahudilerin Mısır’dan kurtarıldıkları tarih olan –İbrani takvimine göre- 15 Nisan ile Yahudi çetesi Hagana’nın Hayfa
limanını ele geçirdiği tarihin denk gelmesi ile,
Mısır’dan çıkıp “vaat edilmiş toprak”lara
giderken çaldıkları Şofar’ın Siyonist
İsrail rejiminin 1967’de Kudüs’ü işgali sırasında Batı Duvarı’na (Ağlama
Duvarı) çıkan baş haham tarafından çalınarak bu sahnenin radyo ve televizyonlar
aracılığıyla tüm dünyaya aktarılması bir kehanetin gerçekleşmesi olarak
sunulmuştur. Böylesi bir hareketle
Siyonist akıl, Mesihi Çağ’a bütün dünyaca duyulacak Şofar sesiyle girileceği inancını taşıyan Yahudi kitleye Siyonist
rejimin meşruiyeti açısından bir mesaj yolluyordu.
Siyonist İsrail rejimi Şofar’ın çalındığı bugünü Yahudiliğin daha evvel hiç
bilmediği bir bayram günü olarak da ilan ediyordu: Yom Yeruşalim.
Siyonist
İsrail rejimi dini müktesebatı ve efsaneleri kullanarak Yahudi kimliği
açısından meşruiyetini ispata çalışsa da, Yahudilik İçin Birlik’in eski başkanı
Haham Elmer Berger, İsrail devletinin mevcut yerleşiminin Kitabı-ı
Mukaddes’teki vaadin yerine getirilmesi şeklinde yorumlanamayacağı, İsrail’in
politikalarının Yahudi kimliğinin manevi yönünü mahvettiği, Siyonistlerin Allah
ile Yahudi halkı arasındaki ahdin yeniden kurulmadan Siyon’da kurduğu devletin
ahlaki değerlerle değil, askeri güç ve ittifaklarla var olduğu ve bu devletin
Mesihi bir dönem adına hareket ettiğini söyleme hakkı olmadığı hususunda
ısrarcıdır.
Menahem Beghin, “İsrail peygamberinin
toprağı İsrail halkına teslim edilecektir. Tamamı ve ilelebed.”,
dese de, dünya içinde bir gettoya dönüşen
Siyonist rejimin mahiyetinin Yahudi dini ve kimliği açısından geldiği noktayı
Profesör İsrael Şahak şöyle ifade ediyor: “Bana öyle geliyor ki, Yahudi halkının büyük
çoğunluğu Tanrı’sını kaybetti ve O’nun yerine bir put koydu, tıpkı bir
heykelini dikmek için, uğruna bütün altınlarını vererek diktirdikleri altın
buzağıya çölde taptıkları zamanki gibi. Onların modern putunun adı İsrail
devletidir.”
Sonuç
İnsanlık
ailesinin tek bir yaratıcının hâkimiyetine tabi olması gerektiğini dile getiren
seçkin insanlara sahip İbrani halkının “ahit”, “sadakat” ve “adalet” temelinde
yükselerek tüm insanlığa sunulması gereken inançlarını yaymak yerine, bu
inançlarını toprak esaslı Batılı milliyetçilik anlayışının bir ürünü olan
Siyonist hareketin saldırgan doğasına iliştirmeleri Yahudi kimliğinin kendi
doğasının dışına taşmasına ve böyle tanınmasına yol açmış, en nihayetinde,
iletişim çağında Yahudiler, Siyonist İsrail rejiminin duvarlarla çevirdiği bir
gettoda Amerikan emperyalizmine hizmet eden kimselere dönüşmüştür.
Yahudi
kimliğinin kendi eksenine dönmesi Siyonist İsrail rejiminin esaretindeki
Yahudilerin özgürlüğe kavuşturulmasına bağlıdır. Bu da, her şeyden evvel,
tarihin akışına yönelik emperyalist müdahaleyi tartışmak/ reddetmek ve samimi
tüm tarafları Yahudi halkının “yeniden
çıkış”ı için mücadeleye davet etmekle olacaktır.
KAYNAKÇA
Kitaplar
Abit Yaşaroğlu,
Yahudilik ve Siyonizm Tarihi, Pınar Yayınları, İstanbul, 2013
Avlonyalı Ekrem Bey,
Osmanlı Arnavutluk’undan Anılar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2006
Clive Ponting, Dünya
Tarihi, Alfa Yayınları, İstanbul, 2011
Mehmet Evkuran, Sünni
Paradigmayı Anlamak, Ankara Okulu
Yayınları, Ankara, 2005
Nial Ferguson,
İmparatorluk, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2013
Rabi Benjamin Blech,
Nedenleri ve Niçinleriyle Yahudilik, Gözlem Yayıncılık, İstanbul,2003
Roger Garaudy, İlahi
Mesajlar Toprağı Filistin, Türk Edebiyatı Vakfı, İstanbul, 2011
Roger Garaudy, İsrail
Mitler ve Terör, Pınar Yayınları,
İstanbul, 2005
Salime Leyla Gürkan,
Ana Hatlarıyla Yahudilik, İSAM Yayınları, İstanbul, 2014
Şlomo Dov Goiten,
Yahudiler ve Araplar, İz Yayıncılık, İstanbul, 2011
Qyestein Noreng, Ham
Güç –Petrol Politikaları ve Pazarı-, Elips Yayınları, İstanbul, 2004
Yves Lacoste, Büyük
Oyunu Anlamak, NTV Yayınları, İstanbul, 2007
Yayımlanmamış Doktora Tezi
Işıl Işık Bostancı,
XIX.Yüzyılda Filistin, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Fırat Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dali, Elazığ, 2006
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi
Nazgul Sultanova,
İsrail’in Siyasi Yapısındaki Rus Yahudilerinin Rolü, Yayımlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Orta Doğu Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul
İnternet
Richard Holbrooke,
Washington’s Battle Over Israel’s Birth,
The Washington Post, 7 May 2008
Erişim tarihi:
19.12.2014
Rabi Benjamin Blech, Nedenleri ve Niçinleriyle
Yahudilik, Gözlem Yayıncılık, İstanbul,2003, s:35
Salime Leyla Gürkan, Ana Hatlarıyla Yahudilik, İSAM
Yayınları, İstanbul, 2014, s:15
Qyestein Noreng, Ham Güç –Petrol Politikaları ve Pazarı-, Elips Yayınları,
İstanbul, 2004, s:84
Richard Holbrooke, Washington’s Battle Over Israel’s Birth, The Washington Post, 7
May 2008
(http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2008/05/06/AR2008050602447.html?hpid=opinionsbox1)
Erişim tarihi: 19.12.2014
Başkan Truman’ın, “Üzgünüm
beyler, fakat Siyonizm’in başarısını bekleyen yüz binlerce insana cevap vermek
zorundayım. Benim seçmenlerim arasında yüz binlerce Arap yok ki!”, dediği
nakledilir. Bkz: Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:361