Paradigmanın İflası isimli
kitabında Fikret Başkaya evrensel bir iktisat biliminin olmadığı, bunun Batı’nın
bir dayatması olduğu iddiasını koçbaşı olarak kullanır. Böylece kapıdaki adam,
kapıyı nazikçe çalmamakta, kibirden ve sömürüden inşa edilen bu kalenin
muhafızlarını “gelenin kim olduğunu görmek üzere” surlara koşturmaktadır. Hali
hazırda kalenin avlusunda kapıyı nazikçe çaldıkları için içeri kabul edilen
onlarca insan vardır ve bunlar kurallara riayet edeceklerini peşinen taahhüt
etmişlerdir. İçerideki konuşmaları, gülüşmeleri ve hatta tartışmaları kalenin
kurallarına riayet ölçüsünde müsamaha ile karşılanmaktadır.
Kutsalın geri plana atılmasından
evvel siyasi yapılanmaların temel mantığını aynı inanç sistemini paylaşanların hâkimiyet
hakkına sahip olmaları oluşturuyordu. En üstte dini aidiyet ve bunun altında
yine görece etkileri ile kavim ve aşiret örgütlenmesi yer alıyordu. O dönemde
siyasi yapılanma kalesinin kuralı bu idi ve Fransız ihtilali ardından gelen
süreç kutsalın geri plana itilmesi ve siyasi yapılanmada dil ve kavim
birliğinin öne çıkarılması sonucunu doğurdu. Bu yönüyle ihtilalciler iktisat
bilimi kalesinin önündeki Fikret Başkaya mesabesinde idiler. Süreci etkileyen
sair unsurlar bir yana, şahit olduğumuz üzere bu koçbaşı kale kapısını yıkmayı
başardı ve hassaten son yüz elli yıllık serüvenimiz dil ve kavim birliği
üzerinde inşa edilmeye çalışılan devletlerin harcını kanlarımızla karma çabamız
olarak özetlenebilir hale geldi. Birçok farklı rengi, kültürü, anlayışı yüksek
basınç altında tutarak elmasa çevireceğini varsayan bu bakış açısı sadece
kutsala karşı durmakla kalmadı, tabiatın kanunlarına da itimat etmedi.
Müslüman coğrafya da insanlığın
bu tecrübesinden uzak değildir. Balkan kavmiyetçilikleri, Arap kavmiyetçiliği,
Türk/ Azeri kavmiyetçiliği, Fars kavmiyetçiliği ve bunlarla birlikte gelişen ve
fakat siyasi anlamda hedefe ulaşamayan Kürt kavmiyetçiliği Anadolu’nun
merkezinde ve çevresinde görülen kutsala karşı hareketlenmeler olarak telakki
edilebilir. Çerçeveyi genişlettikçe yerel düzeyde birçok kavim/ aşiret temelli
ayrışmayı da görebiliriz. Bu iddiaların sahiplerinin tümünün günümüz koşulları
içinde ileri sürdükleri husus bir toprağa bağlı olarak yaşadıkları ve bu
toprağın inkârı mümkün olmayacak şekilde uzun bir süredir meşru bir yolla
kendilerinde bulunduğudur. Bu bakış açısıyla, kavim ile toprak arasındaki bu
türden bir ilişki tüm diğer kavimler gibi kendilerinin de toprakları üzerinde
meşru bir siyasal örgütlenme kurma hakkına sahip olmaları sonucunu
doğurmaktadır. Bu iddianın sahipleri bu haklarının tanınmasını yahut en azından
buna yakın bir statünün belirlenmesini talep ederler.
Toprağı iskân eden unsurun hem
toprakla hem de o toprakta yarattığı medeniyetle irtibatı hilafsızdır. Ne var
ki, bir bütün olarak bakıldığında insanlık tarihi tek tek kavimlerin
serüveninden daha fazlasını ifade eder. Bir başka deyişle, insanlık tarihi
cımbızla çekilmiş herhangi bir kavmin serüveni değil, bir bütün olarak nihai
noktaya varma çabasındaki insanlığın bütüncül bir hareketidir. Bu bağlamda,
kavimlerin tarihi seyir içindeki vaziyetleri nihai hedefe nispetle sübut bulmuş
sayılmaz. Hal böyle olunca, insanlığı tümüyle aydınlığa çıkarmayan koşullara
dayanan ve bu suretle tarihin sonunu ilan eden her iddia şüphe ile karşılanmayı
hak eder.
Müslümanlar açısından insanlık
tarihi mükemmel olanda başlamış ve mükemmel olanda sona erecek bir süreçtir.
İslam insanın atası Adem’i (as) her bir insan için vaad edilen hedefe şahit
olmuş birisi olarak tasvir eder. Yine İslam insanın/ insanlık ailesinin
varacağı noktanın aydınlık olduğunu, insanın zulme meyyal yapısına rağmen
nihayetinde hayrın galebe çalacağını, bu noktada gaybi alemin varlıklarının
yürüttüğü tahminlerin, öne sürdükleri itirazların ilahi ilmin karşısında
anlamsız olduğunu ifade eder. Bu, her bir insanın şahsi ahvalinde böyle olduğu
gibi cemiyetlerin, kavimlerin ve daha büyük örgütlenmelerin seyrinde de
böyledir. İnsan, işlediği tüm kötülüklere rağmen hayra doğru yürüyen, bu
istidatta bir varlıktır.
Müslümanlar hem her bir insanın
hem de toplumların fiillerinin meşruiyet dairesinde kalmasını isterler ve en
genel anlamıyla bu meşruiyetin kaynağının Allah’ın insanlığa son mesajı olarak
kabul ettikleri Kuran’dan ve bununla birlikte son peygamber telakki ettikleri
Hz. Muhammed’in (as) işaret ettiği membadan kaynaklanması gerektiğini
savunurlar. Böylesi bir bakış açısı şeri ahkamın siyasi boyutunu da kapsar.
Peygamber ahlaki bir önder olduğu kadar aynı zamanda siyasi bir önderdir.
Peygamber’in işaret ettiği kişiler de böyledir.
Müslümanlar Peygamber’in sadece
Arap kavmine değil, insanlığın bütün renklerine ve bütün dillerine onları nihai
hedefe götürecek bir önder olarak gönderildiğini kabul ederler. Öyle ki,
Peygamber’in misyonu dünyadaki her noktayı ve her insanı kuşatacak
mahiyettedir. Bu kuşatma hem insanı/ nesli hem de toprağı ilzam etmektedir.
Neslin ve toprağın ilzamına dair Müslümanların öne sürdüğü teori, hâkimiyet hakkının
yeryüzünün vasat/ adil ve özünde mustazaf topluluğu olarak kendilerine
verildiği yönündedir. Bu noktada birleşseler de, nihai emrin kimde olacağına
dair ihtilaf farklı bakış açılarının gelişmesine sebebiyet vermiştir.
Müslümanlardan bir kısmı şartları sağlayan herhangi birisinin Müslüman toplumun
idaresini ele alabileceğini savunurken, bir kısmı Arapların belirli bir soyunun
bu işe ehil olduğunu ve bir diğer grubu da ancak Peygamber’in işaret buyurduğu
kişilerin (Ehli Beyt) bu işte salahiyet sahibi olduklarını söylemişlerdir.
Peygamber’in rıhletinden bu yana
Müslümanların büyük fetihler gerçekleştirdikleri, kudretli devletler
kurdukları, birçok toplumu İslamlaştırdıkları, İslamlaşan kavimlerin/
toplumların yeni dinamikler ve anlayışlarla büyük İslam ailesi içinde yer aldıkları
sabittir. Buna rağmen Müslümanların İslam’ın ileri sürdüğü nihai amacı tahakkuk
ettirdiklerini söylemek mümkün değildir: İlahi adalet devleti.
İlahi adalet devletinin tesisine
yönelik olarak İslam kaynakları Peygamber’in ardından idareyi ele alacak meşru
kişileri belirten bazı rivayetleri işaret ederler. Bu rivayetlere istinaden iki
ana ekol, Sünnilik ve Şiilik, insanlık ailesini İslam’ın kuşatıcı ikliminde
yaşatacak bir kişinin idaresinin gerçekleşeceğini, bu kişinin insanlık ailesi
hazır olduğunda zuhur edeceğini söyler. Muhammed Mehdi (as) olarak anılan bu
şahsın doğup doğmadığı, halen sağ olup olmadığı konusunda ihtilaf olsa da,
Müslümanlar onun muhakkak geleceği konusunda müttefiktirler. Sünniler onun
henüz doğmadığını ama muhakkak doğacağını ve gelip Müslümanları
birleştireceğini, ilahi adalet devletini kuracağını söylerken, İsna Aşeriyye Şiileri onun 12.İmam ve halen sağ olduğunu,
Allah’ın dilediği bir vakitte zuhur edip ilahi adalet devletini kuracağını ve
bu devletin İslam’ın hedeflerini kamilen gerçekleştireceğini savunurlar. Şii
kaynaklarda İmam Cafer Sadık’a (as) nispet edilen bir rivayet bunun “son devlet”
olacağını işaret eder. Bu rivayette İmam Cafer, “Bizim devletimiz son devlettir”,
demektedir. Her iki halde de, halen zulmet içinde olsa da, aydınlık bir geleceğe yürüyen insanlık ailesinden
bahsetmek mümkündür.
Müslümanlara göre İmam Mehdi
önderliğinde gelecekte kurulacak olan devlet mevcut halkları/ toplumları bir
sancak altında toplayacaktır. Her bir kavim İmam Mehdi’nin meşru idareci
olduğunu kabul edecek ve toprağın ve neslin/ halkın idaresinde onun hakkını
teslim edecektir. Bu zaviyeden yaklaştığımızda, bugün var olan halkların her
birinin hem toprakları hem de bizzat kendi varlıklarıyla birlikte ilahi adalet
devletinin birer şubesi olduğunu kabul etmek gerekecektir. Bir başka deyişle,
bu gün parçalanmış halde görülen kavimler ve topraklar aslında halen bir
bütünün içinde yer almaktadırlar. Bu da gelecekteki ilahi adalet devletidir. Bu
durumda, her ne suretle olursa olsun, bir toprağın doğal halkına/ kavmine
yönelik tehdit veya taarruz aslında İmam Mehdi’nin meşru idare hakkını
tanıyacak halka yönelik bir saldırı telakki edilecektir.
Kürdistan özelinde, Kürtlerin bu
coğrafyanın tarihi ve asli unsuru olduklarını, , bu coğrafyadaki diğer
halklarla birlikte varlıklarını sürdürdüklerini, kahir ekseriyetinin Müslüman
olduğunu ve mensup oldukları mezhepler sebebiyle ilahi adalet devletinin
kurucusu İmam Mehdi’ye inandıklarını ve onların da ilahi adalet devletinin bir
şubesi olduklarını yadsımak mümkün değildir. Bu durumda, Müslüman yahut gayrı
Müslim hiçbir kavmin/ gücün/ devletin İmam Mehdi’nin ilahi adalet devleti
üzerindeki halklara taarruz etmesinin meşru bir gerekçesinin var olduğunu
söyleyemeyiz. Bu bakış açısıyla, bu halkları temsil iddiasındaki kavmiyetçi
unsurlar da, bu halklara başka bir halkın/ kavmin varsayıma dayalı haklarına
binaen saldıran diğer güçler/ kavimler de haddi zatında ilahi adalet devletinin
şubelerinden birisinde bir savaş yürütmektedirler. Bu savaşta verilen her kayıp
İmam Mehdi’nin devletinde açılan bir yaraya tekabül etmekte ve şer’i sorumluluk
doğurmaktadır.
İlahi adalet devletini insanlığın
nihai noktası kabul edenler için bu noktaya kavimlerin tabii haklarının
tanınması ve telifi; barışın İslam’ın,
Peygamber’in ve İmam Mehdi’nin en temel düsturu olduğunun teslim edilmesi ile
gelinecektir.
Ulus devlet paradigmasına karşı
çıkan herkes Kürdistan’ın da son devletin/ ilahi adalet devletinin bir parçası
olduğunu ve yeryüzünde bozgunculuğun kaynağı olmayan Kürdistan’a yönelik her taarruzun
İmam Mehdi’nin meşru haklarına yapılan kabul edilemez bir saldırı anlamına
geldiğini yüksek sesle söylemelidir.