Dr. Gürkan Biçen
Uluslararası el-Mustafa Üniversitesi
Türkiye Temsilciliğinin 10 -11 Mart 2023 tarihlerinde İstanbul Eresin Topkapı
Otel’de düzenlemiş olduğu “Kur’an-ı Kerim Açısından Güncel Mes’eleler ve
Çözümler Konferansı”nın 10 Mart 2023 Cuma günü yapılan ilk oturumuna
üniversitenin temsilcisi Dr. Seyyid Vahid Kaşani ile Ehli Beyt Mektebi alimi koordinatör Yusuf
Tazegün'ün davetiyle iştirak ettim.
Konferans Cuma namazının
akabinde, otelin konferans salonunda icra edildi. Katılımcıların not
alabilmeleri için otel tarafından masalara bırakılan kâğıt, kurşun kalem, su ve
su bardağının yanında üniversite tarafından hazırlanan, konferansa özel bir
ajanda ile tükenmez kalem ve yine üniversitenin bugüne kadar yayımlamış olduğu tercüme
ve telif Türkçe eserleri gösteren bir kitap kataloğu da bulunmaktaydı. Katılımcıların
ihtiyaç duymaları halinde kullanacakları simultane tercüme cihazları da hazırdı.
Konferans Türkçe ve Farsça icra edildiğinden, sunumlar simultane olarak her iki
dile de tercüme edilmekteydi. Yine konferans süreci üç ayrı kamera ile kayda
alındı ve https://www.youtube.com/watch?v=P7apip-Jarg
adresinde yayımlandı.
İlk oturumun tüm bölümleri Yusuf Tazegün’ün idaresinde gerçekleştirildi. Konferans Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Temel İslam Bilimleri Bölümü, Hadis Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Bayram Kanarya ile el-Mustafa Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Muhammed Ali Rızai İsfahani’nin sunumları ile başladı. İlk söz Doç. Dr. Bayram Kanarya’daydı.
Doç. Dr. Bayram Kanarya “Kur’an’da
İlim ve Bilgi Ahlakı” konusunda yaptığı sunumda öncelikle kavramsal altyapıya
dair bilgiler verdi. Bu cümleden olmak üzere, Kur’an’da ilimle ilgili kullanılan
kelime ve kavramları işaret ettikten sonra ilimlerin tasnifini açıkladı. Bu
noktada nakli ve tecrübi ilimlerin bir biriyle ilişkisine ve ulema kavramının
geçmiştekine nazaran daralan bir anlamı ifade ettiğine değinen Kanarya,
günümüzde ulema kavramından anlaşılanın sadece nakli ilimlerdeki ihtisas sahibi
olan kişilerden ibaret olduğunu belirtti. Bir başka ifadeyle, Kur’an ilimleri
olarak da sayılabilecek tefsir, hadis, fıkıh ve bunlara bağlı diğer ilimlere
vakıf kişiler alim olarak anılırken, tecrübi ilimlerin uzmanlarının bu sınıftan
sayılmamasının anlamda daralmanın bir sonucu olduğunu, bunun ise genel olarak
menfi neticeler doğurduğunu dile getirdi.
Kanarya’ya göre, cehlin karşıtı
olan ilim insanın atası Adem’i diğer varlıklardan ayıran ve üstün kılan asli
unsurdur. Adem, dolayısıyla insan, yakini bilgi sebebiyle üstündür ve bu da
zanna dayalı hususların asli değere sahip olmadığını gösterir. Allah’ın ilmine
dayalı olan Kur’an ilimlerin hem elde ediliş hem de kullanılış
yollarına/şekillerine büyük önem verir. İlmin kaynaklarından biri vahiydir ve
vahiy ilahi dinlerin temel referans noktasıdır. Bu vahyin muhatabı olan kişiler
onun açıklamasını da yapacak olanlardır. Bunlarla birlikte bazı insanların da
ilmi kavrama ve açıklamada üstünlük sahibi olduğu kabul edilir. İlimde
derinleşenler (Rüsuh sahipleri) bilginin yorumlanmasında da söz sahibi olurlar.
Ne var ki Kur’an’ın ve sünnetin müteşabihinde yorum tekeli veya mutlak yorum
bulunmamaktadır. Bir başka deyişle, tefsir ve fıkıhta muhkem olmayan ayetlerin
izahı kesinlik ifade etmez. Öte yandan, tecrübi ilimlerin birikiminin
aktarılmasıyla oluşan “müktesep ilim” de sürekli değişebildiğinden bunlara da
kesin bilgi olarak değil, mevcut şartlarda ve zaman diliminde ulaşılan nokta
olarak bakmak gerekmektedir. Bunlara dair bilgiler zamanla değişebileceğinden,
yanıltıcı olabilir.
İlimlere dair bu izahattan sonra
Kanarya, ilmin alime yüklediği ahlaki sorumluluklara işaret etti. Bu
sorumlulukların ilki, alimin sorumluluk sahibi olmasıdır. Bir ilmi yüklenen
kişi o ilmin sorumluluğunu da yüklenmiş olmalıdır. Bu, ilmin gereğine riayet
anlamına gelir. Riayetin neticesi ise alimin ilmi ile amel etmesidir. Bu ilim
hem alimi hem de toplumu müspet yönde dönüştürmelidir. Yine alim ilmini kötüye
kullanmamalıdır. Hassaten Kur’an ilimlerinde alim, ilim ve irfan yoluyla tevhid
inancına ve bu inancın gereklerini yerine getirme noktasına varmalıdır. Şayet
alim bu vazifesinden yüz çevirirse topluma karşı sorumluluklarından imtina
etmiş olacaktır.
İlk oturumun ilk bölümünün ikinci
sunumunu el-Mustafa Üniversitesi’nden Prof. Dr. Muhammed Ali Rızai İsfahani
yaptı. İsfahani Kur’an ve Sünnet’in kaynak oluşunun illetini açıklayarak
başladığı sunumunda, bilgiye ulaşma yollarına ve bilimin yönlendirici gücüne
işaret etti. Günümüzde Müslümanların Batı dünyası karşısında geri kalmasının
sebeplerine değinen İsfahani, pozitif bilimin insani duygu ve ahlaki
yükümlülükten arındırılması halinde kötülüğe kapı aralayabileceğini, bunun en
bariz örneğinin atom bombası ile Hiroşima’da katledilen yüz kırk beş bin kişi
olduğunu söyledi. İsfahani, İran İslam Cumhuriyeti’nin de teknik olarak bir
atom bombası yapma kapasitesinde olduğunu ancak İnkılab’ın Rehberi Ayetullah
Seyyid Ali Hamanei’nin bunu haram kabul ettiğini ve asla cevaz vermediğini dile
getirdi ve bu durumun dinin ahlaki boyutunun insan hayatına yön vermesinin bir
örneği olduğunu vurguladı. İslam açısından, tecrübi ilimlerdeki gelişme insan
hayatı ve onurunu korumaya hizmet etmelidir ve böyle olduğundan anlamlıdır. Bu
da manadan ve ahlaktan arındırılmış bir bilimin muteber sayılmaması demektir.
Bir başka ifadeyle, ilmi kıymetli kılan ona yüklenen ahlaki mana ve duruştur.
Konferansın ilk oturumun ikinci
bölümünde Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü
Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hasan Ocak ile Ehli Beyt alimlerinden Yusuf Töre yer
aldılar. Doç. Dr. Hasan Ocak’ın Kur’an ve Ahlak’a dair anlamıyla başlayan bu
bölümde, Ocak, Müslümanların bugün yüzleşmek zorunda kaldığı meselelerin
temelinde ahlaki çöküşün yer aldığını, Kur’an bütünlüğe sahip bir kişilikten
bahsetmesine rağmen günümüzde Müslümanların parçalanmış bir kimlikle
yaşadıklarını kendi tecrübelerinden de istifade ederek açıkladı. Ocak’ın
çocukluğunda yaşadığı bir olayı naklederek, bu olayda yer alan şahsın
örnekliğinde parçalanan bir kişiliğin ahlaki duruş ve Müslüman oluşla
ilişkisini açıklaması kayda değerdi. Bu anlatıma göre, Ocak henüz 12 yaşlarında
bir çocukken, giyim kuşamından ve halinden Müslüman olduğu anlaşılan bir kişi,
kendisine gelerek talebe olup olmadığını sormuş ve Ocak’ın talebe olduğunu
söylemesi üzerine, talebeye zengin bile olsa zekat verilebilir, bu benim
malımın zekatı olan bir kilo altın bunu sana veriyorum, demiş ve bir külçeyi
Ocak’ın eline koyduktan sonra, sen bunu bana sat diyerek, Ocak’a o günün en
yüksek banknotunu vererek altını geri almış. Bu noktada Ocak, Müslümanlığını
öne çıkaran kıyafetiyle bu adamın yaptığı şeyin bir hile çabası olduğunu ve
bunun da ahlaki açıdan sorunlu bir duruşu yansıttığını vurguladı. Bu şahıs
fıkhın öngördüğü zekatı ödediğini ve daha sonra da altından oluşan malı ticaret
yoluyla geri aldığını varsaymaktaydı.
Ocak, ahlak ile insan hürriyeti
arasında doğrudan bir ilişki olduğunu dile getirerek, tercih imkanı olmayan
veya bilinçsizce yapılan amellerin ahlaki değer açısından kıymetinin
bulunmadığını ve bu noktada niyet bahsinin önemini vurguladı. Niyetin bizim
amele yönelik bilincimizi açığa çıkardığını söyleyen Ocak, İslam açısından
ahlakın birinci kaynağının vahiy ve ikinci kaynağının da sünnet olduğuna işaret
etti. Bugün bütün bu kaynaklar elimizde olsa da bunu amel düzeyine taşımakta
eksik olduğumuzu ifade eden Ocak, yaşanan kavram kargaşalarına da işaret etti.
Ocak’ın vurguladığı bir diğer
husus ise ahlakın salt bir bilim değil, yaşanması gereken bir hal olduğu
yönündeydi. Ahlak elbette ilmi kural ve usullere, kendine has bir ıstılaha
sahipti ancak bütün bunları bilmek kendiliğinden ahlaklı olmayı
sağlamamaktaydı. Ahlaklı olmak tüm bunların amele dönüşmesine bağlıydı. Bu amel
günlük hayatın her noktasını kapsamalıydı. Sözün burasında Ocak, İslam tarihi
açısından önem arz eden Muhacir ve Ensar kavramlarına değinerek, bu kavramların
bugünlerde sıklıkla kullanıldığını ama içeriğine dair bir bilincin oluşmadığını
söyledi. Yine Ocak’a göre kapitalist değerler ve şartlar altında Müslümanların
bir kısmı ahlakın bir boyutu olan insaftan da yüz çevirme noktasına
gelmişlerdi. Bunun yakın örnekleri kiracı – kiralayan ilişkilerinde
görülmekteydi.
Ocak’ın konuyu hem şahsi
tecrübeleri hem de güncel vakalarla ilişkilendirerek anlatması kavramların ete
kemiğe büründürülmesi açısından önemliydi ve katılımcılar üzerinde de etki
yarattı, diyebilirim.
İlk oturumun ikinci bölümünde yer
alan Ehli Beyt alimi Yusuf Töre ise İslam açısından ahlakın temel hedefinin
kötü huyların giderilip iyi huyların yerleşmesi yönünde bir değişim olduğunu,
Kur’an’ın ahlaktan bahsederken onu hep iyi hasletlere işaretle sunduğunu
söyledi.
Töre, Kur’an’ın eğitim metotları
arasında “rol model” belirlemenin yer aldığını, Kur’an kıssalarında adı geçen Yahya,
İbrahim ve diğer peygamberlerin sıfatlarının da belirtildiğini ve böylelikle
insanlara bir rol model sunulduğunu ifade ederek, sözün gücünün amele dönüşmesi
halinde etki yaratacağını vurguladı. Bu noktada Töre, ahlakın sahipsiz
olmadığını, Hz. Peygamber’e bağlı olduğunu, ona tabi olanın ise Allah’a doğru
seyir halinde olacağını, bilgi ve amelin şart olduğunu dile getirdi.
Töre, ahlak bahsinde nihai
hedefin marifetullah olduğuna işaret ederek, bir insanın güzel ahlaklı
olmasının orta düzeyli hedef olduğunu, bu noktadan sonrasının gerçek anlamıyla
kulluğun başladığı nokta sayıldığını, Allame Tabatabai’nin insan nefsinin çamurdan
arınmasıyla gerçek kulluk aşamasına geçtiğini düşündüğünü ifade etti.
İlk oturumun ikinci bölümünden
sonra yirmi dakikalık bir ara verildi. Bu arada mutad ikramlar sunuldu.
İlk oturumun üçüncü bölümünde
sırasıyla Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler
Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Çevik ile el-Mustafa
Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Seyyid Ahmed Gaffari sunum
yaptılar.
Prof. Dr. Mustafa Çevik günümüzde
Müslüman dünyanın temel sorunlarından birinin kişi, toplum ve devlet arasındaki
ilişkilerde görünen karmaşa olduğunu, bu ilişkilerin felsefi dayanaklarına dair
düşüncelerdeki belirsizliği dile getirerek, yapay zeka, özgürlük,
biyoteknoljiler gibi hususların geleceği şekillendirme açısından önemi ve
problemli alanları işaret etti.
Çevik’e göre, her şey makuliyet
esasları içerisinde cerayan etmektedir ve insan iradesi ve hürriyeti bir nevi
müdahaleci özelliğiyle bu kozmik makuliyet içerisinde özellikli alanı
oluşturmaktadır. Kozmik makuliyet denildiğinde ise “Cisimlerin işleyişi
içindeki doğal yapı ve kuralların varlığı”, “Logos – anlam ilişkisi”, “insanlar
arası ilişki”söz konusu edilmektedir. Bu düzlemde logos anlamı, bilim doğayı,
hukuk insan ilişkilerini oluşturmakta/ifade etmektedir. Nesneler arası
mantıklılık bilimi, biçimler arası mantıklılık ve insanlar arası mantıklılık
ise hukuk ve değerler sistemini geliştirir. Böylece makro düzeyde bir
kural/uyumluluk oluşur. Bu noktada şuna dikkat edilmelidir: Her alanda makro
ilkelere yaklaşmak tek tipçiliği getirebilir ama sınırsız bir görecelilik de
hakikatin buharlaşmasına yol açar.
Çevik, insan zihninin temel özne
olduğunu, ortak değer, ortak akıl ve makul hukukun devletin kaynağı sayıldığını,
devletin ise gücünü ideolojiden değil, ahlak ve hukuktan alması gerektiğini
dile getirdikten sonra, doğa bilimlerinin mantığını anlamanın faydalı ama bunu
yönetmeye kalkmanın tehlikeli bir tutum olduğunu vurguladı. Zira logos bir
anlamıyla nomos yani kuraldır. Doğada kural vardır ama insan-doğa ilişkisi
düzensizdir. İnsan kurala uydukça düzen yaygınlaşır ve sorun azalır. Hukuk
düzeni açısından da bu böyledir. İnsanın medeniyet seviyesini ahlak, hukuk ve
dinin oluşturduğu kurallara riayet belirler. Kuralsızlık ise vahşiliğin,
barbarlığın bir göstergesidir. Ancak kuraldan anlaşılması gereken illaki yazılı
kurallar değildir. Zihni aktarıma uygun olan örf de kurallı dönemi ifade eder. Bu
anlamıyla insan türünün tümüyle vahşi olduğu bir dönemin varlığına dair
Antropolojik varsayım bir spekülasyondan ibarettir.
Görüldüğü üzere Çevik’in sunumu
meselenin teorik temellerine yoğunlaşmış, kavramların açıklanması ve
ilişkilerin belirlenmesine tahsis edilmişti.
İlk oturumun son sunumunu yapan
Prof. Dr. Seyyid Ahmed Gaffari günümüzde ortaya çıkan iki akımı ele aldı.
Bunlar Mısır’da ortaya çıkan Neo-Mutezile ile Suudi Arabistan’da görülen
Neo-Selefilik idi.
Gaffari, Müslümanların uzun bir
zamandan bu yana “Müslümanlar niçin geri kaldılar?” sorusuna cevap bulmak için
gayret sarf ettiklerini, bu soruya verilen cevapların farklı bakış açılarını
yansıttığını ve aklı öne çıkarmaktan, selefin harfiyen takip edilmesine kadar
bir yelpaze sergilediğini ifade etti.
Gaffari, Mutezile ve Neo-Mutezile
arasında “İslami hükümlerin tarihselliği”, “Hubut ve benzeri anlatımların
gerçeklik değil metaforik ve temsili olduğunu” savunmak şeklinde beliren
farklar bulunduğunu dile getirdi. Ona göre, Neo-Mutezile pozitif bilimlere
büyük önem vermekte ve bilimin işaret ettiği hususların dinin yorumunda
kullanılması gerektiğini söylemekteydi. Bu noktada Gaffari, Neo-Mutezile’nin bu
tür görüşlerinin “pozitif ilimlerin ancak bir zaman ve mekana bağlı olarak ve
değişebileceği kabul edilerek” anlam ifade ettiği, “metnin örtülü yorumlarının
açığa çıkmasının tarihsellik anlamına gelmediği”, “Gadamer’in tarih felsefesi
üzerine bir bina inşa ettikleri” şeklinde eleştirilere maruz kaldığını söyledi.
Neo-Selefiler açısından ise
bunların İslam’ın ilk dönemindeki üç kuşağı kesin bir kaynak kabul ettiklerini
ve kendi aralarında da metot birliği olmadığını, tekfirci, cihadi, tebliği,
siyasi ve tenviri olarak sınıflandırılabilecek Neo-Selefilerin bulunduğunu dile
getiren Gaffari, bu akımın dayanak olarak ilan ettikleri sahabe, tabiin ve
tebe-i tabiin’in kendilerinin kaynak olduklarına dair hiçbir iddiası
bulunmadığını, hal böyle olunca, bu akımın temel iddiasının çürük olduğunu
vurguladı.
Konferansın ilk oturumu bu
suretle sona erdi.
Konferans İran ve Türkiye’nin
akademik hayatında yer alan, çeşitli sahalardaki ilim adamlarını bir araya
toplaması açısından önemliydi. Sunumların konuları ve ifade şekli yerinde ve
başarılıydı. Konferansın icra edildiği mekan ve sunulan imkanlar yeterliydi.
Bu konferans neticesinde, dinin
yorumunda kesinliği kabul etmeyen düşünce çerçevesinde, İran İslam Cumhuriyeti’nin
lideri Ayetullah Seyyid Ali Hamanei’nin İran’ın nükleer programının nükleer silahı kapsamayacağı,
nükleer silahın haram olduğu yönündeki fetvasının bir başka alimin güncel
yorumuyla ve fetvasıyla etkisiz kılınıp kılınamayacağını masaya yatıran yeni
bir program düzenlenebileceğine kanaat getirdim. Zira Batı dünyasının İran’a
yönelik argümanları arasında, ulemanın içtihat özgürlüğünün bir sonucu olarak nükleer
silahın haram olduğuna dair fetvanın da değişebileceği söylemi de
bulunmaktadır. Güncel bir mesele olarak ortada duran bu konu bu perspektifte
detaylı bir şekilde incelenebilir ve bu alanda kesin bir çerçeve çizilebilir.
Son olarak, konferansı düzenleyen ve tüm misafirleri en güzel şekilde ağırlayan Uluslararası el-Mustafa Üniversitesi Türkiye Temsilcisi Dr. Seyyid Vahid Kaşani ile Ehli Beyt Mektebi alimi koordinatör Yusuf Tazegün’e; konferans davetini kabul ederek, sunumda bulunan tüm hocalarıma ve diğer katılımcılara teşekkür ediyorum
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder