Gürkan BİÇEN
İslam İnkılâbı Rehberi Ayetullah
Seyyid Ali Hamaney’in dış politika danışmanı Dr. Ali Ekber Velayeti’nin ev
sahipliğinde 8–11 Aralık 2012 tarihleri arasında gerçekleştirilen, Müslüman
akademisyenlere istişare imkânı sağlamayı amaçlayan Müslüman Üniversite
Profesörleri ve İslami Uyanış Konferansı’na iştirak etmek üzere Tahran’daydım.
Konferansın ilk günü Tahran Üniversitesi’nde yapılan toplantı, tabii bilimler
koleksiyonunu ve ardından İran Atom Enerjisi Kurumuna bağlı Tahran Üniversitesi
Nükleer Araştırma Reaktörü’nü ziyaret ile geçerken, ikinci günde misafirler
Isfahan ve Meşhed şehirlerine götürüldüler. Açılış, oturumlar, sunumlar ve
komisyon çalışmaları ve kapanış merasimiyle sonuç bildirgesi ise 10 – 11 Aralık
tarihlerinde gerçekleştirildi. 70 ülkeden 700 civarında akademisyenin/
misafirin katıldığı bu konferansa ilişkin izlenimleri bu yazı ile
dikkatlerinize sunmak istedim.
Niçin “İslami Uyanış” tanımlamasına ihtiyaç duyuluyor?
Bilindiği üzere Orta Doğu’daki
halk hareketleri Tunuslu Muhammed Buazizi’nin Tunus’taki despot yönetimi
protesto etmek için kendini ateşe vermesinin ardından Aralık 2010 tarihinde
başlamıştı. 2008 – 2009’da gerçekleşen, Hamas’ın “Furkan Savaşı”, Siyonistlerin
ise “Dökme Kurşun Operasyonu” olarak isimlendirdiği Gazze’ye yönelik 22 gün
süren saldırılar sırasında Arap yönetimlerinin sergilediği korkakça ve yer yer
işbirlikçi tavır Arap halklarının bu yönetimler karşısındaki hissiyatını
derinden yaralamış ve tüm bunlar hayat şartlarındaki zorlukların giderek
artmasıyla birleşerek belli belirsiz bir beklentiye dönüşmüştü. Öyle ki, Mısır’daki Müslüman Kardeşler
teşkilatının milletvekillerinden Subhi Salih 2010 yılı Ekim ayı başlarında bir
sempozyumda yaptığı konuşmada, “1979’da
İran’da gerçekleştirilen ve zamanında Ortadoğu’daki en güçlü rejim olan Şahlığı
deviren tarzda bir inkılab” çağrısında bulunmuştu. Subhi Salih’e cevap
veren Wefd Partisi Yürütme Komitesi üyesi Ali el Selmi “Mısır’ı sevenler devrim
değil reform çağrısında bulunmalılar. Devrimler rejimlere değil halklara zarar
verir”, derken, Meclisteki reform yanlısı Değişim için Ulusal Birlik Partisi
üyesi George İshak ise Müslüman Kardeşler milletvekilinin cümleleri karşısında
çok şaşırdığını “Önce sivil bir devlet istediklerini söylediler. Şimdi de İslam
devrimi çağrısında bulunuyorlar? Tam olarak ne istiyorlar acaba?”, demişti.
Halk hareketlerinin başlamasıyla
birlikte Batı medyası kameralar önünde yaşananları “Arap Baharı” olarak
isimlendirdi. Batı medyasına göre halklar her türlü etkiden uzak bir şekilde,
hiçbir yönlendirmeye tabi olmaksızın hareket ediyorlardı ve despot yönetimleri
uzaklaştırarak demokratik yönetimleri tesis edeceklerdi. Bu halk hareketlerinin
Batı’nın müdahalesine yahut yönlendirmesine tabi olup olmadıkları ayrı bir
tartışma konusu olsa da, Norveç Araştırma Konseyi Petropol Programı sonuç
raporunu kaleme alan Qystein NORENG “Petrol Politikaları ve Pazarı” ismiyle
kitaplaştırdığı 2001 tarihli bu raporu bitirirken, “Bugünkü koşullar nedeniyle halkta oluşan kızgınlığın laik ve
özgürlükçü bir harekete kanalize edilmesi ve dini fanatizm ve terörizm
sebeplerinin yok edilmesi için tek yol; ekonomik, politik ve sosyal reformlar
yapılmasıdır. Petrol arzının güvenceye alınması, terörizm riskinin azaltılması
için Arap ve Müslüman dünyasının üyelerine bağımsızlık ve mülkiyet hakları
konularında Amerikalılar ve Avrupalılarla eşit biçimde davranılmalıdır”,
demekteydi. Küresel Yükselişler 2025 raporunda ise, “Bugünün Türkiye’sinde
yükselen İslamizasyonu ve ekonomik büyüme ile modernizasyonun büyük etkisini
görebiliriz”, ifadelerine yer verilmekte, Türkiye Batı’nın ayrılmaz bir unsuru olan
laikliğin Ortadoğu toplumlarında yükselen İslami partiler yoluyla da
işletilebileceğine örnek olarak sunulmaktaydı. Yine bu raporda, “Cezayir, Libya, Fas, Mısır ve Tunus gibi
Kuzey Afrika’nın bir grup önemli ülkesi 2025 yılına giden süreçte demografik –
demokratik bağları gerçekleştirme potansiyeline sahiptir ancak bu otoriter
rejimlerin fırsatların serbestleşmesini suiistimal edip etmeyecekleri belli
değildir.”, denilmek suretiyle bu bölgedeki otoriter rejimlerin
yöneticilerle yol ayrımına yaklaşıldığının işareti verilmekteydi.
İran ise mezkûr halk
hareketlerini halkların kendi kaderlerini İslami değerler doğrultusunda ele
alma arzusuna bağlamayı tercih ediyor ve bu durumu “İslami Uyanış” olarak
isimlendiriyordu. İran, despot yönetimlere karşı seslerini yükselten insanların
hürriyet, adalet, onur, temiz bir toplum, dürüst yönetim gibi öne çıkan ve tüm
idealist hareketlerin müştereken kullandığı sloganlarının yanında İslami
mesajlar içeren sloganlara ve beyanatlara da sahip olmalarını bu tezine delil
olarak getiriyordu. İran’a göre halk hareketlerinin kaynağı mescitler/ camiler
idi, halk İslam’ın özgürlükçü ruhu ile harekete geçmişti ve İran İslam
İnkılabı’nın muzaffer örnekliği onların şevkini arttırmaktaydı. Müslüman
Kardeşler’in milletvekili Subhi Salih’in tüm bu ayaklanmalar başlamadan evvel
yaptığı konuşmadaki sözleri, onun İran’daki gibi bir devrim istemesi İran’ın bu
bakış açısına haklılık payı kazandırmaktadır.
Halk hareketlerinin İslami
taleplere dayanıp dayanmamasından ayrı olarak, bir devlet olarak İran mevcut
hareketleri İslami alana yönlendirmekle mükelleftir ve bu sebebe binaen “İslami
Uyanış” tabirini kullanmaktadır. Zira bir İslam devletinin Müslüman halkların
bütüncül ve temelde barışçıl hareketine tepkisiz kalması, onlara bir yol
haritası çizmekten imtina etmesi beklenemez.
Kanaatimce İran da şu an bunu yapmakta, halk hareketlerinin İslami
unsurları üzerinden Müslümanların haklarını ve menfaatlerini koruyabilecek antiemperyalist
bir cepheyi var etmeye çalışmaktadır.
Birinci gün – Tahran Üniversitesi’ndeki toplantı
Konferansa iştirak etmek için
gelen misafirlerin bir kısmıyla Tahran’ın kuzeyindeki İstiklal Otel’den 8
Aralık Cumartesi sabahı ayrıldık ve Tahran Üniversitesi’nde düzenlenen
toplantıya geçtik. Toplantıda katılımcıları selamlayan Tahran Üniversitesi
Rektörü Prof. Dr. Ferhad Rehber İran’daki bilimsel çalışmalara, İran’ın İslam
Dünyası’ndaki üniversiteler ve akademisyenlerle işbirliğini geliştirme arzusuna
dair bir konuşma yaptıktan sonra tüm katılımcılarla ilişkilerini devam ettirmek
istediklerini, kendisiyle temas kurmak isteyenlere muhakkak cevap verileceğini
belirterek kişisel kartvizitini takdim etti.
Bu toplantının akabinde
katılımcılar ziyaret etmek istedikleri bölümlere göre üç gruba ayrıldılar. Ben
Tabii Bilimler Koleksiyonunun bulunduğu bölümü ziyaret edecek gruba katıldım ve
bu vesileyle daha evvel görmediğim çeşitlilikte bir koleksiyonu görme imkânı
buldum. Tahran Üniversitesi yüzlerce canlının dondurulup muhafaza edilmiş
hallerinden oluşan heyecan verici bir koleksiyon oluşturmuştu. Kuşlar,
balıklar, böcekler, kelebekler, sürüngenler ve diğerleri… Oluşturulması ve
muhafazası hayli zahmetli bir koleksiyona sahip olmaları takdire şayandı.
Bölümlerin ziyaretinin ardından
üniversitenin konferans salonlarından birisinde Rektör Yardımcısı Dr. Muhammed
Musavi tarafından yapılan sunuma iştirak ettik. Musavi bazı grafiklerle
İran’daki bilimsel çalışmaların 1979 ile 2009 arasındaki durumuna dair
istatistiki bilgiler verdi. Konuşmasının bir bölümünü İran ile Türkiye
arasındaki bilimsel çalışmaları kıyasa ayıran Musavi Batı Dünyası’nın bütün
desteğine rağmen Türkiye’nin 30 yıldır ambargolarla mücadele eden İran’ın ancak
yarısı kadar bilimsel faaliyet gerçekleştirebildiğini söyledi. Perdeye yansıyan
grafikte (ben bu çalışmayı kendisinden alıp inceledim) dikkati çeken şey
İran’ın sekiz yıllık tahmili savaş döneminde gerçekleştirdiği bilimsel faaliyet
sayısının aynı dönemde 12 Eylül İhtilali’ni yaşayan Türkiye’nin bilimsel
faaliyetinden daha yüksek oluşuydu. Öyle ki, 1980 ile 1990 arasında İran
Türkiye’yi beşe katlamış haldeydi. Türkiye ancak 2006 yılında bu oranı bir
katına indirmeyi başarmıştı. Bu tabloya göre en son tam yıl istatistiği 2008
yılına aitti ve İran’ın 24.732 yayınına karşılık Türkiye’nin 15.608 yayını yer
alıyordu. 2009 yılının ilk aylarının gösterildiği alanda ise İran’ın bilimsel
faaliyet sayısı 6.932, Türkiye’nin ise 2.737 olarak gösterilmişti. Türkiye’deki
bilimsel faaliyet sayısının arttığı yıllar ise Ak Parti hükümetinin
idaresindeki son on yıl olarak görülüyordu. 2002’de 2.841 yayın varken 2008’de
bu sayı 15.608’e çıkarılmıştı. İranlılar üniversitelerin başarı derecelerini
ölçümleyen kuruluşların İran’ın bölgede en başarılı üniversite yapısına sahip
olduğunu ilan ettiklerini söylüyorlardı.
İran’ın bilimsel faaliyetleri ve
Türkiye ile kıyası konu alan bu sunumun ardından üniversitenin ikramı olan öğle
yemeğine geçildi. Yeri gelmişken İranlıların porsiyon anlayışının bizimkiyle
bir alakasının olmadığını belirtmeliyim. Türkiye’de iki kişinin yiyebileceği
büyüklükteki porsiyonlar geliyordu ve bu ölçüye yabancı olanların birçoğu bu
yemekleri bitiremiyordu. Bu yemek esnasında, İranlıların gıda üretim sıkıntısı
sebebiyle ithalat bağımlılığı probleminden ziyade porsiyon büyüklüğünden dolayı
fazla tüketim ve israf içinde olabileceklerini düşündüm.
Bu toplantıların ve yemeğin
ardından dünyanın gözünün üzerinde olan mekâna geçtik.
Tahran Nükleer Araştırma Reaktörü
Öğleden sonra katılımcılardan bir
grup Tahran Üniversitesi bünyesinde bulunan Nükleer Araştırma Reaktörünün
bulunduğu binaya götürüldü. Burası uranyum zenginleştirme faaliyetinin bir
kısmının yürütüldüğü mekân olarak biliniyor ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun
denetimde bulunuyor.
Nükleer faaliyetlerin buradaki
kısmı hakkında bilgi veren mühendislerin eşliğinde önce reaktörün dışındaki
bölüme geçiyoruz. Mühendis, bir duvarı göstererek, bunun kalınlığının altmış
santimetre olduğunu ve ardında havuz bulunduğunu söylüyor. Bu duvarın
yüksekliği altı – yedi metreyi buluyor. Mühendise bu sistemin Avrupa’dakilerle
aynı olup olmadığını soruyorum. Birkaç Avrupa ülkesinde olduğunu söylüyor. Yine
sistemin güvenli olduğunu, Atom Enerjisi Kurumu’nun mutad denetimine tabi
olduğunu, en küçük bir risk ihtimalinde kapatılabileceğini ekliyor. Bu kısma
girerken, önce bir ara bölmeye alındığımızdan bunun gerekçesini de açıklıyor.
Demesine göre, reaktörün bulunduğu saha ile dışarısı arasında iki atmosfer
basıncı fark bulunuyormuş. Reaktörün bulunduğu alandaki basınç daha düşükmüş ve
buraya girmeden evvel dışarıdan gelecek akımı kesmek için bizi öncelikle ara
bölmeye almışlar. Ardından da bu kısma.
Yan taraftaki merdivenlerden
yukarı, havuzun bulunduğu mekâna çıkıyoruz. Yani az evvel dışında bulunduğumuz
altı – yedi metre yükseklikteki duvarın üst kısmına. Burada yaklaşık yedi
–sekiz metre uzunluğunda 3 - 4
metre genişliğinde bir havuz bulunuyor. Bunun derinliği
tahmin edeceğiniz üzere 6 – 7
metre kadar. Havuzun baş tarafında havuzun içine
daldırılmış bir kısım çubuklar, kablolar görünüyor. İçine bakıyorum. Yaklaşık
üç metrelik kısmı diğer kısmından daha derin iki ayrı havuza benziyor. Mühendis
nükleer reaktörün burası olduğunu söylüyor. Havuzdaki su durgun gibi görünse
de, içinde akım olduğunu anlatıyor. Su reaktördeki ısınmayı soğutma amaçlı
kullanılıyormuş.
Dünyayı meşgul eden bu küçücük
alandan ayrılmadan evvel ziyaretçilerden bir kısmı mühendis ile fotoğraf
çekilmek istiyorlar ancak mühendis kabul etmiyor. Nasıl etsin ki, şu ana kadar
en az beş nükleer bilimcinin şehit edildiği İran’da bu hayli riskli bir
harekettir. Buradan ayrılırken bize İran’ın nükleer çalışmalarını izah eden
dokümanlar ve hatıra kabilinden hediyeler veriyorlar.
Otele dönüyoruz ve
mihmandarlarımız yarın İsfahan ve Meşhed gezisi olduğunu, hangisine gitmek
istediğimi soruyorlar. Eylül ayında her ikisini de ziyaret ettiğim için otelde
kalmak istediğimi söylüyorum.
Muhabirlerle sohbet
Otel lobisinde misafirlerle
ilgilenenler olduğu gibi onların fikirlerini öğrenmek isteyen muhabirler de
bulunuyordu. Bu muhabirlerden birisi Orta Doğu’daki gelişmeler hakkında ne
düşündüğümü soruyor. Kendisine bunlara yalnızca İran’ın “İslami Uyanış” adını
verdiğini, Orta Doğu’dakilerin bile bunu böyle adlandırmadıklarını, bir devlet
olarak İran’ın Müslüman Orta Doğu halklarını böyle bir yöne sevk etme çabasının
makul olduğunu, zira bu hareketlerin halen de yönlendirilebilir vaziyette
bulunduklarını söylüyorum.
Muhabir İran ile Batı, hassaten
Amerika arasındaki ihtilafın sebebi hakkındaki fikrimi soruyor. Kendisine İran
ile Batı arasındaki ihtilafın nükleer mesele ile alakası olmadığını, problemin
kaynağının ideolojik olduğunu, İran’ın nükleer silah elde etmesi halinde bile
Batı’nın kendisine gerçek bir tehdit oluşturamayacağını zira Batı’nın tüm bu
silahlara fazlasıyla sahip olduğunu ancak Orta Doğu’da Batı menfaatlerine boyun
eğmeyen bir ülke olarak İran’ın kötü örnek teşkil ettiğini ve mevcut siyasi
sistemin Batı’nın İran karşıtı söylemlerini temelsiz bıraktığını, bu sebeple
Batı’nın durmasızın kara propaganda yolunu kullandığını, “Velayet-i Fakih”
teorisinin Batılı demokrasilerin hakikati ve adaleti sayılara bağlayan ve bu
sayıları da manipüle edilebilir kılan yaklaşımına karşı koyduğunu ve bunun da
Batılı sistemleri tartışılır hale getirdiğini söylüyorum.
Suriye meselesinde ne düşündüğümü
öğrenmek istiyor. Cevaben; Suriye’deki Baas rejiminin değişmesi gerektiğini
ancak bunun silahlı mücadele yoluyla olmayacağını, bu ülkeye akın eden
Harici/Selefi/Vahabi unsurların derin bir yanılgı içinde olduklarını, bunların
cihad etmediklerini ve eylemlerinin İslam ile alakası olmadığını zira
Suriye’nin hiçbir şekilde yabancı işgalinde olan bir ülke olmadığını, bu
anlamıyla Suriye ile Afganistan ve Irak’ı kıyaslamanın batıl olduğunu, bu iki
ülkenin Batılı güçlerin açık bir işgaline uğradıklarını ve oralara savaşmak
için gidenlerin ellerinde böyle bir delil bulunduğunu ancak Suriye’deki
meselenin tamamen bu ülkenin kendi halkının halledebileceği bir mesele
olduğunu, Suriye’deki rejimi silah zoruyla devirmek için gelen yabancı destekli
unsurların fiillerinin cihad değil katliam sayılması gerektiğini, bunların
varlığı sebebiyle Baas rejiminden memnun olmayanların bile sivil gösterilerden
çekildiğini, Suriye’de en büyük günahın Türk hükümetine ait olduğunu, temsil
kabiliyeti olmayan küçük grupları muhatap alan Türk hükümetinin bunları bir
araya getirip Suriye’deki rejimi yıkabileceğini umduğunu, olayların başında
Türk yetkilileri uyaran İranlı yetkililerin kaale alınmadığını, bunun sebebinin
Türk yetkililerin İmam Hamaney’den ziyade Barack Obama’ya iman etmiş olmaları
olduğunu, bu haliyle Türkiye’nin Suriye’deki kanın mesullerinden birisi ve
hatta en önemlisi olduğunu, Türkiye’nin insan hakları söyleminin
inandırıcılıktan uzak, hakikati örtmeye yarayan bir araç olduğunu, şayet
Türkiye insan haklarına önem veren bir ülke olsaydı Afganistan, Pakistan, Yemen
ve Afrika’da her gün onlarca insanı öldüren Amerika ile birlikte hareket etmeyeceğini
ama Türk hükümetinin Amerikan katliamlarına ortaklığı “Büyük devlet olmanın
gereği” olarak izah ettiğini söyledim.
Direniş hareketlerinin Suriye
meselesindeki tutumu hakkında sorulan soruya ise, Hizbullah Genel Sekteri
Seyyid Hasan Nasrallah’ın muteber bir insan olduğu, şu ana kadar bırakın
Müslümanları, düşmanlarını bile yanıltmadığı, kendisinin 2000 yılından bu yana
birçok kez Suriyeli yetkililere, Suriye halkına ve Esad’a Siyonistlerle
mücadelede gösterdikleri sebat ve destek için teşekkür ettiği, İslami direnişin
duruşunun yerinde olduğu, Türkiye’deki sözde İslamcılar gibi kaypak olmadığı,
direnişin de Suriye’de daha özgür bir toplum istemekle beraber bunun yolunun
silah olmadığına inandığı şeklinde cevap verdim.
Bir başka muhabir ise Gazze’de
yaşanan 8 gün Savaşı hakkında fikrimi öğrenmek istedi. Kendisine 2006 Hizbullah
– İsrail Savaşı sonrası Nasrallah’ın ortaya koyduğu Beyrut’a karşı Tel-Aviv
denkleminin Gazze’ye karşı Tel Aviv olarak gerçekleştiğini, füzelerin tahrip
gücünden çok Siyonistlerin güvenli kentler iddiasını yok etmekle işlevlerini
yerine getirdiğini, Fecr-5 füzelerini sağlayan İran’ın bu savaşın da kaderini
belirlediğini, böylelikle 2000 yılından bu yana Siyonistlerin başlattığı her
savaşın Müslümanların zaferiyle neticelendiğini ancak burada dikkat etmemiz
gerekenin İhvan idaresindeki Mısır’ın bir taraf değil arabulucu olarak
konumlandığı gerçeği olduğunu, Mısır’ın Siyonistlere verdiği doğalgazı
kesebilecekken bunu yapmadığını, yine diğer Arap ülkelerinin seslerini
yükseltmelerine rağmen Siyonistlere petrol vermeye devam ettiklerini, Türkiye’nin
sesinin ise ancak bir retorik olduğunu, tüm bu ülkelerin Filistin’de taraf
olmaktan uzak durduklarını ancak İran’ın açık bir taraf olarak bu çatışmada yer
aldığını söyledim.
Ben de muhabirlere ve
tercümanlara konferansa katılanlarla yaptıkları görüşmeler neticesinde
edindikleri izlenimi sordum. Bir muhabire göre katılımcıların birçoğu Orta
Doğu’daki halk hareketlerini önemsemekle birlikte bunları tam anlamıyla İslami
olarak nitelemenin mümkün olmadığını söylemişlerdi.
9 Aralık günü katılımcıların bir
kısmı Meşhed’e bir kısmı da İsfahan’a gittiler. Ben Tahran’da kaldım.
Konferansın açılış merasimi
10 Aralık sabahı otobüs ve
minibüslerle İstiklal Otel’in yakınındaki İran İslam Cumhuriyeti Radyo
Televizyonu’na ait (IRIB) konferans salonuna geçtik. Cumhurbaşkanı
Ahmedinejad’ın konferansa iştirak edecek olması sebebiyle güvenlik önlemleri
üst düzeydeydi. Salonun dışındaki emanet mahalline telefon ve el çantalarımızı
teslim ettik. Duyarlı kapıdan geçirilip salona alındık.
Dr. Ali Ekber Veleyati’nin başkanlığında
oturum açıldı. İran milli marşı ve Kuran tilavetinin ardından Velayeti
misafirleri selamladı. Velayeti Yatla Konferansı ile şekillendirilen sistemin
sonuna gelindiğini ve yeni bir yapılanmaya ihtiyaç duyulduğunu ifade etti.
Suriye meselesine de değinen Velayeti silahlı muhalefet ve El Kaide unsurları
eliyle ülkenin bütün alt yapısının ve insan kaynaklarının çökertilmeye
çalışıldığına dikkat çekti. Velayeti İran İslam İnkılâbı’nın 34 yıldan bu yana
tüm meydan okumalara cevap vererek sağ ve sol ideolojilerden farklı bir yerde
olduğunu ispatladığını ve bu suretle halklar üzerinde müspet bir etki
yarattığını sözlerine ekledi.
Velayeti’nin ardından kürsüye
gelen Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salihi’nin gündeme ilişkin konuşmasında
Suriye’den de bahsedildi ve silahlı çözüm arayışının yanlışlığına vurgu
yapıldı. Yine bu konuşmada muhaliflerin İsrail ve Amerika’ya karşı tutumlarının
açık olmadığı da dile getirildi.
Bir diğer konuşmacı olan
Cumhurbaşkanı Dr. Mahmud Ahmedinejad kelimenin tam anlamıyla salonu bir
üniversite amfisine çevirdi. Ahmedinejad misafirlere Mısır’dan, Suriye’den,
Siyonistlerden bahsetmedi. O, İslam’ın temelini ve insanın konumunu anlatan
konuşmasında üç şeye atıfta bulundu: Özgürlük, adalet ve sevgi.
Bu üçünü cem etmeyen bir
düşüncenin, hissiyatın İslami olmasını beklemenin boş olduğunu anlatarak, özgür
olmanın ancak Allah’a kul olmakla gerçekleşebileceğini ve adil olabilmenin ön
şartının özgür olmak olduğunu, adaletin ancak özgür insanlardan sadır
olabileceğini söyledi.
Açılış konuşmalarının ardından
belirlenen sıraya göre söz alan katılımcılar Batı’nın Arap Baharı, İran’ın ise
“İslami Uyanış” olarak isimlendirdiği Orta Doğu’daki halk hareketlerine ilişkin
kanaatlerini paylaştılar. Bu hareketleri İslami olarak tanımlayanlar olduğu
gibi bunların İslami olmaktan ziyade Batılı anlamda demokrasi yanlısı
hareketler olduğunu dile getirenler de oldu.
Konferansta konuşmalar sıklıkla
İngilizce ve Arapça yapıldı. İranlılar Farsçayı tercih ettiler. Aynı anda
yapılan tercüme ile konuşmalar (konuşulan dile göre) Farsça, Arapça, İngilizce,
Türkçe dillerine çevriliyordu.
Toplantının bu ilk bölümü genel
katılım ve tek oturum şeklinde gerçekleşti. Öğleden sonra beş komisyonun oluşturulacağı
ve bu komisyonlarda çalışılacağı açıklandı. Bu beş komisyon şunlardı: “İslami Uyanış: Tehditler ve Fırsatlar”,
“İslami Uyanış: Gelişme, Adalet ve Ekonomik Yönetim”, “İslami Uyanış ve Çağdaş
Dünyada Güç Dengesindeki Değişim”, “İslami Uyanış ve Dini Demokrasi” ve “İslami
Uyanış ve Üniversite Profesörlerinin Teori ve Misyonları” Ben “İslami Uyanış ve Çağdaş Dünyada Güç
Dengesindeki Değişim” isimli komisyona kaydedilmiştim. Komisyonlara kayıtta
bize bir tercih hakkı verilmediğinden, bu iş rast gele yapıldığından bu
çalışmalardan istenilen faydanın sağlanmış olduğundan şüpheliyim. Bana sorulmuş
olsaydı ben meseleye ilişkin bir kısım çalışmalarım olması hasebiyle “İslami
Uyanış ve Dini Demokrasi” komisyonunda yer almak istediğimi söylerdim.
Toplantının öğleden sonra
gerçekleşen kısmında güvenlik tedbirleri kaldırıldığından fotoğraf makineleri
ve cep telefonlarının salona sokulmasına müsaade edildi. Böylelikle anı
kabilinden birkaç fotoğraf çekme fırsatı buldum.
Komisyon çalışması
Bu komisyonda 50’nin üzerinde
katılımcı vardı. Hindistan’dan gelen bir bayan akademisyenin başkanlığında
yürütülen çalışmada katılımcılar Orta Doğu’da yaşanan son olayların bölgedeki
güç dengesini değiştirip değiştirmediği, değiştirdi ise bunun ne suretle
gerçekleştiği ve kimin lehine olduğu konusunu tartışacaklardı. Katılımcı
sayısının çokluğu konuşma süresini kısa tutma zorunluluğunu doğurmuştu ancak
Arap misafirleri susturmak mümkün değildi. Araplar birbirini tekrar eden,
konunun sınırlarını aşan basmakalıp konuşmalar yaptılar. Süreyi hayli aşan kimi
konuşmacılar “sabrımız için teşekkür” de ettiler.
Afrika’dan katılan siyahi
Müslümanlar Libya meselesinin büyük belirsizlikler içerdiğini, kaosun varlığını
dile getirdiler.
Katılımcıların ekseriyeti güç
dengesinin Müslümanlar lehine değiştiğini söylüyordu. Bu komisyonda ben de bir
konuşma yaptım. Konuşmam yaklaşık olarak şöyleydi:
“Bismillahirrahmanirrahim
Gemisinin yelkenleri dini
söylemlerle doldurulmuş ancak rotası emperyalist limanlara çevrilmiş bir
ülkeden, Türkiye’den geliyorum.
Muhammed İkbal 600 milyonluk
Hindistan’ı 60 bin İngiliz askerinin nasıl kontrol ettiği sorusunu, güç izafi
bir şeydir ve bir kısmı vehimden kaynaklanır, şeklinde cevaplar. İki yıl
öncesine kadar Orta Doğu’daki görünüm de böyleydi. Müslüman ülkelerdeki azınlık
askeri ve siyasi bürokrasi çoğunluğu idare edebiliyordu. Batı’nın Orta
Doğu’daki sopası Siyonist rejim ise tüm bu çoğunluğun (Müslüman halkların)
içindeki azınlıktı ve onlara galip gelebiliyordu.
İslam İnkılâbı’nın örgütlediği,
itikadi, fikri ve maddi açıdan şekillendirip mücehhez hale getirdiği İslami
Direniş 2000 ve 2006 zaferleriyle Orta Doğu’daki güç algısına yeni bir yön
vermeyi başardı. Hassaten 2006 zaferinden sonra Hizbullah Genel Sekreteri
Seyyid Hasan Nasrallah’ın, “Düşmanı ülkeden çıkaran direniş bilinen bir şeydir.
Temmuz Savaşı ile biz yeni bir durum yarattık; düşmanın ülkeyi işgalini
engelleyen direniş.”, şeklindeki sözleri tüm maddi unsurlarının yanında “güç”
kavramının algıya yönelik yüzünü de ortaya koyması bakımından dikkat çekiciydi.
Gazze’de tekrarlanan bu başarı Orta Doğu’daki güç dengesinin maddi imkânlarla
kıyaslanmasa bile, algısal olarak, değişmeye başladığını ortaya koyuyordu.
İslami Uyanış bu sürecin de izini taşımaktadır.
Bugün Batı dünyası bölgeyi elde
tutmak için çok daha yoğun bir çaba göstermek zorundadır. Tunus ve Mısır’da
diktatörlerin yıkılması eski sistemin tüm unsurlarının uzaklaştırılmasını henüz
sağlamamış olsa da, halkların kendilerine olan inancını etkilediği bir
gerçektir ve Batı açısından bu güvenin Arap emirliklerine sıçraması başlıca
korkuyu teşkil etmektedir.
Bu bir geçiş sürecidir ve bunun
en zorlu ve karmaşık biçimde yaşandığı yer Suriye’dir. Batı Dünyası Suriye’de
halkın talepleriyle değil, Orta Doğu’daki güç dengesiyle ilgilenmektedir. Suriye’nin ayakta kalması Katar, Bahreyn,
Suudi Arabistan gibi Amerikan şirketlerinin çöküşünün de başlangıcı olacaktır.
Mesele çok açıktır. Halkları
manipüle etmek için söylenen tüm yaldızlı sözleri aşıp Direniş ile birlikte
kalacak mıyız, kalmayacak mıyız, buna karar vermek zorunda olduğumuz bir
andayız. Kiminle, hangi bayrak altında olacağız, soru budur.
Hepinize teşekkür ediyorum.”
Komisyon çalışmalarının ardından
konferansın birinci günü nihayete erdi ve İstiklal Otel’e döndük.
Akşam Salı sabahı İmam Hamaney’in
huzuruna çıkacağımız ve sabah 8 suları hazır olmamız gerektiği söylendi.
Mihmandarım bir konuşma hazırlamamın mümkün olup olmadığını sordu. Elbette,
dedim. Kısa bir metin hazırlayıp kendisine verdim.
Konferansın ikinci günü
11 Aralık sabahı kahvaltıdan
sonra İmam Hamaney’in bizlere hitap edeceği yere girmemizi sağlayacak
kartlarımızı teslim ettiler. Daha evvel olduğu gibi yine yüksek güvenlik
tedbirleri altında İmam Hamaney’in bulunduğu bölgeye geldik. Burada kartlarımız
kontrol edildikten, duyarlı kapıdan geçirilip üzerimiz arandıktan sonra bahçeye
alındık. Mihmandarım bana İmam Hamaney ile yüz yüze görüşecek bir gruba
kaydedildiğimi söyledi. Bu benim için müthiş bir sürpriz ve jest olmuştu.
Yaklaşık yirmi kişilik bir grubu
halıfleksle kaplı boş bir salona aldılar. Burada yer minderleri üzerinde
oturuluyordu. İkram edilen çayın ardından bahçeye çıktık ve İmam Hamaney teşrif
etti. Bu heyecan verici bir andı. Bizlerle bir süre ilgilendi ve bu esnada ben
de belki ömür boyu bir kez ele geçecek bu fırsattan istifadeyle elini öpüp kendisine
sarıldım. İmam Hamaney’in otobüsüne dokunabilmek için bile İranlıların çaba
sarf ettiğini bilenler bu anın önemini idrak edeceklerdir. Buradan diğer
katılımcıların bulunduğu büyükçe bir salona geçtik.
Kuran tilavetinin ardından İmam
Hamaney kısa bir konuşma yaptı. Bizlerin omuzlarına yüklenen tarihi vazifeye
işaret etti. Konuşmasında İmam Hamaney, Amerika’nın Müslümanların hayrını
isteyeceğini varsaymanın çok büyük bir saflık olduğunu işaretle, bölge
halklarını on yıllardır esaret altında tutanın zaten Amerika olduğunu söyledi.
Düşmanların “İslami Uyanış”
sözünü duymaktan korktuklarını, bu tanımlamanın gündeme gelmemesi için gayret
sarf ettiklerini söyleyen İmam Hamaney Gazze’deki 8 Gün Savaşı’na da değinip,
“Aferin Hamas’a, aferin Cihad’a… Direndiler ve kazandılar”, dedi.
Programın bu kısmında söz alan
bazı konuşmacılar kendilerine tanınan süreyi yine aştılar ve bu sebeple benim
de aralarında bulunduğum diğerlerine konuşma imkânı kalmadı. Bunun sebebi ise
İmam Hamaney’in tüm programlarının namaz vakitlerine göre belirlenmiş
olmasıydı. Orada öğrendiğime göre İmam Hamaney namaz vakti girdiğinde tüm
meşguliyetleri bir kenara bırakıp namazı eda ediyormuş. Bu kaideye binaen
ezanla birlikte bizler de salondan ayrılmış olduk.
Hazırlayıp verdiğim ancak sunma
imkânı bulamadığım konuşma şöyleydi:
“Bismillahirrahmanirrahim
Hepinizi en içten duygularımla selamlıyorum.
Bizleri bir araya getiren, İran
halkının misafirperver ruhunu bizlere gösteren ev sahibimiz İslam İnkılâbı
lideri Ayetullah Seyyid Ali Hamaney’e teşekkürlerimizi arz ediyorum. Kendisinin
şahsında, İran ülkesini Müslümanların emrine veren Aziz İmam Humeyni’yi ve
İnkılab’ın tüm şehitlerini yâd ediyorum.
Muhterem Hazirun,
Tarihin kırılma noktasına şahit
olan bir nesiliz. İnsanlığın kendi kaderine hâkim olup aydınlığa ve tarih
sahnesine yeniden çıkma çabasına tanıklık ediyoruz. 1979 İran İslam İnkılâbı
sadece Müslümanların değil, Müslümanların şahsında ezilen, yoksul bırakılan,
toprakları ellerinden alınan, kaynakları yağmalanan, aşağılanan diğer halkların
da tarih sahnesinde yer alma iradesinin en güçlü örneği olmuştur. İnkılab Şah
rejimini yıkarken İbrahim’in baltasını da büyük şeytanın beynine indirmiş,
hakkın kelimeleriyle batılı zelil etmiştir. Böylelikle İnkılab dünya halklarına
tarihe bir aktör olarak girmenin mümkünlüğünü göstermiştir.
İnkılab tahmili savaşa, sayısız
istihbarat operasyonuna, şiddeti gittikçe artan ambargo ve yaptırımlara rağmen
mevzi kaybetmemiş, hatta özgür ve adil
bir hayatın araçlarını var etme kabiliyetini de arttırmıştır. İşte bu sebat,
değişmesi mümkün olmayan söze sadakat diğer halkların da müstekbirleri def etme
iradesinin canlanmasını sağlamıştır. Bu gün bazı delillere istinaden ‘İslami
Uyanış’ olarak isimlendirdiğimiz ancak hala da yönlendirilmeye açık halk
hareketleri İslam İnkılâbı’nın doğrudan ve dolaylı etkilerini bünyelerinde
barındırmaktadır. Elbette İnkılab’tan farklılıkları da vardır.
Öncelikle İslami hükümete ulaşma
hedefi açıkça ortaya konulamamıştır. İmam Hamaney’in daha evvel işaret ettiği
üzere İslami hükümeti tesis etmek ve korumak zor ve girift bir süreç olsa da,
vazgeçilemez bir yükümlülüktür. Hal böyle olunca halkın haklarını korumak için
Batı’nın ve müttefiklerinin seküler devlet taleplerine karşı koymak bir vecibe
haline gelmektedir. Batı bölgedeki tahakkümünü sofistike yollarla sürdürmenin
peşindedir ve bu dönemde ‘Sivil Devlet’ kavramı ‘Seküler Devlet’ arzusunun
farklı bir biçimde izharı anlamına gelmektedir.
Seyyid Hasan Nasrallah bir
konuşmasında İslami hareketin belirleyici özelliğini Siyonist yapıya karşı
takındığı tutum olarak açıklamıştır. Bugün diktatörlerin yerini alan yönetimler
maalesef Siyonist varlığı açıkça reddedememişlerdir. 8 gün Savaşı bu
yönetimlerin İran İslam Cumhuriyeti gibi Filistin’in yanında bir taraf değil,
Filistinlilerin acı çekmesine razı olmak istemeyen arabulucular olduklarını
açığa çıkarmıştır. Bu eskiye göre ileri bir nokta olsa da beklentileri
karşılamaktan uzaktır.
Üçüncü bir nokta yeni
yönetimlerin Batı’nın yağmacı anlayışına açıkça karşı çıkmak yerine menfaatleri
tevile yönelik bir tutum sergilemeleridir. Bu ise bölgenin kaynaklarının Batı
tasallutuna açık olduğu anlamına gelmektedir.
Bu noktada İslam İnkılâbı’nın
tecrübelerini ve başarılarını paylaşmayı teklif etmesi göz ardı edilmemesi
gereken bir fırsattır. İslam Cumhuriyeti bölgeye huzurun ancak yabancı güçlerin
ayrılmasıyla geleceğine inanmakta ve bu hedefe yürümektedir. İslam Cumhuriyeti
liderliğinin kararlı ve tedbirli tutumu, İran halkının sebatı ve Allah’ın inayeti
zaferi muhakkak getirecektir.
İslam İnkılâbı kopmak bilmeyen
bir ipe tutunmuştur. Böyle bir hücceti hangi şeytan boşa çıkarabilir ki?
Hepinize saygılarımı sunuyorum.”
Erdoğan hain, Türkiye “Şer Ekseni”nde
İmam Hameney’in gelişini
beklediğimiz salonda yanımda oturan bir Pakistanlı akademisyen Türkiye’den
geldiğimi öğrenince, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın hain olup olmadığını, bu
konuda ne düşündüğümü sordu. İlk iki gün tanıştığım insanlardan bazıları da
benzer şeyler sormuşlardı ama bu misafir doğrudan bir soru yöneltti. Erdoğan
hain midir bilemem ama şurası kesin ki, yanlış bir yolda ilerliyor, dedim. Biz,
dedi, Pakistan’da onu hain olarak görüyoruz. Elbette bu akademisyenin
Pakistan’da kimleri temsil ettiğini bilemiyorum ancak Mavi Marmara saldırısının
hemen akabinde yaptığım İran seyahatinde edindiğim izlenim ile şu ankiler
arasında yüz seksen derece fark var. Mavi Marmara saldırısının ardından İmam
Humeyni’nin rıhletinin yıl dönümündeki anma merasimlerine iştirak için Tahran’a
gelmiştim ve Türkiye’den geldiğimi öğrenen diğer misafirler bana bir
kahramanmışım gibi davranmış, Türkiye’ye övgüler düzmüşlerdi.
Suriye meselesindeki tutumu
Türkiye’nin bütün bu itibarını yerle bir etmiş gibi görünüyor. Misafirlerin
hepsinin İran’a yakın insanlar olduklarını söylemek mümkün değil. Yukarıda da
dediğim gibi aralarında birçok konuda İranlılarla aynı şekilde düşünmeyen
insanlar da var. Ancak bunların birçoğu Türkiye’nin Suriye politikasının yanlış
olduğundan bahsediyordu. Hatta iş öyle bir noktaya vardı ki, katılımcılardan
birisi konferansın son oturumunda Türkiye’yi Amerika ile birlikte Şer Ekseni
içinde tanımladı. Türkiye’den bir katılımcının Türkiye’deki hükümetin Alevilere
yönelik haksız tutumunu sert bir şekilde eleştirmesinden sonra, Türkiye’ye
yönelik ardı ardına gelen bu eleştirilerin dozundan rahatsız olduğu belli olan Dr.
Ali Ekber Velayeti kürsünün ifade hakkı serbestîsine sahip olduğunu,
katılımcıların beyanlarının bu suretle değerlendirilmesi gerektiğini belirtmek
zorunda kaldı.
Tanıştığım birçok akademisyen
Türkiye hakkında kötü şeyler söylemesine rağmen tembihlenmiş olmalılar ki
İranlılar yorum yapmaktan kaçınıyorlardı. Böyle düşünmemin sebebi, Eylül
ayındaki İran seyahatimde İran’daki taksi şoförlerinin bile Türk dış
politikasıyla alay edişlerini görmemdi. Bir taksici Türkler nasıl bilmez
hayret, diyordu, “İngiliz yazar, Siyonist finanse eder ve Amerika uygular.”
İmam Hamaney’in hediyeleri
Ev sahibimiz olması hasebiyle
bizlere verilen hediyeleri İmam Hamaney’e hamlediyorum. Otele döndüğümüzde katılımcılara
iki çanta halinde bazı hediyeler sunuldu. Bunların içinde İran’a has yiyecekler
olduğu gibi son derece şık deri kemer, cüzdan, anahtarlık takımı ve masa saati ile
çok kaliteli bir Kuran-ı Kerim nüshası da bulunuyordu. Bu hediyelerin
katılımcıların odalarına bırakıldığını gördüğümden hemen herkese takdim
edildiğini zannediyorum.
Konferansın son oturumu ve kapanış merasimi
11 Aralık öğleden sonra başlayan
son oturum yine genel katılımlı idi. Listedeki sıraya göre konuşmalarını yapan
katılımcılar görüşlerini serdettikten sonra bir önceki gün toplanan
komisyonlarda yapılan çalışmaların özetleri komisyon başkanları tarafından
haziruna sunuldu. Tüm bunların ardından Konferansın kapanış bildirgesi okundu.
Buna göre, Müslüman akademisyenler arasındaki irtibatın güçlendirilmesi için
İslami Uyanış kurumu bünyesinde bir sekretarya oluşturulmasına, üniversiteler
arasında akademik alış verişin arttırılmasına, müşterek projeler
hazırlanmasına, akademisyenlerin kendi projelerinin değerlendirilmeye alınmasına,
halkların taleplerinin dile getirilmeye devam edilmesine karar verilmiş oldu.
Velayeti bu kapsamda olmak üzere burslar verileceğini söyledi.
Tüm bu kararlar ve vaatler bana
Türkiye’deki bazı konferansları hatırlattı dersem yalan olmaz. Bunlardan birisi İslamofobi Konferansı
idi. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun himayesinde gerçekleştirilen bu
konferans çok büyük bir katılımla gerçekleştirilmiş ve dünya basınının da takip
ettiği bir konferans olmuştu. O konferansın kapanış bildirgesi hazırlanırken bu
iş ile görevli dostlarımıza İslam karşıtı faaliyetleri tespit ve teşhir için
bir sekretarya oluşturulması gerektiğini söylemiştim ve bu teklifim kabul
görmemişti. Bugün İslamofobi Konferansı’nı hatırlayan var mı? Dünya’da İslam
karşıtı hareketler son mu buldu?
Bir başkası bugün Suriye’de akan
kandaki payı inkâr edilemez olan İHH’ın düzenlediği Balkan Kongresi idi. Milyon
dolarlar harcanarak yapılan bu şovların ardından alınan kararların hiçbirisi
yerine getirilmemiş, bu konferanslar Türkiye’nin reklâmını yapmak için
kullanılmıştır.
Ümit ediyorum ki, İslami Uyanış
Konferansları da Türklerin düzenledikleri konferansların akıbeti ile
yüzleşmezler. Milyonlarca dolar harcanan bu konferansların başarısı kapanış
bildirilerinde yer alan hususların sıkı bir suretle takip edilip neticelerinin
ilan edilmesine bağlıdır.
Dört gün boyunca Müslüman
akademisyenlerle birlikteliğim bende hala olayların peşinde koştuğumuz,
analitik düşünceden uzak olduğumuz fikrini uyandırdı. Bunun sebebi tüm bu
akademisyenlerin ifade hürriyetinin kısıtlı olduğu ülkelerde yaşıyor olması
olabileceği gibi akademik formasyonu sağlayan usullerin yanlışlığında da
aranabilir. Yine de, bu tür konferansların devam ettirilmesi ve fikirlerin
çarpıştırılmasında büyük fayda vardır. Hepimizin bildiği ve Namık Kemal’in
dizeleştirdiği gibi; “Bârika-i hakikat,
müsâdeme-i efkârdan doğar.”
Not: Konferans süresince çektiğim fotoğraflara,
adresinden ulaşabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder