Gürkan BİÇEN
Ergenekon davası karara bağlandı
ve kimi dostlarım, avukat olmam sebebiyle, verilen cezalara dair fikrimi
öğrenmek istediler. Onlara, dilim döndüğünce, üç kuraldan bahsettim.
Her şeyden evvel, bir avukat
vakıf olmadığı bir dava dosyası hakkında kesin bir görüş bildirmemelidir. Zira
hukuki süreçler gazete haberlerine benzemez. Medyanın yansıttığı ile dosyada
olan, mahkemenin incelediği şeyler aynı olmayabilir ve yine dosyada olan belge
ve bilgilerin hukuki değeri medyanın yansıttığı gibi olmayabilir. Delillerin
hukuki değeri binlerce yıldır tartışılan bir konudur ve normal bir mahkemenin
tercih edilen teorinin getirdiği kurallara bağlı olması umulur. Bu durumda,
dostlarıma vakıf olmadığım bir dava süreci hakkında kesin bir şey söylememin
mümkün olmadığını açıkladım ve devam ettim.
Ancak, dedim, bir kural daha var.
Bu hukukla değil sosyal psikoloji ile ilgilidir. Kendisi de bir hukukçu olan Alija
İzzetbegoviç bu kuralı şöyle izah eder;
Uzun tutukluluk süreleri sonunda verilen ağır cezalar çok zaman halkın
karara ikna edilmesine yöneliktir. Halk cezaların ağırlığına bakar ve şayet
bunlar bu suçu/ suçları işlememiş olsalardı bu kadar ağır ceza almaz, hafif
cezalarla kurtulurlardı, diye düşünür. Böyle olunca, cezanın ağırlığı başlı
başına suçun delili haline gelir.
Bir üçüncü kural ise, diye devam
ettim; Adli İlahi’dir. Şehit Mutahhari’nin okuyucuları onun ilahi adaletin
tecellileri bahsine verdiği önemi hatırlayacaklardır. Mutahhari ilahi adaletin
sadece ahirette, Mahkeme-i Kübra’da değil, kısmen bu dünyada da tecelli
ettiğini ispat sadedinde, zulmedenlerin uğradıkları musibetlere yahut iyilerin ummadıkları
yerden rızıklandırılmalarına işaret eder.
İşte, dedim dostlarıma, bana göre bu davada hem ikinci kural hem de
üçüncü kural söz konusu olabilir.
Davanın nihayetinde hükmolunan
cezaların miktar ve niteliklerine bakıldığında ikinci kuralın tatbik edildiği
düşünülebilir ancak böylesi bir sona varılırken mahkemenin kuvvetle muhtemel
izlediği hukuki süreç üçüncü kuralı, Adli İlahi’yi de yabana atmamamızı
gerektiriyor.
Bugün ağır suretle cezalandırılan
sanıkların önemli bir kısmı Türkiye’deki muhalif siyasi hareketleri, diğer
yolların yanında, hukuk yoluyla da bastırmada etkileri olan kişilerdi.
Türkiye’nin son 30 yılı ele alındığında, siyasi ve bürokratik güce sahip bu
kadroların mahkemeler üzerinden birçok kişinin hayatını kararttığını
görebiliriz. Söz gelimi;
1993 yılında, 500. Yıl Vakfı
Başkanı Yahudi iş adamı Jack Kamhi’yi öldürmeye teşebbüs ettikleri iddia olunan
üç kişi için İslami Hareket Süreci adıyla bir örgüt icat edilmiş ve bu kişiler
adam öldürmeye tam teşebbüsten değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal düzenini
silah zoruyla değiştirmek suçundan yargılanarak müebbet hapis cezasına mahkûm
edilmişlerdi. Yargı sürecinde Türk hukuk sisteminin o ana kadar bu suç için
ürettiği kuralların hiçbirisi dikkate alınmamıştı. Yargıtay daha evvel verdiği
birçok kararda, örgütün varlığı halinde bile, silahlı olmanın yeterli
olmadığını, silahlı ve organize bir gücün Türkiye Cumhuriyeti anayasal düzenini
değiştirebileceğinin makul karşılanacak kudrette ve etkinlikte olması
gerektiğini söyleyerek az sayıdaki sanığa isnat edilen bu suç sebebiyle verilen
mahkûmiyet kararlarını bozmuşken, İslami Hareket Süreci adı ile üç kişiden
oluştuğu iddia olunan bu örgüt üyelerine verilen müebbet hapis cezasını
onamıştı. Ergenekon davasına bakan mahkemenin Yargıtay’ın böylesi bir onama
ilamını bilmemesi düşünülebilir mi?
Bir başka örnek; Sivas olayları
davası. Tabii mahkeme ilkesinin ihlal edildiği bu davada yaşanan usulsüzlükler
Hukukçular Derneği’nin yayımladığı Sivas Olayları Davası kitabında ayrıntıları
ile ele alınmıştır. Bu dava, hukukçular için, bir davanın nasıl yönlendirilip hukuki
zeminden çıkarılabileceğine dair kayda değer bir örnektir. Türkiye
Cumhuriyeti’nin anayasal düzenini değiştirmeyi hedeflemeyen bir protesto
gösterisinin vardırıldığı nokta anayasal düzeni zorla değiştirmeye teşebbüs
suçlaması olmuş ve sanıkların bir kısmı bu suçtan tecziye edilmiştir.
Azıcık da olsa bir vicdana,
adalet hissine sahip bir insanı ağlatmaya yetecek bir diğer örnek ise Başbağlar
Davası’dır. Sivas’ta yaşananlara misilleme olarak yapıldığına dair kuvvetli
karinelerin bulunduğu bu katliama/ suça ilişkin bu davada ise hakları
yenilenler sanıklar değil, yakınları katledilen mağdurlar olmuştur. Öyle
görünüyor ki, bu dava kıyamete kadar kanayan bir yara olacaktır ve maktuller ve
yakınları Mahkeme-i Kübra’da sadece katillerini değil, dünyevi adaleti tesis
etmeyen herkesi de Allah’ın huzuruna çıkaracaklardır.
28 Şubat sürecinde yaşanan bir
kısım olaylara ilişkin davalar ise daha yakın tarihli örneklerdir. Bir tiyatro
oyunu sergilemeleri sebebiyle Lübnan Hizbullah’ını ve Hamas’ı övdükleri,
böylelikle terör örgütünün propagandasını yaptıkları iddiasıyla yargılanan
kişilere verilen 3 yıllık cezayı bozan Yargıtay, bu oyunun sekiz ayrı ilde
sahnelendiğini, suçun sekiz kez işlenmiş olduğunu gerekçe göstererek sanıkların
toplamda 24 yıl hapis cezası ile mahkûm edilmeleri gerektiğine hükmetmiş ve bu
yöndeki kararı onamıştır.
Yine bu süreçte Nurettin Şirin’in
Lübnan Hizbullah’ına üye olduğu suçlamasıyla aldığı ceza da atlanacak gibi
değildir. Bu davada Emniyet ve Mit Lübnan Hizbullah’ının Türkiye’de yapılanması
olmadığına ve Türkiye’ye yönelik bir hedefi bulunmadığına dair raporlarını
mahkemeye göndermiş olmasına rağmen bunlara itibar edilmemiş, Şirin, terör
örgütünün sair efradı olmakla mahkûm edilmiştir.
Bunlar gibi birçok örnek Yargı
kararı olarak kayıtlara geçmiştir ve bunlara dayanmak isteyen her mahkeme
gerekçeli kararında bunları gösterebilir. Hukuki süreçlere ilişkin tartışmalar
hukuki zeminde yürütülür denilse de, Ergenekon davasında yargılanan sanıkların
çoğu bu tür kararların oluşumunda gayrı resmi olarak bir şekilde yer almış ve hukuksuzluk
üzerine kurulu bir yargı pratiğinin var olmasına sebebiyet vermiş kişilerdir. Hayır,
diyeceklere, 28 Şubat sürecinde alenileşen yargı brifinglerini hatırlatmamız
icap eder.
Hiç kimsenin hak etmediği bir
cezaya maruz bırakılmasına rıza göstermemek Müslüman olmanın temel
şiarlarındandır. Ergenekon davası ile yargılananların kendilerine isnat edilen
suçları işleyip işlemediklerine dair tartışmanın dışında, en azından, ilahi
adalet Türkiye’de hukuka aykırı yargı pratiğine kan pompalayanların aynı
akıbete uğramalarıyla tecelli etmiştir, denilebilir. Böylesi bir durumda, ahiretteki
ilahi adaletten bahseden sanıklardan birisine yukarıda bahsettiğim mazlumların
gözyaşlarına, mahvolan hayatlarına yol açan uygulamalar sebebiyle bu dünyada
tecelli etmesi muhtemel ilahi adaleti hatırlatmamız gerekiyor.
Konuyu daha fazla uzatmadım ve dostlarımla
olan sohbetimi şu cümle ile bitirdim: Ergenekon davası, etme bulma dünyası.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder