Gürkan BİÇEN
İslam nazarında beşer,
"insan" olabilme istidadında, ilahi sıfatların tecelligahı ve kemale
yönelik sonsuz devinime sahip bir varlıktır. Bu sonsuz hareket sebebiyle insan,
mevcudat içinde seçkin bir konuma gelip, gayrısına hükmederek, onlardan
istifade edebilme hakkını elde eder. Bu anlamıyla insan, sadece yeryüzünün
değil, bütün bir mülk aleminin de merkezini teşkil eder. Bununla birlikte o,
bulunduğu zaman ve zeminde kemalin her yönünü görünür kılma sorumluluğunu da
üstlenmiş haldedir. Bir başka ifadeyle, insan, kendisinde temerküz eden ilahi
sıfatların tecellisini kendisinde görünür kılıp çevresine yaymanın da memurudur.
Yine İslam, ferdin olduğu kadar toplumun da ilahi sıfatları aksettirebilme
kudretini teslim eder. Böylelikle, sayıca az ya da çok olsa da, yeryüzünde
ilahi muradı gerçekleştirecek bir toplumun mümkünlüğünü işaret eder. İlahi
muradın ekseni ise "adalet"tir.
Müslüman filozof, mütekellim ve fakihlerin nezdinde
adalet, cesaret, iffet ve hikmetin bir araya gelmesinden oluşan, kişinin buluğa
ermesiyle gelişen, onu ifrat ve tefritten uzak tutan, temelinde ilim olan bir
erdemdir. Adil bir kişi aynı zamanda insaflıdır; kendisi için istemediğini
başkası için de istemez. Adil bir toplum ise toplumsal imkanları tüm üyeleri
arasında fırsat eşitliği sağlayacak şekilde sunar. Adil bir insan ve toplum
diğer toplumlara karşı da onların ilahi haklarını yok sayacak şekilde
davranmaz, İmam Ali'nin Malik bin Eşter'e mektubunda belirttiği gibi, insanları
ya dinde kardeşi ya da yaradılışta eşiti olarak telakki eder. Bu ise ister
Müslüman olsun isterse gayrısı, halkın malını ganimet bilip talandan, ırzlarına
tasaddiden ve kanlarını akıtmaktan uzak durmayı zorunlu kılar. İslam'ın adalet
toplumu, adil imamın rehberliğinde tüm bir insanlığı ilahi kemale taşıyacak
zemini inşa ile görevlidir. Ferdi ve içtimai temelde yükselecek bu yapının
siyasi karşılığını "İlahi Adalet Devleti" olarak tanımlamak
mümkündür.
İlahi adalet devleti ideali yeni bir düşünce değildir.
Bununla birlikte, bunun, İslam öncesi çağlarda da konuşulan ancak bilinen
dünyayı ve o zamanın toplum modellerini kuşatacak ve onları aşıp dönüştürecek
olgunluğa ve yine bunu gerçekleştirecek kudretteki insanlara sahip bir teori
olduğunu söylemek de mümkün değildir. Teorik açıdan ilerleyebilmek için çok
tanrılı dinlerin çok parçalı ve katı hiyerarşik katmanlara sahip toplum
modellerinin aşılmasını beklemek ve insan ve toplum dahil olmak üzere kainatı
tek bir tanrının müteal kudretinin tecellisi sayarak, insan varlığını sadece bu
tanrıya bağlamak ve toplumsal sınıflar ile ilişkiler biçimini yeniden tasavvur
etmek gerekmiştir. Bir başka deyişle, tevhid akidesine dayalı bir toplum ve
idareyi inşa etmek, ilahi adalet devletinin temel şartı olmuştur. Sadr-ı
İslam'da bu idealin çekirdeği atılsa da, bilindik süreçler sebebiyle bu düşünce
filizlenip yeşerememiş ancak tümüyle yok olup Müslüman toplumun gündeminden de
çıkmamıştır. Müslüman toplumun gündeminde, atiye bırakılmış ama illaki
gerçekleşecek bir adalet çağı tasavvuru varlığını sürdürmüştür. Bu anlamıyla,
Sünni ve Şii düşüncesindeki İmam Mehdi anlayışı ilahi adalet devletinin
yeryüzünde hakim olacağı inancının temel taşını oluşturmaktadır.
On İki İmam Şiiliği Müslüman topluma kapsamlı bir siyaset
teorisi ve yönetim modeli sunarken, Velayet-İmamet ve Mehdeviyyet hattını aynı
zamanda bir satha dönüştürmüştür. Bu satıhta Allah'ın velisi olan İmam,
Müslüman toplumu insani kemal ile dünyevi ve uhrevi salaha ulaştırmak için
onları idare sorumluluğunu yüklenecek ve Müslüman toplum da onun imameti
altında yeryüzü halklarına bir emsal olacaktır. Hz. Peygamber'in ardından İmam
Ali ve halefleri bu vazifeyi icra için çaba sarf etmişler ancak sadece İmam Ali
siyasi erkin başında yer alabilmiştir. On bir İmam'ın hayatında, yaklaşık 250
yıllık bir süreçte Müslümanların ve Müslüman bir liderin karşılaşması muhtemel
siyasi tutumlar tecrübe edilmiş ve On İkinci İmam Muhammed Mehdi el-Muntazar'ın
gaybetinden zuhura kadar geçecek zamanda Müslümanların gerek ferdi gerekse
içtimai ve siyasi vazifelerinin esasları belirlenmiştir. Bu esasların içinde
bir tanesi zaman içinde belirgin hale gelerek öne çıkmıştır: İlahi adalet
devletini tesis edip zulmü yok ederek, yeryüzünü adaletle doldurmak için
gerçekleşecek zuhurun şartlarını hazırlamak.
İnsanlık tarihinin neredeyse son beş yüz yılı Avrupa'nın
çizdiği bir resim ve anlattığı bir hikayeden ibarettir. Bu hikayenin son iki
yüz yılında ise tarihin içinde etkin bir role sahip olarak Müslümanlar hemen
hiç yoktur. Beş yüz yıllık dönemin üç yüz yılını olanı muhafaza etmek için
Avrupa karşısında direnmekle geçiren Müslüman dünya, son iki yüz yılda tümüyle
edilgen bir yapıya dönüşmüş, Avrupalı kavramlar ve sistemler eliyle ve onların
istedikleri biçim ve ölçüde dönüştürülmüştür. Müslümanların tarihinin bu dönemi
Avrupa'ya öykünmek ve onların da kabul edebileceği bir toplum modeline dönüşmek
isteyenlerle, buna direnç gösterse de eski modeli koruyamayan ve yeni bir model
de öneremeyenlerin mücadele öyküsünü içerir. Arap dünyasının önemli ülkesi
Mısır, Batı ile mücadelenin gerçek anlamda örgütlü gücü Osmanlı ve Şii
dünyasının muharrik gücü İran tarihi bu anlamıyla benzer örneklikler sunar.
Bunlar içinde yalnız biri yirminci yüz yılın son çeyreğinde Avrupa ve
Amerika'nın öncülüğündeki tarihi saldırıya "hayır" diyerek
paradigmatik bir set çekmeyi başarabilmiştir: İran.
İmam Humeyni, 1940'lı yıllardan itibaren yürüttüğü
mücadelesinde Batı'nın İslam dünyasındaki tasallut ve nüfuzuna dikkat çekmiş,
Batı projesinin Müslüman toplumlar dahil olmak üzere insanlık ailesinin hayrına
işleyen bir amaca hizmet etmediğini savunmuştur. Ona göre, Batı, başta Müslüman
dünya olmak üzere, dünyanın her yerine tabii kaynakları yağmalamak, halkları
köleleştirmek ve bunun devamını sağlayacak sosyo-kültürel, siyasal ve ekonomik
şartları dikte etmek için saldırmaktaydı. Vakıa, Fransızların Mısır'ı
işgalinden bu yana işleyen süreç Müslüman halkların tümüyle aleyhine
gelişmiştir. İmam Humeyni'nin düşüncesinde Batı'nın insanlığın hayrına teklif
ve icra ettiği bir şey bulunmamaktaydı. Bununla kast edilen ise Batı'nın
teknoloji ve bilimsel çalışma alanında kat ettiği mesafenin inkarı veya tümüyle
reddi ve kötülenmesi değil, tüm bunların adil bir dünyanın inşası için seferber
edilmek yerine yeryüzünün kaynaklarının Batı'ya transferinin aracı haline
getirilmesidir. Bu bakış açısıyla, sömürge faaliyeti olarak
değerlendirilebilecek her şey insanlık ailesini ilahi/tabii haklarından
koparan, toplumları edilgen hale getirip ruhen ve fiziken köleleştiren
faaliyetlerdir ki bunlar adaletin zıddını yani zulmü oluşturan fiillerdir. O
halde sadece Müslümanların değil her toplumun zulüm karşısında sesini
yükseltmesi, haklarını savunması ve zulüm odaklarını bertaraf etmesi gerekir.
İmam Humeyni, insanlık ailesini kapsayan bir tasavvur
olarak Mehdeviyyet'in tarih sahnesine gelebilmesinin temel şartının Müslüman
toplumun kendi kaderine hakim olma iradesi göstermesinden geçtiğini savunuyor
ve İmam Muhammed Mehdi el-Muntazar'ın zuhurunun şartların olgunlaşmasına bağlı
olduğunu söylüyordu. Allah İmam Mehdi'nin zuhurunu elbette gerçekleştirecekti
ama onun zuhuru buna hazır olmayan bir dünyada değil, halkların böylesi büyük
bir gelişmeyi kabul edebileceği zihni ve kalbi dönüşümün ardından olacaktı. Bu
şartların tahakkuku için de Müslümanlar ülkelerini halen doğrudan ve dolaylı
yollarla işgal eden sömürgecilere karşı her açıdan ayağa kalkmalı, onların
ellerini İslam ülkelerinden kesip atmalı, sömürgecilerin musallat olduğu diğer
halkları uyandırmalı ve onları da kaderlerinin hakimi olmaya davet
etmeliydiler. Bu çağrı İran ülkesinde yankı buldu ve 1979 yılının Şubat ayında
İran halkı ülkelerini bir ahtapot gibi saran Amerikan emperyalizmini yerle bir
etmeyi başardı. O dönemde yaklaşık 50 bini Amerikan vatandaşı olmak üzere 150
bine yakın Batılı'nın ve binlerce Siyonist'in İran'da yaşadığını ve bunların İran'ın
kılcal damarlarına kadar nüfuz ettiğini, Tahran'daki Batılı elçiliklerin tüm
ülkeyi kontrol altında tutan bir istihbarat ve terör ağının da merkezleri
olduğunu dikkate aldığımızda, Batı dünyasını sarsan bu gelişmenin anlamını
idrak edebiliriz. Amerika özelinde Batı dünyası İran'daki bu gelişme ile
muazzam menfaatler devşirdiği vasal bir ülkeyi kaybetmekle kalmamış, Sosyalist
Blok'un çöküşüne ramak kala yeni bir ideolojik meydan okumayla yüzleşmişti: Veliyy-i
fakih liderliğinde yürütülen sömürgecilik karşıtı "İlahi adalet devleti"
süreci.
On İki İmam Şiiliği insanlığın son deminde İmam Muhammed Mehdi
el-Muntazar'ın zuhur ve kıyamıyla yeryüzünü fesada boğanlara karşı kapsamlı,
derinlemesine ve zorlu bir mücadelenin başlayacağı ve bu mücadelenin İsa
Mesih'in zuhuruyla destekleneceği inancına sahiptir. Simgeler üzerinden bir
anlatımla, Müslüman ve Hıristiyan dünyanın muvahhitleri toplumları fesada
boğan, onların haklarını yok sayan, ülkelerini tarumar eden ve yeryüzünün
kaynaklarını kendi ülkelerine aktaran küresel güçlerle küresel bir mücadeleye
girişecekler ve nihayetinde bu zorlu mücadeleden zaferle çıkarak insanlık
ailesinin adalet ve refahla geçecek son dönemini başlatacaklardır. İran İslam
İnkılabı'nın inşa sürecinde yer alan ulema ve halefleri Batı dünyasını derinden
sarsan bu İnkılab'ın ancak bir başlangıç ve İmam Muhammed Mehdi el-Muntazar'ın
zuhuruna kadar sürecek kesintisiz mücadelenin işaret fişeği olduğu
kanaatindedir. Onlara göre, İmam Mehdi ancak dünyayı bir ahtapot gibi saran
sömürgeci güçlerle mücadele bilinci, azmi ve imkanına sahip geniş bir
topluluğun oluşmasını takiben zuhur edecek ve bu topluluğun imameti sorumluluğunu
yüklenecektir. Bu da bu neticeye götürecek adımların zaruretini ortaya
koymaktadır. Bu süreçte İran İslam Cumhuriyeti ise tüm bu zaruretlerin
planlanıp icra sahasına konulduğu asli önemi haiz bir merkez olacaktır. Bu
anlamıyla İran İslam Cumhuriyeti ideolojisi olan bir devletten daha öteye
devleti olan bir ideolojiyi temsil etmektedir.
İran İslam Cumhuriyeti insanlık ailesini fesada boğan
küresel güçlere karşı ilahi adalet devleti tasavvurunun gerçekleştirilebilmesi
için halkları seferber etme yolunda bazı araçlara sahiptir ve bu araçları zaman
ve zemine göre farklı düzeylerde kullanmaktadır. Bunlardan biri de silahlı
kuvvetlerdir. Silahlı kuvvetlerin bir bölümünü teşkil eden İslam İnkılabı
Muhafızları Ordusu içeride ve dışarıda İran ülkesini ve İslam İnkılabı'nı
korumakla vazifelidir. Ancak bu onun tek vazifesi değildir. Anayasa'da ideolojik bir silahlı güç olarak
tanımlanan ve buna uygun bir şekilde teşkilatlandırılan İslam İnkılab'ı
Muhafızları Ordusu sömürgeci güçleri öncelikle Batı Asya'dan ve ardından da mümkün
olan her yerden çıkarmakla vazifelidir. Bu vazife İran İslam Cumhuriyeti
Anayasa'sında belirlenen dış politika ilkelerinden neşet etmektedir. Bu
vazifesinin icrası neticesinde İslam İnkılabı Muhafızları Ordusu küresel
güçlerin insanlık ailesine tasallutunu sona erdirecek ve zuhurun şartlarının hazırlanmasın
katkı sağlayacaktır. Bu anlamıyla, İslam İnkılabı Muhafızlarının temel misyonu
Veliyy-i fakih'e tabi dahili ve harici her bir unsurla birlikte çalışarak İnkılab'ı
yeniden ve yeniden üretmek, İnkılab'ın değerlerini halklara sunmak ve bu
süreçte aleni yahut örtülü bir şekilde sömürgecilerin askeri güçlerini bölgeden
çıkarmak, siyasi ve diplomatik nüfuzlarını ise etkisizleştirmektir. İslam
İnkılabı Muhafızları Ordusu basit bir teşkilattan evirilip her alanda muazzam
imkanlara sahip bir ordu haline geldiği bu güne kadar söz konusu vazifelerini
seçkin bir kadronun eliyle icra etmiştir. Varlığından haberdar olmayan, kendisi
hakkında yeterli bilgiye sahip olmayanlar açısından, yakın zaman evvel gölgeler
arasından çıkıp gelen General Kasım Süleymani de bu seçkin kadronun
gözdelerinden birisidir.
Sıradan bir İranlı ailenin çocuğu olarak gözlerini açtığı
dünyadan, bütün bir dünyayı titreten Amerikan emperyalizmi ile doğrudan ve
dolaylı mücadelenin öncü isimlerinden birisi olarak ayrılan General Kasım
Süleymani'nin burada tafsilatına girmeyeceğimiz hayat hikayesi İslam
İnkılabı'nın ferde ve topluma bakış açısını yansıtması açısından önemlidir.
İslam coğrafyasının kana bulandığı, işgallerin ve terörün devletleri işlemez
hale getirip halkları kendi topraklarını terke sürüklediği bir dönemde işgale
ve teröre karşı yürütülen mücadelede ayak izlerini her yerde gördüğümüz
Süleymani, sadece bir devletin anayasal şemasında yer alan silahlı
kuvvetlerinden birinin bordrolu mensubu değil, İran İslam Cumhuriyeti
Anayasa'sının İmam-i ümmet unvanıyla tanımlayarak, tüm Müslümanların meşru
idarecisi olarak kabul ettiği Veliyy-i fakih'in temsil ettiği itikadi ve siyasi
misyonun tatbik sahasındaki eliydi. Bir başka ifadeyle, General Kasım
Süleymani, İslam İnkılabı Lideri Ayetullah Seyyid Ali Hamanei'nin liderliğinde
zuhura doğru ilerleyen Mehdevi hareketin askeri sahadaki mücessem haliydi. Onun
şahsiyetinin oluşturduğu imkanlar ve birkaç milyon kilometre karelik bir sahada
yürütülen mücadelede verilen sayısız şehit dahil olmak üzere, süreçte seferber
edilen her şey İnkılab'ın tüm insanlığın hayrını gözeten ideolojik çekirdeğinin
tahakkuku için sarf edilmişti. Gerek Rus gerekse Amerikan işgaline karşı
Afganistan'daki direnişi örgütlemek ve desteklemek için sahada yer alan
Süleymani ile Siyonist rejime karşı yürütülen mücadelenin en çetin sahnelerinde
ismi geçen aynı Süleymani bu seferberliğin komutanı olduğu kadar askeriydi de.
Suriye'ye yönelik uluslararası terör kampanyası ve bunun bir uzantısı olarak
Irak sahasındaki gelişmeler onu aşikar kılana kadar İnkılab'ın uzun vadeli ama
kararlılıkla yürüyen hedefinin icracılarından birisi olan bu generali genelde
emperyalizm karşıtı halklar ve özelde İran halkı her çağda yeniden açılan
Kerbela cephesinin İmam Hüseyin'e sadık komutanı olarak telakki etmiştir.
General Kasım Süleymani, Hz. Peygamber'den İmam Muhammed
Mehdi el-Muntazar'ın zuhuruna dek sürecek mücadelenin elden ele aktarılan
sancağını yükseltmek ve halefine devretmek için yaşadı. Veliyy-i fakih'in
yönlendirmesi ve kendi tecrübesi ile harmanlanan bu mücadele neticesinde,
Irak'ta Amerikan egemenliği sarsıldı, Amerika ve Avrupa ülkelerinin örgütleyip
silahlandırdığı, çevre ülkelerin ise lojistik imkan sağladığı, Irak ve Suriye
üzerinde katliamlar yoluyla kuracağı bir devleti hayal eden tekfirci terör
örgütü bu gücünü kaybetti, Ezidiler, Türkmenler ve Kürtler başta olmak üzere
tekfirci terörün mağduru halklar nefes alabildi, Suriye Arap Cumhuriyeti
varoluşsal bir yıkımın eşiğinden döndü, Siyonist rejim kuzeyinde tam anlamıyla
mücehhez bir Hizbullah ve güneyinde Siyonist rejime karşı ateşlediği mühimmatın
her birinde Süleymani'nin imzası bulunan direniş örgütleriyle yüzleşti ve
2006'dan bu yana giriştiği her savaşı kaybetti. General Kasım Süleymani
hayatının son yedi senesine sığdırdığı, Felluce, Musul ve Halep örnekliklerinde
somutlaştırabileceğimiz sayısız askeri ve insani başarıyı bütün bir Batı emperyalizminin
gözlerinin içine bakarak gerçekleştirdi. Ne var ki bunların hiçbirini kendine
mal etmedi. İlahi iradeyi, Veliyy-i fakih'i, onunla birlikte olan ve pek çoğunu
cephelerde şehit verdiği arkadaşlarını, sıradan askerlerini ve onun için dua
eden çocuklar, kadınlar ve erkekleriyle mazlum halkları hiçbir zaman göz ardı
etmedi. O, Allah'ın huzuruna mazlum ve masum insanların rızasını almış bir
şekilde çıkmanın insanın kemal yolundaki en büyük azığı olduğuna inanıyordu.
Böyle olduğu için nefsinde, ordusunda ve halkın içinde adaleti tesis etmeyi
nihai hedefin gerçekleşmesinin temel şartı saydı. Tüm bunlar Süleymani'nin
"İlahi adalet devleti"ne giden süreçte üstlendiği rolü işaret ediyor.
O, Veliyy-i fakih'in emriyle son derece zorlu bir coğrafyada halkları
örgütlemek ve sömürgecilere karşı seferber etmekle vazifelendirilmişti. Bu ağır
sorumluluğu yüklenen Süleymani'nin ömrü, Afganistan'dan Yemen'e uzanan bir
coğrafyada yer alan sayısız cephede geçti. Ta ki Allah onu seçene kadar.
Yeryüzü bir ayrılık
yeridir. General Kasım Süleymani ayrılığın acısını İran'daki on milyonlara ve
elinin dokunduğu tüm cephelerdeki mazlum halklara yaşatarak ayrıldı bu
dünyadan. Onun bir konuşmasında işaret ettiği gibi İmam Hüseyin kıymetlidir ama
İmam Hüseyin'in hayatını feda ettiği İslam daha kıymetlidir. Yeryüzünde
emperyalistlere karşı mücadele eden, onların halklara yönelik tasallutunu sona
erdirme yolunda kendi hayatını feda eden Şehit General Kasım Süleymani
kıymetlidir ama onun cenazesinde sakalı gözyaşlarıyla yıkanan Veliyy-i fakih'in
temsil ettiği, İslam'ın halkları özgürleştirme muradı daha kıymetlidir. Şehit
General Süleymani Veliyy-i fakih'in yardımcısı olmak, mazlum halklara sahip
çıkmak ve zuhura kadar sürecek bir mücadelenin içinde iman ve sabırla yer
almayı öğütlemek şeklinde özetleyebileceğimiz, insanın kemal sürecini de
doğrudan etkileyen bir mirasla gelecekteki yerini aldı. Onun varlığı sadece
İran'da ve İran halkının hafızasında değil adalet peşinde koşanlarla halklara
zulmedenlerin karşı karşıya geldiği her sahnede kendisini hissettirecek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder