Translate

11 Şubat 2024 Pazar

İran İslam Cumhuriyeti’ne Yön Veren Temel Unsurlar

 

Gürkan Biçen

 

İran İslam Cumhuriyeti nedir, neyi ifade etmektedir?

 Merhum Kelim Sıddıki, 1978’de İran’ı ziyaret ettiğinde, bu ülkede Cuma namazı kılınmadığına şahit olduğunu ve buna benzer sebeplerle Batı dünyasının egemenliğine karşı İslam dünyasınca verilmesini  umduğu cevabın bu ülkede olacağına ihtimal vermediğini, bu yöndeki izlenimlerle İran’dan döndüğünü ancak kısa bir süre sonra gerçekleşen İslam İnkılabı’nın sadece kendisini değil, çevresindekileri de büyük bir şaşkınlığa sürüklediğini söyler. İran’da ne olmuştur da İran halkı binlerce yıllık şahlık rejimini yıkmayı ve yerine İslam Cumhuriyeti’ni kurmayı başarmıştır? Bu İnkılap ve İslam Cumhuriyeti ne vaddetmektedir ve nasıl bir yol izleyecektir? Bu tür soruların muhtemel cevabını/cevaplarını bulmaya yönelik çalışmalar 45 yıldır devam ediyor.

 

Şurası bir gerçek; İran İslam Cumhuriyeti, İmam Humeyni’nin 1963 ile 1979 arasında giderek artan bir ivme ile şekillendirdiği İslami hareketin neticesi olarak gerçekleşen İslam İnkılabı’nın ilk ve en somut meyvesidir. Ne var ki söz konusu on altı sene her şeyin başlayıp bittiği bir süreci değil, bin yılı aşan bir süre boyunca gelişen ve nihayet İran ülkesinde patlayan bir zihni ve ameli çabayı ifade etmektedir. Bu anlamıyla, İslam İnkılabı’nı sadece yirminci yüzyılın şahit olduğu bir siyasi dönüşüm olarak ele almak ve bu dönüşümü hazırlayan şartları Pehlevi hanedanının iktidar dönemindekilerle sınırlandırmak bütünlüğü kaybedip hatalı yahut en azından eksik değerlendirmelere kapı aralamaktır ki bu da İran İslam Cumhuriyeti’nin dinamiklerini ve hareket tarzını anlayamama neticesini doğuracaktır.

 

En az ilki kadar geçerli olan bir diğer gerçek ise İslam Cumhuriyeti’nin modern ulus devletler çağında ve yerleşik emperyalist düzenin hukuki ve siyasi koşulları altında vücut bulmuş olmasıdır. Bir başka ifadeyle, İslam Cumhuriyeti iki bin beş yüzyıllık şahlık rejiminin dayattığı yerel şartlardan ayrı olarak, küresel koşullarla sınırlandırılmış bir dünyaya gözlerini açmıştır. Bu ise bir akide ve amel vecibesi olarak sonsuz “inkılap” düşüncesi ile ulus devletler içinde hareket sınırları belirlenmiş bir ülkenin pratiğini akideden sapmadan oluşturma mecburiyetiyle yüz yüze getirmiştir.

 

Üçüncü ve sıklıkla gözden kaçırılan gerçek de İslam İnkılabı’nın Batılı kavramları kullanmadan, Batılı söylemi umursamadan başarıya ulaşmış ve İran’ın hukuki ve siyasi nizamını kendi inanç ve düşünce dünyasına ait kavram ve usuller ile şekillendirmiş olmasıdır. Bu hususa önem vermeyen açıklamalar İslam İnkılabı ve İslam Cumhuriyeti’ni benzetmeler yoluyla anlamaya çalışmanın kusurlu ürünleridir ve sıklıkla bütüncül bir neticeye varamamaktadır.

 

O halde, İslam İnkılabı ve İslam Cumhuriyeti’nin bin yılı aşan tarihi bir sürecin kendi içinde oluşturduğu tutarlı bir inanç ve düşünce sisteminin İran halkı tarafından siyasi sahneye çıkarılması anlamına geldiğini ve bu suretle uluslararası hukuki ve siyasi düzende yeni bir durum yaratıldığını söyleyebiliriz. Bu durumda, İslam İnkılabı’nın inanç ve düşünce sisteminde yer alan temel unsurları belirlemek gerekmektedir.

 

İslam İnkılabı’nın akidevi ve fıkhi temeli: Velayet inancı

İslam İnkılabı’nın İslam’ın Şii yorumunun yaşatıldığı bir ülkede gerçekleştiği tartışmasızdır. İslam’ın Şii yorumu kendine has bir siyasi teoriye sahiptir. Bu teorinin temelinde ise Velayet kavramı yer almaktadır. Velayet kavramı derin ve kapsamlı bir manayı haizdir ve tüm bunların buluştuğu nokta ise bir sevgiye dayalı olarak işlerin muktedir bir otoriteye teslimidir. Bu kavram, insanlar arasında aileden başlayarak bir toplumun, halkın ve ülkenin ve nihayet tüm bir insanlığın idaresine kadar kesintisiz bir bağ kurar. Şii inancı Allah ve Hz. Peygamber’in tüm Müslümanların velisi olduğu konusunda Sünni düşüncesiyle hemfikirdir. Her iki ekol de Allah ve Hz. Peygamber’in emir ve nehiylerinin mutlak bağlayıcılığına inanır. Hz. Peygamber’in irtihalinden sonra ise Şii düşüncesi velayet hak ve yetkisinin Müslüman toplumun tercihine bırakılmadığını, Allah tarafından belirlendiğini ve Müslümanların bu atamaya/Allah’ın iradesine itaat etmeleri gerektiğini savunurken, Sünni düşüncesi velayet hak ve yetkisini kullanacak kişinin Müslüman toplumun tercihine bırakıldığını öne sürer. Böyle de olsa, her iki düşünce açısından velayet kavramının Müslüman toplumun işlerini ele alma ve idare etme anlamında kullanıldığında ihtilaf bulunmaz. 

 

Tarih bize Sünni Müslümanların araladığı kapının Müslüman toplumun idaresinin halifelerden sultanlara aktarılmasına sebep olduğunu ve bunun 30 yıl içinde gerçekleştiğini gösterir. Bir başka ifadeyle, bugün Sünni ekol olarak isimlendirilen bakış açısının pratikteki karşılığı Müslüman toplumu idare hakkının Müslüman toplumun tercihi prensibinden de sapması ve “sultan halife”lerin eline geçmesi olmuştur. Bu durum bir kısım Sünni ulema içinde rahatsızlık yaratsa ve dini temsil yetkisinin ulemada olduğu dile getirilse de, saltanat nizamının teşkili ve devamının sağlanmasında ilk üç halifenin siyasi tercih ve uygulamaları referans gösterildiğinden ulemanın ekserisi mevcut durumu kabul etmiştir. Bu ise Müslüman toplumda velayet hakkının en başından beri Allah’ın iradesinin bir tecellisi olduğu ve Ali bin Ebu Talib’in şahsı ve neslinde devam ettiğini söyleyen Şii Müslümanları değişmez bir ilkeye bağlı ayrı bir grup olarak teşkil ederken, sultanların velayet hakkını kabul eden kesimi de pek çok alt gruba ayrılsalar da hakim ve baskın unsur kılmıştır.

 

Tarihi süreçte Şii Müslümanlar ile Sünni Müslümanların velayet hakkı ve yetkisi çerçevesinde iktidar ile ilişki biçimi de farklı olmuştur. Sünni Müslümanlar iktidarın sağladığı gücün bir vakıa olarak sultanların elinde olduğunu ama birgün kendilerine geçebileceğini ve gücün meşruiyetini sorgulamanın gelecekteki imkan ve ihtimalleri baltalamak anlamına geldiğini düşünürken, Şii Müslümanlar en başından itibaren velayet hakkını haiz olmayan sultanların idaresinin meşru olmadığını, onlara itaatin şeri bir zorunluluktan değil, toplumsal düzenin bozulmasının Sünni ve Şii Müslümanlara birlikte zarar verecek olması sebebiyle zarureten caiz olduğunu savunmuştur. Şii düşüncesinde Müslüman toplumu idare yetkisi olmayan sultanı meşru kabul etmeden ve yine onun yol açacağı zararlardan Şii toplumu koruyarak yaşamanın bir formülünü bulmak yüz yıllar boyunca sürdürülen ana gayedir.

 

Hülasa İslam’ın ilk siyasi teorisi olan “Velayet teorisi” Şii toplumun inanç ve düşünce dünyasının temelini oluşturmaktadır. Velayet kavramını göz ardı eden hiçbir yaklaşımın Şii toplumunun ve bu suretle İslam İnkılabı ve İslam Cumhuriyeti’nin dinamiklerini kamilen açıklaması mümkün değildir.

 

Velayet teorisi bağlamında ulemanın yeri

Şii toplumu kendi siyasi teorilerinin Hz. Peygamber’in henüz sağlığında temellendirildiğini ve dönemin şartlarına göre belirlenen tercihlerin ise bu temel üzerinde yükseldiğini savunur. Ali bin Ebu Talib’ten Muhammed Mehdi Muntazar’a kadar geçen iki yüz elli yıllık zaman diliminde yaşananlar Şii Müslümanlar için geleceğe dönük hareket metodunun belirlenmesi için şaşmaz ölçütleri olan bir yol haritası sunar. Bu yol haritasını okuyacak ve uygulayacak kesim ise bu konuda eğitilmiş olan ulemadır. Bu vazifeyi yüklenen ulema, kendi zaman ve zeminlerinin şartlarını da gözeterek, İmamlar çağının sunduğu haritayı takip etmek ve Şii toplumu buna göre sevk etmekle vazifelidir. Bu vazife onlara bizzat İmamlar tarafından verilmiştir. Şii toplumun asli sorumluluğu ise İmamların otoritesi altındaki bu seçkin kesime, ulemaya her açıdan tabi olmaktır. Ulema bu vazifesini adım adım ifa etmiş ve genel olarak Şii toplum da bu sürece dahil olmuştur.

 

Şii düşüncesinin temel dinamiğini kavramamış, Batılı ve Sünni dünyaya ait geriye dönük okumalar Velayet hak ve yetkisinin Ali bin Ebu Talib ile başlayan Ehli Beyt silsilesinden, günümüze dek uzanan ulema sınıfına intikalini ve ulemanın süreç içinde kendisini vazifeli ve yetkili gördüğü hususların giderek artmasını ulemanın hak ve yetkilerini bir sınıf imtiyazı olarak ve meşru bir temele dayanmaksızın kendiliğinden genişlettiği şeklinde açıklama eğilimindedir. Ne var ki bu bakış açısı içeriden bir okuma olmadığından, kendi bulunduğu konumun kavramlarını kullanmakta ve dayatmakta ve nihayet hali açıklamaktan aciz kalmaktadır. Öyle ki İran İslam İnkılabı’nın lideri Ayetullah Humeyni ulemanın velayet hak ve yetkisinin kendisinin icat ettiği bir şey olmadığını, İslam’ın başından beri var olduğunu ancak şartlara göre adım adım ilerlediğini söylemesine rağmen pek çok akademisyen ve yazar bugün İran İslam Cumhuriyeti’nin hukuki ve siyasi nizamının temelini oluşturan Velayet-i fakih (İslam hukukçusunun Müslüman toplumu idare etmek hak, yetki ve sorumululuğu) teorisinin Ayetullah Humeyni’nin icadı olduğunu söyleyebilmektedir.

 

Yukarıda bahsetmiş olduğum Velayet inancı ve düşüncesi ile Velayet hak ve yetkisinin İmamlar Çağı’nın ardından doğrudan ve sadece ulema sınıfına intikal ettiği yönündeki inanç ve düşünce fıkhın alanını aşarak, kendi yerine, kelama da dahil olmuş ve böylelikle, “Tevhid, Nübüvvet, Mead, Adalet ve İmamet” temelinde yükselen Şii akidesinde İmametin uzantısı olarak Velayet inancının Şii olabilmenin şartları arasında yer aldığına dair geniş bir konsensus oluşmuştur. Bunun pratikteki karşılığı İmamlardan gelen yetki ile Şii toplumu idare etme hak ve sorumluluğuna sahip ulemaya itibar etmemenin Şiilik iddiasını şüpheli kılmasıdır. O halde şunu söyleyebiliriz: İslam İnkılabı Müslümanların geniş bir kesimince Ehli Beyt’in elinden alınan Velayet hakkının sahibine iadesini amaçlayan tarihi sürecin İran ülkesinde başarıya ulaşan kısmını ifade etmektedir.

 

İslam İnkılabı’nın meyvesi İslam Cumhuriyeti

İslam İnkılabı’nın Şii düşüncesine getirdiği açılımlardan biridir, İslam Cumhuriyeti. Şii düşüncesinde Velayet hakkı ve yetkisi Allah’ın emriyle Ali bin Ebu Talib ve nesline verilmiş olmakla birlikte, bu durum halkın işlerinin devam ettirilmesinde rol almayacağı, herhangi bir vazife ve sorumluluk yüklenmeyeceği anlamına gelmemektedir. Bilakis halkın asli sorumluluğu meşru idarecinin çizdiği çerçevede nizamı oluşturmak ve buna sahip çıkıp işletmektir. Meşru idareci, yani Veliyy-i fakih ise İslam’ın sınırlarının gözetildiği bir çerçeveyi oluşturmaları için halka yol göstermek, onları teşvik ile bu yola sevk etmek ve nihayetinde nizamın korunması ve işletilmesini sağlamak için halkın katılımını devamlı kılmaya gayret etmekle yükümlüdür. Bu düzlemde halk, şeri açıdan meşru bir nizamı makbul kılarak, bu şekilde kalmasını sağlama sorumluluğunu üstlenmiştir. İslam İnkılabı’nın somut neticesi ve meyvesi İslam Cumhuriyeti bu temel üzerine bina edilmiştir. Bu binanın temeli ve iskeleti İran İslam Cumhuriyeti Anayasa’sı ile ortaya konulmuş ve nizam buna göre şekillendirilmiştir.

İslam Cumhuriyeti nizamın merkezine Veliyy-i fakih’i almakta, ona çok büyük yetkiler vermekte ama onu da denetimsiz bırakmamakta, Meclis-i Hubregan adıyla bilinen, ulema ve hukukçulardan oluşan geniş çaplı bir heyet eliyle Veliyy-i fakih’i de kontrol etmektedir. Bu anlamıyla İran İslam Cumhuriyeti Anayasa’sı, ulema sınıfından gelmiş olsa bile kontrolsüz bir güç merkezi oluşmasına izin vermemiştir. Bir başka ifadeyle, İmamların yetkilendirmesiyle Şii toplumu yöneten alimi yine ulema sınıfının yetkili temsilcilerinin denetimi altına sokmuştur.

 

İslam Cumhuriyeti nizamın ve toplumun birlikte hareket ettiği bir hukuki ve siyasi yapı inşa etmiş haldedir. Toplum, idari ve siyasi kurumların teşekkülünü sağlayan birçok seçime katılırken, İslam İnkılabı’nı yolundan saptıracak unsurların bertaraf edilmesini sağlayacak mekanizmalar da yine toplumun iş birliğiyle inşa ve idame ettirilmiştir. Nizamı oluşturan kurumlar birbirini dengeler halde yapılandırılmış ve nihai anlamda Veliyy-i fakih’in bunlar üzerindeki kontrolü kabul edilmiştir.

 

İslam Cumhuriyeti nizamı toplumun idaresinde adil ve takva sahibi kişilerin öncü rolü üstlenmesini zorunlu gördüğünden, topluma yön verme imkanının bulunduğu tüm noktalarda bu vasıfta kişilerin yer almasını öngörmektedir. Bu vasıfların varlığı, Şii inanç ve düşüncesinin tarihi birikiminden süzülerek gelen hasletlerin kişide görünür hale gelmesine ve bunun halkça teyit edilmesine bağlıdır. Bu temel vasıflar İslam İnkılabı ve İslam Cumhuriyeti’nin karakteristiğini oluşturmaktadır. Bunların üçünü asli önemde görebiliriz:

 

1 – Sabır kültürü

Şii inancını oluşturan asli kaynaklar varlığı sabit ve halen hayatta olduğuna inanılan İmam Muhammed Mehdi Muntazar’ın zuhurunu kesin ancak Allah’ın iradesine bağlı olarak ertelenmiş bir vaka olarak kabul etmektedir. Bu tıpkı kıyametin kesinliği gibidir. Kıyamet muhakkak gerçekleşecektir ancak vaktini ancak Allah bilmektedir. Benzer şekilde İmam Mehdi de zuhur edecektir ancak Allah’ın dilediği vakitte. Bu durumda Şii bir Müslüman’a düşen, bulunduğu inancı sabırla korumaktır. Günlük meşgaleler, hayatın zorlukları, düşmanın baskıları, Şii düşüncesini kavrayamamış kişilerin akıl çelmeleri onu inancından saptırmamalı ve inancını tüm delilleriyle  öğrenip bunda sebat etmelidir. Bu yolda önüne çıkacak zorlukları göğüslemek bu sabrın hem gereği hem de tezahürüdür. Şii inancına mensup bir Müslüman için sabır hasletini doğrulayacak pek çok örnek İmamların hayatında mevcuttur. İslam Cumhuriyeti’nin hareket metodunun temelinde bu kültür yatmaktadır. İslam İnkılabı’nın manevi önderleri ile İslam Cumhuriyeti’nin yetkilileri “Her şeyin bir vakti vardır, vakti geldiğinde o iş olur ve kimse bunun önüne geçemez” şeklinde özetlenebilecek bir bakış açısına sahiptir. Elbette bu, plansız ve programsız hareket etmek veya bir işin kendiliğinden olmasını beklemek anlamına gelmemektedir. Bilakis amaçlanan iş gerçekleşene kadar çaba sarf etmeyi ve neticeyi Allah’tan ummayı ifade etmektedir.

 

2 – Feda kültürü

İslam İnkılabı, Şii toplumun İmamların hayatından yansıyan “feda kültürü” ile beslenmektedir. Bu kültür kişisel konfordan uzaklaşmak ve sıradan bir hayat sürmek aşamasından İslam ve İslam İnkılabı’nın değerleri için hayatından vazgeçmeye kadar uzanan bir silsileye sahiptir. Bu açıdan bakıldığında, Şii bir Müslüman’ın terazinin bir kefesine “Aşura/Kerbela ve Ramazan”ı ve diğer kefesine de “musibet ve tuzaklar”ı koyması gerekmektedir. Hiçbir musibet ve tuzak Ehli Beyt’in maruz kaldığından ağır olmadığı gibi hiçbir fedakarlık da Ehli Beyt’in fedakarlığından büyük değildir. Kendisini Ehli Beyt sevgisine adayan bir kimse musibet ve tuzaklara karşı metanet göstermelidir. Zira en ağır musibetler dahi İmamları yollarından ayıramamıştır. İslam’ın, İslami ilkelerin, İslam nizamının devamı kişinin varlığını ortaya koymasına, feda etmesine bağlı ise salih bir Şii bundan yüz çevirmemelidir. Gerek İslam İnkılabı’nın başarıya ulaşma sürecinde gerekse ardından gelen İnkılap ve İslam Cumhuriyeti’ni koruma döneminde -hassaten Tahmili Savaş’ta- feda kültürünün en seçkin örneklerine şahit olunmuştur.

 

3 – Sorumluluk bilinci

İslam İnkılabı ve İslam Cumhuriyeti tek tek fertlere ve bir bütün olarak da topluma bir sorumluluk yüklemektedir. Bu sorumluluğun kaynağı ise yine Şii inanç ve düşüncesinden kaynaklanmaktadır. İmamları tanımak ve onların yanında yer almak her Şii için vazgeçilmez bir zorunluluktur. İmamlara itaat Allah’a itaattir. İmamet kaidesinin bir uzantısı olarak Velayet inancı ve düşüncesi de herkese içinde bulunduğu zaman ve zeminde meşru veliyi tanıma ve onun bağlayıcı nitelikteki emirlerine uyma sorumluluğu getirmektedir. Bu sorumluluğun ifası herhangi bir devletin kamu gücünü kullanarak fert ve topluma boyun eğdirmesinin çok daha ötesinde bir manayı işaret etmektedir. Zira bu düzlemde imanın kemali velayetin idrakine bağlıdır.

 

İslam Cumhuriyeti’nin hedefi

İslam Cumhuriyeti, kendi anayasasında belirtildiği üzere, bazı insanların diğerleri üzerinde haksız bir hakimiyet kurduğunu, onlara musallat olduğunu, onları sömürdüğünü ve bu sebeple yeryüzünün fesada uğradığını, müstekbir tabir edilen bu kişilerden kurtulmak için harekete geçmenin bir sorumluluk olduğunu söyler. Buna binaen İslam Cumhuriyeti sadece İran içinde değil, tüm bir yeryüzünde adil bir nizamın inşasını en temel hedef olarak belirler. “İlahi adalet devletinin inşası” olarak isimlendirebileceğimiz bu hedef bir süreci ifade ettiğinden, bu hedefe ulaşmak için izlenmesi gereken yolları da öngörür.

 

Bu noktada yukarıda bahsettiğimiz ikinci gerçekliğe, İslam Cumhuriyeti’nin modern ulus devletler çağında vücut bulmuş olduğu gerçeğine işaret etmek gerekmektedir. İslam Cumhuriyeti’nin hareket tarzına yön veren unsurların bir kısmı bu zeminde anlaşılmalıdır. İslam Cumhuriyeti yeryüzünün ifsad edici güçlerinin kurduğu düzeni meşru kabul etmez ama sultanların meşruiyetini kabul etmeksizin onlarla birlikte ve kendi çağının gelmesi için gerekli şartları gözeten Şii toplumunun tarihi örnekliğinde görüldüğü üzere, bir devlet olarak aynı yolu takip eder. Bir başka ifadeyle, İslam Cumhuriyeti kendini özgürleştirmiş bir toplumu ve devleti mevcut uluslararası düzenin saldırılarından korumayı ve bunun yanında diğer toplumlara da örnek ve destek olmayı izlenecek yol olarak belirler. Zira İslam Cumhuriyeti’nin yıkılması siyasal bütünlüğün yeniden parçalanması ve Müslümanların dağıtılmış toplum, grup ve hatta fertler haline yeniden döndürülmesi demektir. Bu ise yeryüzünde adil bir yönetimin inşası hedefinin sekteye uğratılması anlamına gelecektir.

 

İslam Cumhuriyeti’nin imkanları

İslam İnkılabı yeryüzünde adil bir toplum ve devleti inşa etme hedefini ortaya koymakta ve buna ulaşmak için de belli araçları kullanmaktadır. Her şeyden evvel şunun kavranması icap eder: İran, 85 milyonluk nüfusu, 1 milyon 600 bin kilometre kare yüzölçümü, çok kıymetli tabii kaynakları, jeostratejik konumu, derin bir tarihi tecrübeye sahip halkı ve güçlü önderliği ile öncü kuvvet olarak tanımlanmayı hak etmektedir. Bu imkanlar İran halkına ve önderliğine ülke içinde ve dışında hareket kabiliyeti kazandırmaktadır. Benzer her devlet ve toplumda olan kalkınma çabaları İran’da da görülürken, İran ulusötesi hareket kabiliyetine sahip kurumları eliyle de doğal nüfuz alanları oluşturabilmektedir. Bunların ekserisi sivil metotları takip eden kurumlardır. Yine İran, sömürgeci güçlerin ve düzenin askeri unsurlarıyla mücadele edebilecek kurumları da inşa etmeyi başarmış ve bunlar eliyle ve pek çok yolla sömürgecileri bölge dışına çıkarmaya çalışmaktadır. Bu anlamıyla İran İslam Cumhuriyeti devlet gücünü İslam İnkılabı’nın değerlerinin tahakkuku için seferber etmiştir ve İran’ın tüm kapasite ve kabiliyetleri İslam İnkılabı’nın imkanları anlamına gelmektedir, diyebiliriz.

 

Tüm bu anlattıklarımızdan şöyle bir sonuç çıkmaktadır: İran İslam İnkılabı Velayet inanç ve düşüncesinin tarihi süreçteki patlama noktası; İran İslam Cumhuriyeti ise İslam İnkılabı’nın hukuki ve siyasi neticesi ve meyvesidir. Bu İnkılap bütün bir yeryüzünü değiştirmeyi hedeflerken, mevcut şartları gözeten ve bu şartları aşmak için de sabır, fedakarlık ve sorumluluk kültürünü harekete geçiren bir özelliğe ve yine tüm bunları hedefe yöneltip intizam içinde hareket ettirebilecek bir liderliğe sahiptir. İslam Cumhuriyeti’ni temelinde yatan bu gerçeklerin kavramadan açıklamaya çalışanlar, İran halkını oluşturan bileşenlerin ulus devlet mantığı içinde hareket ettiklerini ve sadece kendi tarihi serüvenlerini yaşadıklarını varsaymaktadır. Bu ise onların pek çok analizini hükümsüz kılmaktadır.

 

İslam İnkılabı değerlerinden vazgeçmedikçe ve İslam Cumhuriyeti hukuki ve siyasi nizamını değiştirmedikçe tarihi model işleyecek ve İslam İnkılabı her geçen gün hedefine yaklaşmaya devam edecektir.

 

 

Hiç yorum yok: