Bu ülkede mürekkep yalamış hemen
herkes Ziya Paşa merhumun, “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz/ Şahsın görünür
rütbe-i aklı eserinde”, dediğini bilir. İnsanın ortaya koyduğu eser ile aklı
arasında doğru orantı kuran bu söze devlet ricali itibar etmiş olsaydı, eminim
ki, bugün Dışişleri Bakanlığı koltuğuna yapışan Ahmet Davutoğlu Malezya’da bir manav dükkanında karpuz satıyor
olacaktı.
Tahran’da uluslararası bir
konferans için bulunduğum bir sırada iki akademisyen ile aramızda Davutoğlu’nun
Stratejik Derinlik isimli kitabının anlamsızlığı üzerine bir saate yakın bir
münazara geçmişti. Bu akademisyenler Davutoğlu’nun halen saçmaladığını kabul
etmekle birlikte kitaba laf söylenmemesi gerektiğini savunuyorlardı. Kitabı
üçümüzün de okuduğunda mutabık kaldıktan sonra kendilerine “Bir ülkenin dış
politikasının temeli haline getirilen bir tezin/ kitabın sıhhatini nasıl
kontrol edebiliriz?”, diye sordum. Belli ki, bu akademisyenler Davutoğlu’nun
tezine can veren fikre, Türkiye’yi merkeze alma fikrine herhangi bir soru
işaretiyle yaklaşmamışlardı. Bu akademisyenlere, Osmanlının Balkanlardan
1912-1914 arasında ayrıldığını, Arap coğrafyasına ise 1919’da veda ettiğini,
yaklaşık 100 yıldır bu bölgelerde Türk hakimiyetinin olmadığını, geçen bu süre
zarfında Balkan halklarının milli kimliklerinin Türk karşıtlığı üzerine
kurulduğunu, Arap coğrafyasında da durumun farklı olmadığını, Türklerin
kahraman olarak ilan ettikleri Osmanlı Sultanlarının birçoğunun (Başta Yavuz Sultan
Selim gelmek üzere) Arap dünyasında katil olarak görüldüğünü (durum Balkan
ülkelerinde daha da vahimdir), bugün Suriye’de hüküm süren rejimin Arap
milliyetçiliğini temel alan bir politika izlediğini, Arap milliyetçiliğinin
sadece Baas tarafından değil İslamcı görünen hareketler tarafından da kabul
gördüğünü, bu bölgede hiçbir halkın Türkiye’yi çiçeklerle karşılamaya hazır
olmadığını, Davutoğlu’nun hayal gördüğünü, tarih faktörünü göz ardı ettiğini,
tezine/ kitabına dayanak olacak hiçbir saha çalışması sunmadığını, bu haliyle
tezin kabul edilemez mahiyette olduğunu, akademik bir çalışma olarak görülse
bile buradaki ana temayı doğrular mahiyette hiçbir bilgi/ delil olmaksızın bu
tezin dış politikanın merkezi haline getirilmesinin büyük bir hata olduğunu, Davutoğlu’nun
bu bölge açısından gelişmeleri okumakta malul birisi olduğunu, ne 2000 yılını
ne 2006 Savaşı’nı ne de 2009 Savaşını değerlendirebildiğini, gerek bu kitapta
gerekse başkaca yazı ve röportajlarında 2000 yılından önceye ait terminolojiyi
kullandığını, Davutoğlu’nun bakış açısını anlamsız kılan birçok gelişmenin bu
dönemde yaşandığını ve tüm bu sebeplerle Davutoğlu’nun bir Türk Kissenger’ı
olmayı bırakın (Ben şahsen Kissenger’ı da bir katil olarak görüyorum) İsmail
Cem bile olamadığını anlattım. Bunları söyleyenin sadece ben olmadığımı ispat
sadedinden Herkül Milas’ın, Arben Xhaferi’nin ve İbrahim Cafer’in yazılarından
da bahsettim.
Davutoğlu hayal ile gerçeğin
sınırını bilmeyen birisi. Yine o, bir hayale sahip olmak ile bu hayali gerçek
kılmak için girişilen mücadelede zayi olanların anlamını da bilmiyor. İsrail
Shamir’in dediği gibi Davutoğlu Osmanlı dönemini uygulanabilirliği ispatlanmış
ve bir kez daha uygulanabilir bir dönem olarak kabul ediyor ve bu çabalarını
Sünni temelli Türk devletinin bölgedeki egemenliği için sürdürüyor. Davutoğlu
için bu süreçte ölenlerin ne hayatlarının ne sayılarının bir önemi var. Ona
göre, nihai iyilik tüm bu kusurları/ kabahatleri örtüp hakikati, Osmanlı
dönemlerini hâkim kılacak.
Davutoğlu, mevcut ruh halini ve
yanlıştaki saplantı derecesindeki ısrarını 13 Nisan 2013 tarihli Star
gazetesine verdiği röportajda, şu sözlerle ortaya koyuyor: "Bu kitabın
yayınlanmasından yaklaşık bir buçuk yıl sonra başbakan başdanışmanlığı görevine
geldiğimde, iç tutarlılık ve ahlâkî sorumluluk açısından hayatımın en kapsamlı
meydan okuması ve sınavı ile yüzleşmenin derin çilesini ve muhasebesini
yaşamaya başladım. Bu meydan okuma, hem tarih boyunca birçok ilim adamı ve
teorisyenin elde edemediği büyük bir nimet, hem de tarihin son derece hızlı
aktığı bir dönemde, bu akışın coğrafî ve tarihî merkezinde bulunan bir toplumun
ferdi olarak taşıması çok ağır bir yüktü. Stratejik Derinlik başlıklı tezin
kitap olarak varlığı bu ağır yükün entelektüel zeminini oluşturuyordu. Okuyan muhatapların zihnine bir hitap
olarak kaleme alınan bir kitap, bizatihi yazarı için bir yanlışlama/doğrulama
cetveline dönüşmüştü."
Davutoğlu’nun tarih unsurunu,
Türkiye’nin gerçeklerini ıskalayan tezi başından beri temelsizdi ve doğal
olarak çöktü. Ancak bu çöküş Suriye ile değil 2009’daki Gazze Furkan Savaşı ile
başladı (http://gurkanbicen.blogspot.com/2009/01/gazzede-ken-trk-di-politikasidir.html).
Osmanlı geçmişine öykünen Davutoğlu tezini haklı çıkarmak için bugün Batı
emperyalizminden medet umuyor. Bu haliyle o, egosunu tatmin etmek için kana
doymak bilmeyen diktatörleri andırıyor. Verdiğimiz her kurban onun yanlışlama/
doğrulama cetvelinde bir çentiğe dönüşüyor.
Davutoğlu, lütfen bize söyle,
senin egonu tatmin etmek için halklarımızın kaç kurban vermesi gerekiyor? Biz
kendi ellerimizle sunağına getireceğiz onları, yeter ki sen tatmin ol.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder