Christopher
Colombus (1450-1506) Avrupalılar tarafından bilinmeyen bir ülkeye ulaştığında,
insan medeniyetinin yolunu değiştirmeye başladığını bilmiyordu. Şayet modern
çağda yaratılan bu tarihi kabul edersek, bu anın insanlık tarihinde bir kırılma
noktası olduğunu görebiliriz.[1]
Bu keşfin ardından Avrupalılar “Yeni Dünya”yı işgale başladılar. Amerikan
Başkanı Woodrow Wilson (1856-1924) “Tanrı bu ülkeyi barışçıl ve insan
haklarına saygılı kişilere verdi ve burasını Avrupalılar medeniyeti getirsinler
diye işgal edilmemiş halde/ bakir bıraktı” dese de, biz hakikatin farklı
olduğunu biliyoruz.[2]
Avrupalıların gelişinden evvel Amerika, beyaz kolonyalistler tarafından bastırılan
yerli halklar tarafından iskân edilmişti. Buna rağmen yerli halkı katleden bu
yeni yerleşimciler kendilerini suçlular olarak değil, “kıtayı medenileştiren
insanlar” olarak tanımladılar.[3]
Colombus’tan
dört yüzyıl sonra, Amerika dünyanın en etkin ülkesi oldu. Bazı entelektüeller, tabiat
kanunlarının yeryüzünde bir ülkenin etkin ve pek çok entelektüel ve ahlaki
değere sahip ve yine, dünyayı şekillendirebilmek için azimli ve kuvvetli
olmasını gerekli kıldığını ileri sürerler. 20.yüzyıl boyunca Amerika Birleşik
Devletleri böyle bir ülkeydi.[4]
19.yüzyıla kadar ABD dış politikası basitti: Denizaşırı meselelerden uzak
durmak. Amerika Dışişleri Bakanı Quincy Adams, Amerika’nın dünyadaki bütün
bağımsızlık hareketlerini desteklediğini ilan etse de, bunun, Amerika’nın
denizaşırı ülkelerde eylemler gerçekleştireceği anlamına gelmediğini
söylüyordu. O, Amerika bağımsızlık ve özgürlük adına savaşan herkes için en iyi
dileklerini sunar ama Amerika ancak kendi haklarını/ menfaatlerini savunabilir,
diyordu.[5]
Bu sözleriyle aslında Adams, Amerika’nın üçüncü başkanı Thomas Jefferson’un (1743-1826)
görüşlerini tekrarlıyordu. Jefferson Amerikan dış politikası için bir hedef
belirlemişti; gücün avantajlarını kullanmak ama güç kullanırken asla bir
kurbana dönüşmemek.[6] Jefferson’a
göre, şayet Amerikalılar Amerika’da güçlü bir demokrasi yaratabilirlerse, bu,
bütün dünya halkları için izlenecek bir örnek/ yol olacaktı.[7]
Amerikan
dış politikasının temel kuralı denizaşırı meselelerden uzak durmak olsa da,
Amerika bunu bazı geniş yorumlarla değiştirmeyi de denedi. Bu bağlamda, Başkan Franklin
D. Roosevelt (1882-1945), Kongre’ye gönderdiği bir mesajda, uluslararası
politikaların ve ekonomik ilişkilerin çok daha karışık bir hal aldığını ve bu
sebeple bütün medeni ve iyi organize edilmiş halkların bir çeşit dünya polisi
olması gerektiğini söyledi.[8]
Roosevelt’in ardından Wilson bu politika değişikliğini şu sözlerle açıkladı: Biz
bütün dünya halklarının dostuyuz; hiç kimseyi tehdit etmiyoruz, hiç kimsenin
malını gasp etmek istemiyoruz ve hiç kimseyi devirmek de istemiyoruz.[9]
1915’te,
Wilson “ilgisiz” kavramını tanımladı. Ona göre, eğer insanlık ile ilişkiliyse
hiçbir şey Amerika için “ilgisiz” değildi.[10]
Bu yüzden o, Amerika’ya yeni bir misyon yükledi. Amerika’nın misyonu, dünyanın
her neresinde gerçekleşirse gerçekleşsin, insanlığı tehditlere karşı
savunmaktı.[11] Wilson
dış politikası için bazı ahlaki değerleri bahane olarak gösterse de, Henry
Kissenger Wilson’un sözlerini hilekârlık olarak kabul eder. Kissenger’a göre,
Amerikalılar uluslararası meselelere müdahil olduklarında kendi bencilliklerini
göstermekten hoşlanmazlar, daha ziyade ilkeler uğruna mücadele ettiklerini
iddia ederler.[12] Bu
politika onların Orta Doğu’ya müdahalelerinde de geçerlidir.
Klasik
antropolojiye göre, meşhur tarihçi Marshall Hodgson’un karakterize ettiği
temelde, Orta Doğu için aşağıda belirtilen hatları çizebiliriz: Orta Doğu batıda,
Fas’tan bütün Kuzey Afrika’ya uzanır. İran’dan Arap Yarımadası’na kadar
genişler ve nihayet Güney Afganistan’da son bulur. Bu bölge medeniyetlerin
beşiğidir çünkü ilk yazılı medeniyet burada hayat bulmuştur.[13]
Diğer taraftan, bu bölge, devasa petrol ve gaz rezervlerine sahip olması ve
uluslararası ticaret için denizyolları üzerinde bulunması sebebiyle bizim
çağımız için de önemlidir.
Birinci
Dünya Savaşı’ndan evvel, Birleşik Krallık yeryüzündeki en güçlü ülkeydi ve
modern çağ için petrolün önemini anlayan ilk devletti. İki savaş (Birinci Dünya
Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı) petrolün barış döneminde çok yüksek ekonomik değere
ve savaş döneminde de çok önemli askeri değere sahip bir ürün olduğunu
doğruladı.[14] Gerçekten,
günümüzde piyasa değeri 100 Dolar civarındayken, bir varil petrolün Suudi
Arabistan’daki üretim maliyeti 0,5 ila 2 Dolar ve Amerika’daki maliyeti ise 10 Dolardır.[15]
Bu çok yüksek kar oranı Birleşik Krallık’ı petrol alanlarının büyük kısmını
kontrol altına almaya yöneltti. Birleşik Krallık önce İran’da ve sonra, Osmanlı
İmparatorluğu zamanında, Irak’ta petrol buldu. Birinci Dünya Savaşı boyunca
Birleşik Krallık Arap kabilelere, Osmanlı’dan ayrı, bağımsız ve birleşik bir
Arap Devleti kurma sözü verdi. Birleşik Krallık’ın amacı Araplar için özgürlük
şampiyonu olmak değil, petrol sahalarını kontrol etmekti.[16]
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’nın 1922 tarihli bir raporunda,
Birleşik Krallık, Orta Doğu topraklarını gezegenin petrol rezervleri için temel
stratejik nokta olarak kabul ediyordu.[17]
Bununla
birlikte, Birinci Dünya Savaşı başladığında İngiltere Arapları söz verdiği
şekilde desteklemedi ama Siyonistlere destek sundu.[18]
Siyonist hareketin kurucuları dini kişilikler değildi. Moses Hess (1812-1875),
bir Alman Yahudi komünist, Filistin’de Yahudiler için bazı koloniler kurmak
istiyordu. Hess’ten sonra, 1897’de, Avusturyalı
bir Yahudi olan Theodor Herzl (1860-1904) Hess’in rüyasını yeniden ele aldı.[19]
Birinci Dünya Savaşı boyunca İngiltere’nin Dışişleri Bakanı olan Arthur James
Balfour (1848-1930) Majesteleri’nin hükümetinin Filistin’de bir “Yahudi Yurdu”
yaratma fikrini desteklediğini ilan etti. İngiltere bu kararı geleneksel
kolonyalist mantık temelinde almıştı: Suveyş Kanalı’nı korumak.[20]
Bu şekilde Siyonist plan uluslararası bir meseleye dönüştü. Buna rağmen, 40 yıl
sonra, İngiltere Suveyş Kanalı’nı elinde tutamadı ve Siyonist İsrail rejimi
Suveyş’i savunmasında İngiltere’ye yardım etmedi. İkinci Dünya Savaşı’nın
sonunda İngiltere ve Fransa 1918’den 1956’ya kadar yönettikleri Orta Doğu
üzerindeki hâkimiyetlerinin büyük kısmını kaybettiler.[21]
Wilson’un
ahlaki prensiplerinden ayrı olarak, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra devletler
yabancı ülkelerin kontrol altına alınması için başka bahaneler buldular. Bir
bahane Manda Rejimi’nin uygulanmasıydı. İngiltere ve Fransa Arap topraklarını
bu bahane yoluyla böldüler ve Wilson’un sözlerini kendi Vandalizmlerini örtmek
için ahlaki bir bahane olarak kullandılar.[22]
Birinci
Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasında Amerika Birleşik Devletleri genel
olarak Avrupalı çatışmalardan uzak durdu ve sadece kendi menfaatlerini korudu. Ancak
Amerikan petrol şirketleri Suudi Arabistan’da bakir petrol rezervleri bulmuştu
ve bu şirketler 1928 Kırmızı Hat Anlaşması[23]
(Red Line Agreement of 1928) olarak anılan anlaşmayla bir petrol karteli
oluşturmuşlardı. Kısa zaman içinde bu petrol şirketlerinin menfaatleri Amerikan
dış politika önceliklerini değiştirmeye başladı.[24]
Petrol rezervlerini kontrol etmek ekonomik ve politik başarının anahtarı
olduğundan, petrol politikaları Birleşik Devletler dış politikasının temel
konusu oldu.[25] Bu
sebeple, günümüz Birleşik Devletleri ile Birinci Dünya Savaşı sırasındaki
Birleşik Krallık’ın petrol kaynaklarının kontrolü ve akışın sağlanması
konusunda benzer endişeleri paylaştığını fark edebiliriz.[26]
İkinci
Dünya Savaşı’nın ardından, Birleşik Krallık gücünü yitirse de, bazı özel
ilişkiler yoluyla ABD üzerindeki etkisini sürdürmeyi başardı. Ortak dil, kültür
ve entelektüel etki yoluyla Birleşik Krallık’ın düşünceleri sanki Washington’un
kendi fikirleriymiş gibi görüldü.[27]
Böylelikle, ABD, Filistin’deki Siyonist entite dahil olmak üzere, Birleşik Krallık’ın Orta Doğu’daki halefi
oldu. 1947’de, Sovyetler Birliği Başkanı Joseph Stalin’in (1878-1953) danışmanı
Andrei Zdanov Orta Doğu’yu İngiltere ve Amerika’nın egemenliği altındaki bir
bölge olarak tanımlıyordu.[28]
ABD Arap Yarımadası’nı kontrol ederken, İngiltere’nin üsleri İran ve Mısır’dı.
Birleşik
Krallık Filistin’i terk etmeden evvel, 29 Kasım 1947’de Birleşmiş Milletler
Filistin’i Yahudi ve Arap olarak iki parçaya böldü. Araplar bu kararı
tanımadılar ve David Ben Gurion (1886-1973) 14 Mayıs 1948’de Filistin’de
“Yahudi Devleti”ni ilan ettiğinde Arap – Yahudi savaşı başladı. “Yahudi
Devleti”ni tanımak Birleşik Devletler için bir dilemmaydı. Richard Holbrooke’a
göre, George Marshall ve dış politika diplomatları “Yahudi Devleti”ni tanımaya
karşıyken, Başkan Harry Truman (1884-1972) onu ilan edilişinden 11 dakika sonra
tanımıştı ancak küçük bir farkla; Truman onu “İsrail Devleti” olarak tanıdı
“Yahudi Devleti” olarak değil.[29]
Bu karar, Birleşik Devletlerin dış politikasını yarım yüzyıl boyunca “kutsal
üçlü” olarak belirleyen bir köşe taşıydı: İsrail, petrol ve anti-komünizm.[30]
İsrail
devletinin ilanından sonra, Siyonistler yaklaşık 940 bin Arabı Yahudi
bölgesinden Batı Şeria’ya sürdü. Bu insanlar Birleşmiş Milletler Mülteciler
Yüksek Komiserliğinin (UNHCR) kamplarında toplandılar.[31]
Diğer taraftan, 1948’den 1996’ya kadar 2,5 milyon civarında Yahudi işgal
edilmiş Filistin’e yerleştirildi.[32]
Yukarıda
belirttiğimiz gibi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika Birleşik Devletleri
Birleşik Krallık’ın yerini aldı ve bunun önemli bir nedeni 1957’de yaşanan
Suveyş Kanalı kriziydi. Krizin ardından İngiltere ve Fransa bölgeden çıkmak
zorunda kaldılar ve böylelikle Amerika Birleşik Devletleri bölgede tek başına
egemen oldu.[33] O
dönemde Mısır İsrail’in kurulmasını emperyalizmin zirve noktası olarak kabul
eden Cemal Abdulnasır Hüseyin (1918-1970) tarafından yönetiliyordu.[34]
Nasır Sovyetler Birliği ile ittifak yaptı ve Sovyet silahları için Nikita
Kruschov (1894-1971) ile bir anlaşma imzaladı.[35]
Sovyetler Birliğinin amacı, kendine yeter miktarda petrolü olduğu için, Orta Doğu’yu kontrol etmek değildi. Sovyetler
Amerika’yı durdurmak ve onun bölgedeki etkisini zayıflatmak istemişti.[36]
Bu dönemde Siyonist rejim, Sovyetler Birliği Mısır’ı desteklediğinden,
Sovyetler Birliği’den uzaklaşıp Amerika ile yakınlaştı. Aynı zamanda Siyonistler
Fransa’dan silah almaya çalıştılar.[37]
Tüm bu önemli gelişmeler Amerikan politika yapıcıları arasında birçok tartışmaya
yol açtı. Amerika Birleşik Devletleri’nin 34. Başkanı David Eisenhower
(1890-1969), Eisenhower Doktrini olarak bilinen, Orta Doğu’daki Amerikan
politikasını üç temel üzerinde bina eden bir açıklama yaptı. Bunlar, ekonomik
yardım, askeri yardım ve Orta Doğu’yu komünist hâkimiyetten korumaktı.
Eisenhower daha da ileri giderek, Birleşik Devletler’in özgür dünyayı
saldırganlara karşı korumakla yükümlü olduğunu ilan etti.[38]
Birleşik
Devletler Mısır’ı İsrail ile bir anlaşma yapmak için ikna etmeyi denedi. Bunun
için Birleşik Devletler iki politika izledi. Birincisi, barış için zorlamak ve
ikincisi Asuan Barajı inşaatı için Mısır’a yardım sözü vermekti. Mısır iki şart
öne sürdü; İsrail Negev Çölü’nden çekilmeli ve 1948’de topraklarından sürülen
mültecilerin dönüşüne izin vermeliydi.[39]
Ne
var ki, ABD politika yapıcıları Siyonist İsrail rejimini Orta Doğu’daki Arap
müttefiklerine tercih ettiler. Noreng’e göre, Birleşik Devletler’in yardımıyla
Siyonist İsrail rejimi bir askeri üs oldu ve Araplara karşı muazzam bir askeri
üstünlük sağladı.[40]
1967’deki Altı Gün Savaşı’nın ardından ABD ve Siyonist İsrail rejiminin
ilişkileri geri dönülemez noktaya ulaştı. Bu savaş bugün Orta Doğu’da
gördüğümüz birçok stratejik pozisyonun temellerini oluşturdu.[41]
Bu savaştan sonra ABD ve İsrail’in ilişkileri stratejik alanlarda gelişti. Öyle
ki, ABD şayet bir gün Fars Körfezi’ni ve özellikle Suudi Arabistan’daki askeri
üslerini terk etmek zorunda kalırsa, İsrail’i askeri üssü olarak kullanmaya
devam edeceğini hesaplıyordu.[42]
1970’den
bu güne kadar, petrol gelirleri Orta Doğu toplumlarını çok değiştirdi. Buna
rağmen Arap monarşilerin politik varlığı aynı kaldı. Son 40 yıl boyunca ABD
bütün Orta Doğu’da anti demokratik rejimleri, özellikle Arap Yarımadası’nın
monarklarını destekledi. Orta Doğu halkları Siyonist İsrail rejimi ve Arap
monarşilerinin ancak ABD’nin desteği ile varlıklarını sürdürebileceğini
gördüler. Bunun için, kendini 100 yıldan bu yana demokrasi şampiyonu ilan etse
bile, ABD, baskıcı rejimlerin en büyük destekçesi oldu ve Orta Doğu’da zemin
kazanacak ılımlı politik hareketleri engelledi.[43]
Öyleyse, Amerika’nın söylemleri ile eylemleri arasındaki bu zıtlığı nasıl
açıklayabiliriz? Amerikan ordusu Orta Doğu’yu işgal ederken, Amerikan politika
yapıcılar niçin ABD’yi bir özgürlük, demokrasi ve insan hakları havarisi olarak
ilan ediyorlar? Orta Doğu petrolü Amerikan toplumunun günlük yaşantısı için
vazgeçilmez bir unsur mudur?
Böylesi
bir şey belki 1970’lerde doğruydu[44]
ancak bugün için doğru denilemez zira bugünlerde Amerika Orta Doğu’dan petrol
ithalatına bağımlı değildir. Amerika Kanada, Venezüella ve Meksika’dan petrol
ithal ediyor ve yine herkesin bildiği gibi Amerika petrol üreticisi bir
ülkedir. Kendi topraklarında faal halde binlerce kuyu mevcuttur. Orta Doğu
petrolünün önemi ticari alandadır. Amerikan şirketleri Orta Doğu petrolünü çok
yüksek karlarla Avrupa’ya satarlar.[45]
ABD Orta Doğu monarşilerine, onların iç ve dış düşmanlarına karşı güvenlik
sağlar ve bunun karşılığında Arap monarşileri Amerika’ya petrolü satma izni
verirler ve yine ABD Siyonist rejimi onlardan uzak tutar. Bunu başarmak için
ABD Filistinlileri ve Siyonist rejimi barışa zorlamak gibi birçok politik
manevra yapar. Oslo Anlaşması böyle bir örnekti. Bu anlaşmaya göre, Filistin
Kurtuluş Örgütü (FKÖ) İsrail’in varlık hakkını kabul etmişti ve bunun
karşılığında da Siyonist İsrail rejimi Filistin Ulusal Yönetimi’nin kurulmasına
destek olmaya söz vermişti.[46]
Bu
anlaşma ile ABD, İsrail’in varlık hakkını savunmayı sürdürmeyi ve kendi
şirketleri için Orta Doğu’dan ucuz petrol akışını korumayı sağlamış oldu. Bu
amaçları gerçekleştirmek için ABD bazı diplomatik eylemler gerçekleştirdi. Şayet
Amerika’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gerçekleştirdiği diplomatik
girişimleri sıralamak istersek şunları anabiliriz:
Economik
Teftiş Görevi (1949), Rhodes Ateşkes Görüşmeleri (1949), Üçlü Deklarasyon (1950),
Ürdün Vadisi Geliştirme Planı (1953-1955), Mısır Cumhurbaşkanı Nasır ile İsrail
Başbakanı David Ben Gurion arasındaki gizli görüşmeler, Birleşmiş Milletler
Ateşkes Denetleme Organizasyonu (UNTSO), Birleşmiş Milletler Filistinli
Mülteciler için Yardım ve Bayındırlık İdaresi (UNRWA), Birleşmiş Milletler Acil
Durum Kuvveti (UNEF), Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1967 tarih, 242
numaralı kararının uygulanması için Gunnar Jarring misyonu, Sovyetler Birliği –
Amerika Birleşik Devletleri görüşmeleri (1969), Rogers Planı (1969), Geçici
Yerleşimciler Girişimi (1971), Kissinger'ın 1973 Savaşı’ndan sonraki diplomatik
adımları ve Başkan Jimmy Carter'ın Orta Doğu inisiyatifi (1977 yılı
başlarındaki Geneva Konferansı başarısızlığa uğradı). Sadece Camp David (1978),
Madrid/Oslo 'barış süreci’ netice verdi.[47]
ABD kendisini bir barış ve insan
hakları savunucusu olarak resmetse bile, Orta Doğu’daki monarkları ve otoriter
rejimleri destekledi. ABD’nin desteklediği birçok hükümet ya darbeler ya da
göstermelik/ hileli seçimler yoluyla iktidara geldi. Ancak Soğuk Savaş’ın
ardından ABD Orta Doğu’yu demokratikleştirme arzusuyla bir kampanya başlattı. Clinton
yönetimi Orta Doğu’nun demokratikleştirilmesi için tarihi bir şansın varlığına
inanıyordu.[48]
Clinton’a göre, ABD yeni Orta Doğu’yu dizayn etmeliydi. Bu yeni Orta Doğu’da
İsrail merkezde yer alacaktı. O, ABD’nin Orta Doğu’daki amaçlarını gerçekleştirebilmesi
için bölgenin demokratikleştirilmesinin şart olduğunu kabul ediyordu. Clinton
demokrasinin yaygınlaştırılması için yumuşak bir yol önerdi.[49]
ve amaçlarını gerçekleştirmek üzere USAID gibi organizasyonları kullandı. USAID
Orta Doğu’daki birçok ulusal sivil toplum kuruluşunu destekledi.[50]
Clinton ve takipçileri Orta Doğu’nun demokratikleştirilmesine dair aynı bakış
açısını paylaşıyorlardı. Onlara göre, demokratikleşme Amerikan değerlerinin
kabulü, İsrail’in güvenliği ve bölge üzerinde Amerikan hâkimiyetinin
kabullenilişi ile sonuçlanacaktı.[51]
Ne var ki, ABD’deki
11 Eylül saldırılarının ardından, George W. Bush yönetimi Orta Doğu’nun
demokratikleştirilmesine dair bakış açısını değiştirdi. Bush’a göre Amerika,
Orta Doğu’daki askeri varlığını güçlendirmeli ve Arapları Amerika’nın demokratik
değerlerini kabule zorlamalıydı. Eğer ihtiyaç duyulursa, Amerika demokratik
kurumları bölgeye getirmek adına, demokratik olmayan ve zayıf devletlere karşı
savaş açmalıydı. Bu, Bush yönetiminin Afganistan ve Irak işgalini
meşrulaştırmak için kullandığı en önemli argümandı.[52]
Amerika, demokratik olmayan ve zayıf bir ülkeyi işgal imkânı bulamadığında, onu
“Şeytan Ekseni” olarak ilan etti. Bu onun İran ve Suriye için yaptığı şeydi ve
bu ülkelere karşı uluslararası hukuk açısından birçoğu gayrı meşru olan yaptırımları
uygulamaya koydu.[53] Amerika’nın
söylemine rağmen, Orta Doğu halkları ABD’nin saldırılarının demokrasi için olmadığını
biliyor. ABD İsrail’i ve petrol rezervlerini korumayı denedi. Onların savaşı
aynı zamanda İslam’a karşı da bir savaştı.[54]
Orta Doğu halkları, Amerika’nın söyleminde samimi olması halinde, Müslüman
aydınlar demokrasi ve özgürlük isterken monarkları destekleyemeyeceğini
düşünüyor. 11 Eylül saldırılarından sonra bile Amerika Suudi Arabistan’a
kendisini demokratikleştirmesi için asla baskı yapmadı.[55]
Halbuki güçlü kurumları yaratmaksızın demokrasi için bir şans yoktur; değerler
ısrar olmaksızın politik olarak uygulanamazlar.[56]
Orta Doğu’da olanlar bize, askeri saldırıların Irak gibi ülkeleri yok ettiğini
ve oraları terör merkezi haline dönüştürdüğünü gösterdi. Demokratik kurumların
yokluğunda Irak bir kaosa sürüklendi.
Halklar barışa, adalete, güvenliğe
ve refaha ihtiyaç duyduğu tartışmasızdır. Eğer bir süper güç kendisini bir
insanlık şampiyonu olarak ilan ederse, her şeyden evvel halklara dürüstlüğünü
göstermelidir. Bilmelidir ki, problemlerin kaynağını desteklediği müddetçe
halklar ona inanmayacaktır. Orta Doğu’da temel problem ucuz petrol isteyen
Amerikan şirketleridir. Yukarıda açıkladığımız üzere, bu şirketlerin
menfaatleri Amerikan yönetiminin dış politikası ile birleşmiş haldedir. Azami
kar arzusu ve Orta Doğu halklarına yönelik adil olmayan tutum dünyanın bu
bölgesinde birçok problem yarattı. Amerika Orta Doğu politikasını düzeltmek
için neler yapmalıdır? Bize göre, ABD yönetimleri şunları yapmak zorundadır:
-
Orta Doğu halklarının Amerikalılar
ve diğer halklarla eşit olduğunu kabul etmelidir,
-
Onların petrolünü çalmamalı, petrolün
gerçek değerini ödemelidir,
-
Siyonist İsrail rejimini
Filistinlilerin kendi topraklarına geri dönüş hakkını kabul etmeye
zorlamalıdır,
-
Geri dönüş hakkının
uygulanmasının ardından, Filistin’de Araplar ve Yahudilerin birlikte katılacağı
serbest seçimleri kabul etmeli/ ettirmelidir,
-
Orta Doğu’dan askeri varlıklarını
çekmelidir,
-
Bütün bölgede, ekonomik, kültürel
ve sivil toplum faaliyetlerini desteklemeli, halk sağlığı kurumlarını
yaygınlaştırmalıdır,
-
Kendisini, Siyonist İsrail
rejimini yeryüzüne Armageddon’u getirecek bir rejim olarak kabul eden
Evangelist öğütlerden soyutlamalıdır
Son
söz olarak, bir İspanyol atasözünü anmalıyız; “Ey yolcu! Yollar inşa edilemez.
Yollar yürünülerek oluşturulur.”[57]
KAYNAKLAR
ATTALI
Jaques, 1492, ss:11-13, İmge Kitabevi, İstanbul, 1999
DALACOURA, Catherine, US Democracy Promotions in the
Arab Middle East since 11 September 2001, (International Affairs, 81, 5, 2005,
pp:963-979)
DREZNER, Daniel W., Values, Interests, and American
Grand Strategy, (Diplomatic History, Volume 29, Issue 3, June 2005), pp:429-432
FERGUSON Nial, İmparatorluk, p:298, Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul, 2013
GARAUDY Roger, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin,
p:260, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul, 2011
HOLBROOKE Richard, Washington’s Battle Over Israel’s Birth, The Washington Post, 7
May 2008 (http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2008/05/06/AR2008050602447.html?hpid=opinionsbox1)
HUDSON, Michael C., To Play the Hegemon: Fifty Years
of US Policy toward the Middle East, (Middle East Journal, Vol. 50, Summer,
1996), pp:329-343
KHAN, Muqtedar, Prospects for Muslim Democracy: The
Role of the US Policy, (Middle East Policy, Fall 2003, Volume X, Number 3)
KISSENGER
Henry, Diplomasi, s:39, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2007
LİNDHOM
Charles, İslam Toplumlarında Gelenek ve Değişim, p:26, Elips Yayınları,
İstanbul, 2004
NORENG Qyestein, Ham Güç –Petrol Politikaları ve
Pazarı-, p:65, Elips Yayınları, İstanbul, 2004
SHLAIM Avi, The Middle East: The Origin of
Arab-Israeli Wars, (Oxford: Oxford Universty Press, 1996),pp:219-240
Yves LACOSTE, Büyük Oyunu Anlamak, p:322, NTV
Yayınları, İstanbul, 2007
[1] ATTALI
Jaques, 1492, ss:11-13, İmge Kitabevi, İstanbul, 1999
[2]
KISSENGER Henry, Diplomasi, s:39, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2007
[3] a.g.e, s:28
[4] a.g.e, s:9
[5] a.g.e, ss:26-27
[6] a.g.e, s:26
[7] a.g.e, s:25
[8] a.g.e, s:31
[9] a.g.e, s:31
[10] a.g.e, s:40
[11]a.g.e, s:39
[12]a.g.e, s:787
[13] LİNDHOM
Charles, İslam Toplumlarında Gelenek ve Değişim, s:26, Elips Yayınları,
İstanbul, 2004
[14] NORENG
Qyestein, Ham Güç –Petrol Politikaları ve Pazarı-, s:65, Elips Yayınları,
İstanbul, 2004
[15] Yves
LACOSTE, Büyük Oyunu Anlamak, s:322, NTV Yayınları, İstanbul, 2007
[16] NORENG
Qyestein, s:84
[17]
FERGUSON Nial, İmparatorluk, s:298, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2013
[18] LACOSTE
Yves, s:288
[19] a.g.e, s:289
[20] GARAUDY
Roger, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:260, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları,
İstanbul, 2011
[21] SHLAIM
Avi, The Middle East: The Origin of Arab-Israeli Wars, (Oxford: Oxford
Universty Press, 1996),ss:219-240
[22]
FERGUSON Nial, s:296
[23] HUDSON,
Michael C., To Play the Hegemon: Fifty Years of US Policy toward the Middle
East, (Middle East Journal, Vol. 50, Summer, 1996), ss:329-343
[24] NORENG
Qyestein, s:60
[25] a.g.e, s:66
[26] a.g.e,
s:67
[27]
KISSENGER Henry, s:217
[28] a.g.e,
p:503
[29] [29]
HOLBROOKE Richard, Washington’s Battle
Over Israel’s Birth, The Washington Post, 7 May 2008 (http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2008/05/06/AR2008050602447.html?hpid=opinionsbox1)
Erişim tarihi: 10.06.2014
[30] HUDSON,
Michael C., To Play the Hegemon: Fifty Years of US Policy toward the Middle
East
[31] LACOSTE
Yves, s:295
[32] İbid, s:295
[33]
KISSENGER Henry, s:528
[34] a.g.e, s:504
[35] a.g.e, s:502
[36] NORENG
Qyestein, s:91
[37] LACOSTE
Yves, s:291
[38]
KISSENGER Henry, s:529
[39] a.g.e, s:507
[40] NORENG
Qyestein, s:14
[41] LACOSTE
Yves, s:292
[42] NORENG
Qyestein, s:17
[43] NORENG
Qyestein, s:12
[44] HUDSON,
Michael C., To Play the Hegemon: Fifty Years of US Policy toward the Middle
East
[45] LACOSTE
Yves, s:317
[46] a.g.e, ss:295-298
[47] HUDSON,
Michael C., To Play the Hegemon: Fifty Years of US Policy toward the Middle
East
[48] HUDSON,
Michael C., To Play the Hegemon: Fifty Years of US Policy toward the Middle
East
[49] HUDSON,
Michael C., To Play the Hegemon: Fifty Years of US Policy toward the Middle
East
[50]
DALACOURA, Catherine, US Democracy Promotions in the Arab Middle East since 11
September 2001, (International Affairs, 81, 5, 2005, ss:963-979)
[51] DALACOURA,
Catherine, US Democracy Promotions in the Arab Middle East since 11 September
2001
[52]
DALACOURA, Catherine, US Democracy Promotions in the Arab Middle East since 11
September 2001
[53]
DALACOURA, Catherine, US Democracy Promotions in the Arab Middle East since 11
September 2001
[54] KHAN,
Muqtedar, Prospects for Muslim Democracy: The Role of the US Policy, (Middle
East Policy, Fall 2003, Volume X, Number 3)
[55] KHAN,
Muqtedar, Prospects for Muslim Democracy: The Role of the US Policy
[56] DREZNER,
Daniel W., Values, Interests, and American Grand Strategy, (Diplomatic History,
Volume 29, Issue 3, June 2005), ss:429-432
[57]
KISSENGER Henry, s:529
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder