Translate

17 Ocak 2015 Cumartesi

Endülüs Yahudileri

Gürkan BİÇEN


Giriş
Yahudi tarihi alanında sayısız çalışma yapılmasına rağmen ne Batılıların ne Doğuluların ne de bizzat Yahudilerin Endülüs Yahudilerine,  Yahudi yazar Nahman’ın  “bizim İspanyol-Yahudi-Müslüman altın yıllarımız İspanyol-Yahudi mirasımıza ve Yahudi tarihimizin bütününe zenginlik kazandırmıştır”, ifadesiyle yücelttiği[1] Yahudilerin bu “altın çağ”ına ilgi duyduklarını söyleyebiliriz.[2] Bu alanda var olan bilginin ekserisi Eliyahu Ashtor tarafından The Jews of Muslim Spain adıyla kaleme alınarak,  1960 ve 1966 yılları arasında İbranice iki cilt halinde Kudüs’te basılan ve sahasında adeta bir klasik eser addedilen kaynağa ve bunun tercümelerine dayanır.[3]  Hıristiyan Batı ile Müslüman Doğu arasında köprü vazifesi de gören Seferad Yahudilerinin, Müslümanlarla Yahudiler arasında teşekkül eden güzel dostluk misalleriyle dolu,[4] Müslümanlarla Yahudiler arasındaki ilişkilerin “fusion / kaynaşma ve birleşme” ve “symbiosis / ortak yaşama” olarak özetlenebileceği[5] Müslüman idaresi altındaki bu dönemlerini görmezden gelmek istemeleri izaha muhtaç bir durumdur.
Bu günün Avrupa’sının ve yine bu günün Yahudilerinin daha iyi anlaşılabilmesi için, üzeri örtülse de, Endülüs Yahudilerinin konumunun ayrıntılarıyla açığa çıkarılması fayda sağlayabilir. Medeniyetler arasındaki ilişkinin aktığı, yolunun kesildiği ve başkaca kanallara yönlendirildiği anların tespiti belki insanlık tarihinin bundan sonrası için bir anlam ifade edebilir.
Bu çalışmamızda oldukça kıt kaynaklara dayanarak Yahudilerin İslami yönetim altındaki Endülüs’teki yaşantılarına ışık tutmaya çalışacağız. Zikrettiğimiz gibi, konuya dair çalışmaların azlığı çok yönlü okumaları ve karşılaştırma yapmayı imkânsız kılmaktadır. Yine de, bu çalışma ile okuyucunun zihninde bir çerçeve oluşturmayı amaçlamaktayız.
Çalışmamız iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Yahudilerin Endülüs’e yerleşmesi ele alınacak ve ikinci bölümde de İslami dönemdeki yaşantıları incelenecektir.


I.Bölüm
Yahudilerin Endülüs’e yerleşimi
Yahudilerin etnik kökeni olan İbranilerin Filistin’e yerleşmelerinden önceki tarihlerine dair kuvvetli bilgilere rastlanmaz. Bilinen, onların da büyük Arami göç dalgasının içinde oldukları ve topraksız kaldıklarıdır.[6]  Kimi kaynaklar onları eşkıyalık yapan ve hatta şehirleri ele geçirmeye çalışan Habirularla ilişkilendirir.[7]  Yahudiler ise etnik kökenlerini yaklaşık 4 bin yıl evvel yaşayan bir kişiye, Hz. İbrahim’e (as) dayandırırlar.[8] Tevrat’a göre Hz. Nuh’un (as) oğlu Sam neslinden Mezopotamyalı bir göçmen olan Hz. İbrahim’in[9] oğlu Hz.İshak (as) ve ardından da Hz. Yakup (as) İbrani halkının ataları kabul edilmiştir.[10] Böyle de olsa, Filistin’e yerleşmeyi başaran Yahudiler M.Ö. 750’den itibaren Asurlular, Babilliler, Persler, Makedonyalılar ve Romalılar tarafından bastırılmış, bölünmüş ve dağıtılmıştır.[11]  Araplarla yaptıkları ittifaklara rağmen Yahudiler kendilerine sürgün hayatı yaşatan bu işgalleri durdurmayı başaramamıştır.[12]
Yahudi topraklarını zapt eden güçler onları Asya, Küçük Asya, Afrika ve Avrupa’nın birçok bölgesine dağıtmıştır. Yahudilerin bu sürgünlerle yerleştikleri bölgelerden birisi de İber yarımadasıdır. Kaynaklar yerleşim tarihi ve yerleşimci sayısı hakkında farklı bilgiler verseler de, onların bu bölgenin yerli halkı olmadığı kesindir.
Kendilerine Sefaradlar/Sefardim ismini veren ve kendilerinin Yahuda kabilelerinden birinden geldikleri hususunu öne çıkaran İspanya Yahudilerinin[13] İspanya’daki tarihinin başlangıcı efsane, söylence ve mitlerle örtülüdür.[14] Endülüs’teki Yahudi varlığının kökeni hakkında bir Yahudi kaynağı, “Yahudilerin İspanya’ya Müslümanların istilalarıyla veya bundan sonra geldiği” yolunda bir inanışı dillendirirken, bazı İslâmî kaynaklar ise Yahudilerin bu coğrafyadaki mevcudiyetini kral İşpan dönemine kadar götürürler. Kral İşpan'ın Babil Kralı Nebûkadnesar’la beraber Kudüs’ü M.Ö. 586’da ele geçirdiği ve ülkesine 100 bin Yahudi esirle döndüğü rivayet edilir. İslâmî kaynaklar bu konuda birbirine yakın ve benzeşen bilgileri zikrederler.[15] Endülüs'teki bazı meşhur Yahudi ailelerinin, “kendi atalarının I. Mabed’in yok edilmesinden sonra İspanyollara esir düşerek buraya geldiklerini” ifade ettiğini kaydeden Yahudi kaynakların yanında, Yahudilerin, Kudüs’ün ele geçirilmesinde Babil Kralı Nebûkadnesar’la (M.Ö.605-562) birlikte hareket eden İspan ve Pirus'un esir aldığı Yehuda ve Bünyamin kabilesi mensupları olduğunu belirtenlere de rastlanır. Bazı Yahudi araştırmaları ise, İspanya'ya gelişlerini Hakimler Dönemi’ndeki (M.Ö.1125-1025) iç karışıklıklar ve İsrail ile Yehuda krallıkları arasındaki savaşlarla ilintilerler.[16]  Ancak bu ifadeleri tevsik edecek herhangi bir kanıt da mevcut olmadığından bu anlatımların mitolojik özelliği dışında bir anlamı yoktur.[17] Yahudilerin İber yarımadasındaki varlığını, İspanya’yı ticari kolonileri haline getiren Sami ırkından gelen Fenikelilere yardımcı olmak ve hizmet etmek üzere gönderilen Yahudiler yoluyla antik zamanlara dayandıranlar da vardır.[18] Bir başka görüşe göre, İspanya'daki Yahudilerin önemli bir kısmı, Romalılar döneminden gelmektedir. Roma Kralı Hadrian’ın Yahudilerin Fîlistin’deki Bar Kohba isyanını Titus vasıtasıyla M.S.135’te bastırarak, 50 bin Yahudi ailesini İspanya’ya sürmüştür.[19] Diğer bir kısmı ise Doğu Avrupa, yani Hazar kökenlidir. İbrahim, İshak ve Yakub’un soyundan öte, Hun ve Macar kabileleriyle daha sıkı bağları vardı.[20]  Gerek İslam gerekse Yahudi kaynaklarında zikredilen rakamlar şüphelidir zira İslâm’ın fethi sırasında Kuzey Afrika’daki toplam 2 milyon civarındaki nüfusun 1,5 milyonunun Hıristiyan olduğu ve Mağrib’teki Yahudi nüfusun ancak % 1’e tekabül ettiği tahmin edilmektedir.[21]  Öte yandan, günümüz Yahudi araştırmacıları Yahudilerin İber yarımadasındaki varlığının M.S. IV.yüzyılda başladığını ve 1492’ye kadar yaklaşık 1.200 yıl sürdüğünü kaydederler.[22]
Yahudilerin sayısı konusunda net bir bilgiye sahip değiliz. Bu konuda muhtelif öngörüler mevcuttur. Bir görüşe göre fetih sırasında İspanya’daki Yahudi nüfusu 100,000 civarındadır. Yahudilerin toplam nüfusun % 1’in yarısını ancak geçebildiğini, şehirlerde bu oranın % 6-10 civarında seyrettiğini, bazı önemli kentlerde ise bunun % 15 ile 20 arasında bir seyir izlediğini yazanlar olduğu gibi, İslami dönemde Yahudi sayısını 500 bin olarak öngörenlerin[23] yanında 1492 sürgününden önce “conversos” (Hıristiyanlaştırılanlar) dahil, Endülüs’te 800.000 dolayında Yahudi yaşadığın tahmin edenler de vardır ancak bu bilgi yanlış ve abartılı olmalıdır zira Kudüs’teki İbrani (Hebrew) Üniversitesi’nden Prof. Sergio Della Pergola’nın en son yaptığı bir araştırmada, bütün Ortaçağ boyunca dünyadaki Yahudi nüfusun bir milyon civarında bir seyir takip ettiği, 1500 yılındaki dünya Yahudi nüfusunun 900 bin civarında olduğu ortaya konulmuştur.[24] Jacques Attali ise XV.yüzyıl sonunda dünya genelinde iki milyona ve Endülüs özelinde ise üç yüz bine yakın Yahudi yaşadığını söyler.[25] Her ne kadar olursa olsun, bilinen şudur ki, Endülüs istikrarlı döneminde Yahudi göçü alırken, karışıklık dönemleri Yahudileri de etkilemiş ve göç vermiştir.[26]  Geniza belgelerinde Fustat’taki Yahudi cemaatinin dağıttığı yardım cetvellerinde yer alan, ‘Endülüslü genç’, ‘Endülüslü yetim’ veya ‘Endülüs’ten gelen adam’ ifadelerinden bunların bir kısmının Yakın Doğu’ya ve Mısır’a gittiği anlaşılmaktadır.[27]

II. Bölüm
Endülüs Yahudilerinin içtimai konumu ve yaşantıları
Endülüs dönemi dahil olmak üzere, İbranilerin bütün dini aşamalarını kronolojik bir biçimde aktarabilmek için yeterince bilgi yoksa[28] ve yine tarihi aktarımın/ şemanın büyük oranda hayali olduğu düşünülse de,[29]  dini açıdan Yahudilik, Hz. Musa’nın (as), bir diğer adı da İsrail olan Hz. Yakub’un (as) on iki oğlunun soyundan gelen on iki kabileyi Mısır’dan çıkarıp Sina’ya götürmesi ve burada Tanrı’dan Tevrat’ı almasıyla başlar, denilebilir.[30] Bu anlamıyla Yahudiler,  etnik olarak bağlandıkları Hz.Nuh’u (as) sosyal boyutu olmadığı gerekçesiyle Yahudi olarak telakki etmezler.[31] Ancak bu Nuh’un onlar için hiçbir önemi olmadığı anlamına da gelmez. Nuh’un Yahudiler için önemi onların birlikte yaşadıkları toplumlara bakış açılarını belirleme noktasında ortaya çıkar. Yahudilerin İbrahimi dinlerin (İslam ve Hıristiyanlık) mensupları ile paganlara bakışları aynı değildir. İbrahimi dinler her ne kadar farklı detaylara sahip olsalar da, temelde aynı öze sahiptirler ve birçok değeri de paylaşırlar. Özellikle M.S. 1492 İspanya sürgünü öncesi ve sonrasında Müslüman kültürüyle iç içe yaşayan Doğulu Sefarad Yahudilerle Müslümanların benzerliği çok daha fazladır.[32] Bunun sebeplerinden birisi, kendisini sadece bir din değil, Allah’ın İbranilere gönderdiği tüm peygamberleri de kapsayan en eski din olma iddiasındaki İslam’ın[33] müntesibi Müslümanlarla Yahudiler arasında Hz. Peygamber (as) döneminde varılan ve Medine Vesikası olarak anılan anlaşma uyarınca tarafların ortaya koydukları birlikte yaşama iradesidir.[34]  Kendinden sonra gelecek Müslümanları da bağlayacak şekilde, Peygamber, ashabı Yahudilerin dini hayatına karışmamak ve herhangi bir şekilde onları rahatsız etmemek konusunda ikaz ediyordu.[35] Elbette bu birlikte yaşama iradesi aynılaşma anlamına gelmiyordu. Yahudilerin Yahudi olmayanlara dair bir bakışı vardı. Buna göre, Yahudiler, Yahudi olmayan birini anlatmak için yaygın olarak,  “garip”, “seyyah”,  “dolaşan” veya “yabancı” anlamına gelen  “Ger” kelimesini kullanıyorlardı ve şayet bu yabancı Yahudi toplumu içinde yaşayıp Nuh kanunlarını kabul ediyorsa ona “Ger toşav”, Nuh kanunlarını kabul etmeyen bir pagan ise  “akkum”  olarak isimlendiriliyordu.  Kanunları, imtiyazları ve sınırlandırmaları bilhassa Talmud’da geçen dürüst bir Ger toşav’ın öbür dünyada iyi bir mevki edineceğine inanıyorlardı. Yahudi olmayan halkları ise “Goy” olarak anıyorlardı.[36]  Kişiyi Ger toşav kılan ve aslında her insanın uyması gereken kurallar Hz. Adem’den (as) Hz. Nuh’a aktarılan “putperestlikten kaçınmak, küfürden kaçınmak, zinadan özellikle akrabalar arası zinadan (ensesten) kaçınmak, adaleti sağlayacak adalet kurumlarını oluşturmak ve bütün münasebetlerde adil ve dürüst olmak, kan dökmemek, hırsızlık yapmamak ve canlı hayvandan et koparıp yememek” olarak bilinen yedi temel ilkeyi ifade ediyordu. Buna göre insanlar Yahudiler ve Nuhiler ile putperestler olarak tasnif ediliyordu.[37] Papa IX. Gregory Talmud’u Mukaddes Kitab’ı tahrif eden bir kitap olarak tanımlasa da,[38] Yahudi geleneğinde Hıristiyanlar ve Müslümanlar genellikle Nuhîler arasında sayılıyordu ve Ger toşav yani yarı muhtedi olarak bir muhtedinin sahip olduğu haklardan yararlanabiliyordu.[39] Hatta rabbilere (Yahudi din adamları)  göre,  Hıristiyanlık ve İslâm Yahudilik’in gayrimeşru çocuklarıydı.[40] Bu açıdan bakıldığında, Arap topraklarında yaşayan Yahudiler, Arapların putperest olmadıklarını, onların tek bir Tanrı’ya inandıklarını ve ona ibadet ettiklerini İslâm’dan sonra bu inancı terk ettiklerini, İslâm öncesinden kalma bugünkü uygulamalarının putperest amaç taşımadığını düşünüyorlardı.[41] Bununla birlikte, Yahudilikte eksik olan şey kendilerinin egemen oldukları bir devlette emsal teşkil edebilecek bir dini pluralizm tecrübesiydi.[42] Bir başka ifadeyle Yahudiler azınlık oldukları ülkelerde dini çoğulculuk adına bir anlam ifade ediyorlardı. Endülüs de böyleydi. Goitein tam olarak bu kanaatte olmasa da,[43] “altın çağ” olarak kabul edilen Endülüs’teki Müslüman ve Yahudi birlikteliği böylesi bir tarihi ve zihni arka plana sahipti.[44]
            Yahudilerle Müslümanlar arasındaki birlikte yaşam tecrübesi ve iradesinin hilafına Hıristiyan din adamlarının Yahudiler hakkında olumsuz kanaatleri vardı. Onlar, Yahudilerin Hz. İsa’yı (as) öldürdüklerini düşünüyor, faiz aldıkları ve köle ticareti yaptıkları için de Yahudilere baskı yapılması gerektiğini savunuyorlardı. Bu tutumları İber yarımadasındaki Yahudilerin toplumsal statülerine ve günlük hayatlarına da yansıyordu. Kilise’nin sağlamlaşmaya başlamasıyla birlikte her şey Yahudilerin aleyhine gelişmeye başlamıştı.[45] Hıristiyan din adamlarının teşvik ve tahrikiyle birbirini izleyen dinsel konsüllerde İberya yarımadasının Yahudilerden arındırılmasına matuf bir dizi sert kararlar alındı. Yahudilerin dinlerini yaşamalarına engellerler çıkartılıp, iktisadi faaliyetleri zaman zaman askıya alınarak, İslami fetih dönemine kadar göç veya Hıristiyanlaşma seçenekleriyle karşı karşıya bırakıldılar.[46] Kimi zaman köleleştirildiler, malları ve çocukları ellerinden alındı.[47] Canlarını kurtarmak için prenslere ve soylulara para ödediler.[48] Yine, İslâm’ın bir kişinin kusuru yüzünden toplu bir cezalandırmayı yasaklayan prensiplerinin hilafına, Hıristiyan topraklardaki bu Yahudiler, cemaat bireylerinin sözde ya da gerçek kabahatleri yüzünden sık sık toplu cezalandırmaya maruz kaldılar.[49]
İber yarımadasının hemen hemen her yerinde Hıristiyan çoğunluğun baskısı altında yaşayan[50] Yahudi toplumunun İber yarımadasının Müslüman fatihlerini gönülden karşılayıp karşılamadıkları, onlara fetih sürecinde yardım edip etmedikleri tartışma konusudur. Müslüman bir Berberi olan Tarık b. Ziyad’ı[51]  İspanya’ya davet eden Gitişa’nın (Witiza) evlatları yanında, bir Yahudi heyetinin de yer aldığını ve bunların İspanyol Yahudilerinin Müslümanları beklediğini söylediği,  fetihte  Araplara her türlü yardımı yaptıkları, Arapların, zulmü onlardan kaldırdığı, zımmî ehlinin bütün haklarını verdiği, iş kapılarını onlara açtığı,  vezirliğe kadar yükseldikleri nakledilse[52]  bazı Yahudi tarihçilerin Tarık b. Ziyad’ı kendi ulusal tarihlerinin kahramanlarından birisi olarak kabul ettikleri bilinse de,[53] Yahudilerin Araplarla temasa geçip, İspanya’ya sefer düzenlemeyi ihsas ettirdiğine dair Arap kaynaklarından bir delil elimizde mevcut değildir. Ancak Yahudi yazar Solomon Grayzel  Yahudilerin fetih sırasındaki tutumlarını aktarırken, “Yahudilerin, İspanya’nın ele geçirilmesinde Muhammedilere gerçekten yardım edip etmedikleri bilinmemektedir. Eğer bunu yapmışlarsa, kim onları suçlayabilir? (…) Kuzey Afrika’ya göç etmiş hatırı sayılır miktardaki Yahudiler de evlerine döndüler. Müslümanlar şimdi diğer İslâm coğrafyasında uyguladıkları Ömer Anlaşması’nı İspanya Yahudilerine de tatbik ettiler.”, ifadelerine yer vermektedir.[54] Kesin olan, İspanya’daki baskıcı Vizigot idaresinden ötürü, Tarık b. Ziyad’ın sadece Yahudi toplumu tarafından değil, Hıristiyanlar dahil olmak üzere buradaki bütün dinî gruplarca hoş karşılanmış ve destek almış olmasıdır. Bunun sebebi Katolik Roderic’i bir zorba olarak gören ahalinin Müslümanlara kâfirler olarak vergi vermek zorunda kalsalar da, istedikleri gibi ibadet etme özgürlüğüne sahip olacaklarını bilmeleriydi.[55] Vakıa, Araplar ya da Berberiler, İspanya’daki egemenliklerini kurarken, Hıristiyanların ve Yahudilerin dinî vecibeleri yerine getirmelerine karışmamışlardır.[56]  Bir şair fetih sonrası oluşan yeni düzeni şöyle ifade ederken, Endülüs’ü, herkesin  “kendi şarabını içip, incir ağacı altında istirahat ederek” güven içinde yaşadığı bir ülke olarak tasvir eder. Böylesi bir Endülüs o toprakları daha evvel terk eden Yahudileri yeniden cezp etmiş, binlerce Yahudi Asya ve Afrika’dan göç edip, buraya yerleşmiş, Elyasana gibi bazı şehirler, tamamen Yahudilerden oluşmuş ve böylelikle parçalanan aileler birleşmiştir.[57]
Yahudilerin yardımının düzeyi her ne olursa olsun, Müslümanlar İber yarımadasını fethederken Yahudiler için şehir esaslı bir strateji izlemişlerdir. Onları şehirlerin kalbi olan “kasaba” denilen,  şehrin yöneticisi ve karargâhının bulunduğu mahallelere yerleştirmişlerdir.[58]  Yeni kurulan kentlerde de onlar için ikamet olanakları sağlanmıştır.[59] Yahudilerin gettolaşmadan uzak, görülmemiş bir biçimde tamamen özgüven ortamında toplumun her alanında genişçe bir yelpazede kendisini ifade edebilmesini sağlayan[60] bu çok köklü ve büyük değişiklik ile Yahudilerin toplum dışına atılma ve dışlanma durumu sona ermiş, Kilise tarafından sürdürülen baskıcı ortam ortadan kalkmış ve Yahudiler her alanda muazzam bir seviye yakalamışlardır.[61] Dahası Endülüs Yahudileri, Yahudi olmayan bir coğrafyada bir güç merkezi haline gelmiştir.[62]
Müslümanların Yahudileri “kasabalar/kaleler” içine almasının amacının, onları muhafızlık işlerinde kullanmak olduğu nakledilse de,[63] bunun tek başına yeterli bir sebep saymak isabetli değildir zira fakihler, Müslümanların gayr-ı Müslim komşularına iyi bir örnek olabilecekleri ve İslâm’ın güzelliklerini sergileyebilecekleri gerekçesiyle, zımmîlerin Müslümanlar arasında oturmalarına izin vermiş ve adeta özendirmişlerdir.[64]  Böylelikle Müslümanlarla zımmîler arasında komşuluk ve ortak yaşam tesis edilmiştir.[65] Yine Yahudilerin o dönemde sahip oldukları bazı üstün özelliklerin onları Müslümanlar için bir ihtiyaç haline getirdiği de gözden kaçırılmamalıdır. İbn Havkal, “Endülüs’te medenileşmemiş binlerce insanın bulunduğunu, bunların Hıristiyan dinîne mensup olduklarını” zikrederken, dolaylı yoldan Yahudilerin niteliklerine atıf yapmıştır.[66]
            Endülüs’teki Müslüman idare, tevarüs ettiği tecrübe ile sosyal hayat ve ortak yaşamın vazgeçilmezi sayılan, inanç ve düşünce bakımından farklı olan “diğerini / başkasını” tanıma, onun inanç ve düşünce özgürlüğünü kabul etme,  toplanma, bir araya gelme, karşılıklı fikir alış-verişinde bulunma imkânını var etmiş, bu üç dinin mensupları arasında ortak yaşama alanı ve hoşgörü ortamı tesis edilebilmiştir. Bu haliyle Endülüs, dinler arası fikir ve görüş teatisi ile kültürler arasında birbirinden etkileşime sahne olmuştur.[67] Arap dili temelli İslami idareyi yürürlüğe koyan Müslümanlar, bunun karşılığında toprak ve araziyi sahibine bıraktı.[68] Endülüs’te toprağın küçük parçalar halinde, Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler ve diğerleri arasında eşit bir şekilde dağıtılması, haraç vergisinin müsavi bir biçimde uygulanması buradaki tarım kalkınmasının tetikleyicisi oldu ve ziraatı canlandırdı.[69]
İşin doğası gereği bir Müslüman kentteki yerleşim modeli, dinî ve etnik grupları ayırsa da, bir kentin öncelikle Yahudilerle meskûn bir sokağının ya da semtinin bulunması bir aykırılık kabul edilmiyordu. O dünyada etnik ve dinsel grupların ayrı yerleşimleri normaldi – gönüllü ve bütün topluma genelleşmişti. Dolayısıyla çoğunluğunu Yahudilerin oluşturduğu komşu semtte bir kötülük işareti atfedilmezdi. Müslümanlar için Yahudi bir kentli, bir yenilik ve geleneksel otoritenin iktidarına tecavüz sayılan bir organizmanın parçası olmaktan çok, toplumsal düzenin asli bir bileşeni sayıldığından, şehirli bir Yahudi o yapının normal bir parçası sayılıyordu.[70]  Gayr-i Müslimlerle toplumsal yaşamın uyum içerisinde yürütülmesinin temelleri,  “gayr-i Müslimleri yöneticinin taşınır malı değil, tebası” telakki eden,[71] gayr-i Müslimlerin inanç, yaşama ve ekonomik haklarını güvence altına alan 713 tarihli anlaşmayla atılmıştır.[72]
Avrupa’nın yazgısını şekillendiren Araplar/ Müslümanlar[73] Endülüs’te, Roma’nın aksine,  tartışmasız, dünyanın en güzel yapılarından birisi olan Kurtuba Camii’nde[74] sembolleşen yaratıcı ve hoş görülü bir şehir medeniyeti inşa etmişlerdi.[75]  Kurtuba görkemliliği ve büyüklüğü yönünden Bağdat ile rekabet edebilecek durumdaydı. Kentin 28’den fazla banliyösü, yüz binden fazla konutu ve bir milyondan fazla nüfusu vardı; bu nüfusun 130.000’i ipek dokumacılığıyla uğraşırdı. Yollar taşlarla döşenmişti ve gezinti yerleri akşamları sayısız fenerlerle aydınlatılırdı.  Avrupa’da adına kitaplık denebilecek tek yer bulunmazken, Endülüs’te yetmiş büyük halk kitaplığı bulunuyor ve yalnızca Kurtuba’daki kitapların sayısı 600 binlere ulaşıyordu.  Yüksek okulların sayısı on yediydi.[76]  Batı, kendi uygarlığının genel olarak Doğu’dan özelde de İslam’dan ayrılması gerektiğini savunsa da,[77] Dante’nin hocası Brunetto Latini örneğinde görüleceği üzere, Batılı aydınları etkileyen,[78] Yahudi tercümanlar vasıtasıyla tercüme edilerek Avrupa’nın dört bir yanına ilim ve irfan dağıtan Arapça eserler hep bu şehirlerden geliyordu.[79] İbni Rüşd ve benzeri Müslüman alimlerin geliştirdikleri Yunan düşüncesinin yeni yorumları bu yolla Batılı düşünürlere ulaşıyor ve Batı dilleri Arapçadan etkileniyordu.[80] Hatta bu etki Magrib’e yayılıyor ve Endülüs geleneğinin zirvesi sayılan İbni Haldun’u yetiştiriyordu.[81] Endülüs şehirlerinde Müslüman ve Yahudi din adamları sadece dini meselelerle ilgilenmez, bilim ve sanatı da araştırırlardı.[82]  Bu özgürlük ortamında hemen hemen eşit bir ilişkiyle yan yana yaşayan Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi toplumunda şiir kadınları da içine alacak kadar güçlüydü.[83]  Şehirler temizdi ve halk temizliğe önem verirdi. Kurtuba’da başka hiç bir büyük kentte rastlanılmasına olanak bulunmayan bir sayıda, tam 990 halka açık hamam bulunmaktaydı.[84]  Vadi el-Kebir nehrinin kıyısında gece fenerlerinin ışığında saatlerce gezilebilirdi. Şehirlerin çevresinde gelişen hayat tarımda da yeni tekniklerin kullanılmasını sağladı ve Batı Hıristiyanları bu sayede yeni tarım ve sulama tekniklerinin yanında, portakal, limon ve şeker[85] gibi ürünleri öğrenmekle kalmadı, haritacılık ve astronomi için de doyurucu bir temel edindiler.[86] İbranice, Endülüs fethedildiği esnada dünya genelindeki Yahudi cemaatlerinin arasında ihmal edilmiş bir konumdaydı. Bu dil günlük yaşamda kullanılmıyor ve sadece ibadet mekânlarında dualar bazında işlev görüyordu.[87]  Yahudiler kendi dillerinin kuralları hakkında eser yazmaya Araplardan aldıkları eğitim ve kültürle başladılar[88]  ve akabinde İspanya Ortaçağ boyunca, İbrani araştırmalarının merkezi haline geldi.[89]  Bu nedenle Endülüs (Sefarad / İspanya) Yahudiler için ikinci bir Kudüs oldu. Buradan sürüldüklerinde, aynen  “Kutsal Toprak”lardan sürüldükleri gibi ağlayıp dövündüler.[90]
Yahudiler yoğunluklu olarak bu bölgenin iki büyük kenti olan Kurtuba ve Tuleytula, Beyyâne, Talabira, Medinet el-Ferec / Vadi el-Hicara  ve Madrid gibi önemli kentlerde yaşamışlarsa da,[91] Yahudiler önemli kentlerinin yanı sıra, Endülüs’ün hemen hemen her beldesi ve köyünü iskan etmişlerdir. Bazen bu yerleşimleri bir kaç aileyi kapsarken, bazen sadece bir aile şeklinde sınırlı kalmıştır.[92] Bunlar arasında, Rute,[93] Tutîle, Tarasûna,[94]  Veşka,[95] Laride,[96] Burğoş,[97] İşbiliye,[98] Maride,[99] Karmûna,[100] Leble,  Batalyevs / Betelyoso,[101]  Şenterin,  Lizbon,  Bace (Béja),[102]  Elyasana,[103] Ceyyan,[104] Ronda,[105]  Beccane, Vadî Aş, el-Ceziratu’l-Hadrâ, Kalşâne / Kalsâne,[106] Dâniye,[107] Mürsiye[108] akla ilk gelenlerdir.
Müslümanların egemenliği ve himayesi altında yaşayan Yahudi toplumu için Müslüman emir ve halifeler, özel bir yasa çıkarmamışlardı.[109] Hıristiyanların kendilerine özgü kanunları bulunduğu gibi, Yahudilerin de kendilerine has yasaları ve yargıçları vardı. İslâm yönetimi Yahudilere büyük bir idarî özerklik vermiş, onların içişlerine karışmamış, cemaatin kendi kendinî yönetebilmesi maksadıyla büyük bir özgürlük ortamı tanımış, sevk ve idare hakkını onlara bahşetmiştir.  Yahudi cemaati “devlet içinde devlet” veya “şehir içinde şehir” gibiydi.[110] İslâmî yönetim, bunların işlerine karışmazdı. Bilakis Yahudi cemaati, kendi mahkemelerinin verdikleri kararı yerine getirmeye yükümlüydü.[111] Yahudiler de ödedikleri cizye karşılığında, Mustâribler gibi, dinî ibadetlerini yerine getirebilme gibi her türlü medeni haklarına sahiptiler.[112]  İslâmî yönetim Yahudi yargıçlara kendi cemaatlerinin işleyişi ve idaresi hakkında önemli ve geniş yetkiler tanımıştı. Bu yargıçların medeni ve asliye hukuk alanlarında ve idam cezasını verebilen ağır ceza davalarında küçümsenmeyecek imtiyazları vardı. Yahudilerin kendilerine has cezaevleri mevcuttu. Davalılar davalar başlayıncaya dek burada gözetim altında tutuluyordu. Veyahut cemaatin erkine ve gücüne karşı çıkan Yahudi cezasını çekmek maksadıyla buraya konuluyordu. Kısacası tutukevi, cemaatin kendi egemenliğini tesis etmenin bir başka boyutuydu.[113] Müslümanlar ile Yahudiler arasındaki sorunlar İslâm Mahkemelerine havale edilirdi[114] ancak Yahudilerin kendi aralarındaki anlaşmazlıkları ise tarafların tercihine bırakılırdı. Müslüman veya Yahudi mahkemesine gitme konularında özgürdüler.[115]
            Yahudileri, Romalıların kent konseyleri uygulamasından aldıkları “Cemaat Meclisi” (Vaad Hakahila) adı verilen, İslâm öncesinden gelen ve bütün Yahudi cemaatlerinde görülen bir kurum olan önemli bir idarî organ yönetirdi. Yahudilerin bulunduğu her şehirde kain olan bu organın yedi kişiden müteşekkil üyeleri, Yahudi takvimi baz alınarak bir yıllığına seçilirlerdi. Meclis’in başkanı cemaatin en yaşlısı arasından seçilir, cemaatin sosyal ve ekonomik durumlarını gözetirdi.[116] Yahudi toplumunun işlerinin tedvini için gereken para cemaat içinde alınan ve  “Mauna” olarak isimlendirilen vergilerle sağlanırdı. Kesilen hayvanlardan, içkilerden ve bazen mahkeme belgelerinden alınan bu vergi Endülüs Yahudi cemaatinin asırlarca süren önemli bir gelir kalemiydi. Hahamların, hezzanın, öğretmenlerin ve cemaat idaresinin gözetimindeki eğitim ve öğretim birimleri mensuplarının maaşları buradan karşılanırdı. Yargıçlar, mahkeme kâtipleri ve çalışanlarının maaşları için de özel bir vergi tahsis edilirdi.[117] Her şehirde bir Yahudi, kendi cemaatine ait cizyeyi toplamak, bunları taksim etmek ve yönetime sunmakla mükellef kılınırdı.[118]
Müslüman dünyasındaki Yahudilerin okuryazarlık oranı, Hıristiyanlar arasındaki Yahudilere göre daha yüksekti. Öğretmenlerin parası, cemaat veya ebeveynlerce ödenirdi.[119] Küçüklere eğitimi vermek cemaatin sorumluluğundaydı. Eğitim hahamların eskiden beri uyguladıkları kurallar çerçevesinde çocuklar altı yaşına girdiğinde başlıyordu. Özel yetenekli çocuklar ise bu yaşa varmadan özel okullara gönderiliyorlardı. Dinî mekânlar eğitim alanı olarak da kullanılıyordu.  Eğitim ve kültürün dili, müşterek iletişim kaynağı ve IX. asrın başlarında resmi belgelerin dili[120] olan Arapçaydı. Endülüs Yahudileri her ne kadar İbraniceye ehemmiyet vermiş, bazı İbrani şair ve edebiyatçılar çıkarmışsalar da, aralarındaki cari dil Arapçaydı.[121]
İçeriği ve ele alınan konuları itibariyle Ortaçağlarda Avrupa’nın en güçlü ve kuvvetli Yahudi eğitimi başta el-Farabi olmak üzere Müslüman alimlerden alınan madde ve usullerle Endülüs’te icra edilse de,[122] eğitimin bütün evreleri sadece erkek çocuklarına aitti. Bütün erkekler, eğilimlerine uygun eğitim almalıydılar. Ortaçağ’ın en büyük Yahudi düşünürü Endülüs’lü İbn Meymun (Maimonides) kadınların eğitiminin şart olmadığını, ancak, gördükleri takdirde değer kazanacaklarını söylüyordu.[123] Anne kız çocuklarına sadece eğirme, büğürme ve diğer ev işlerini öğretirdi.[124]
İslam’la olan bağlantısı sayesinde Akdeniz ticaret ağı içinde kalan Güney İspanya’da,[125] aslında tarım ehli sayılan ve ticareti Babil sürgünü sırasında Babillilerden öğrenmiş bulunan Yahudiler tüccar bir millete dönüşmüşlerdi[126] ve Avrupa’nın belli başlı merkezlerini kucaklayan bir acente ağı yoluyla uluslararası ticaretin hatırı sayılır bir kısmını kontrol ediyorlardı.[127]  Endülüs Yahudileri de ticaret ve bankacılık faaliyetinin[128] yanı sıra terzi, ciltçilik, iplikçilik, dokumacılık, kumaş boyacılığı, dericilik, sağlık teknisyenliği (hacamat yapmak), seyyar satıcılık, sütçülük ve ayakkabıcılık gibi muhtelif meslek ve alanlarda boy göstermişlerdir. Yine içki üretimi de bunlardan birisiydi. Müslümanlar, askeri ya da bürokratik mesleklerin haricinde Yahudileri mesleki kısıtlamalara tabi tutmamış olmakla birlikte, çeşitli nedenlerden dolayı, Yahudilerde bazı meslekleri yeğlemek, bazılarından ise uzak durmak yönünde bir eğilim vardı.[129] Mahir oldukları ticarette Yahudiler Müslümanlarla birlikte tekel halindeydiler.[130] Endülüs Yahudi tüccarların en iyi kar elde ettikleri ticari faaliyetlerinin başında, Endülüs pazarındaki üçüncü önemli meta olan[131] köle ticareti geliyordu. Kuzey İspanya, diğer Avrupa, Slav ve Karadeniz sahillerindeki ülkelerden satın aldıkları genç kız ile erkek çocuklarını Endülüs pazarlarına sürüyorlardı.[132] Öyle ki, Frank (Avrupa), Galicia ve Sekalibe asıllı kız ve erkeklerden müteşekkil köleler Endülüs’ün nişanelerinden birisi olmuştu. Yeryüzündeki hadımlaştırılmış her Sekalibe köle Yahudi tüccarlarca hadımlaştırılarak pazara sürüldükleri Endülüs’ten gelirdi.[133]
Endülüs’te zımmî görevliler devlet kurulduğundan beri çalıştırılmış olsalar da,[134] X. asra kadar Yahudiler yönetimde pek görünmezler. Bunun nedeni Arap yönetici birimlerinin çok güçlü ve sağlam olmasıdır. İstisnalar çok azdır.[135] XI.asırda başta Mülûkü’t-tavâif yönetimlerinin başkentlerinde ve saraylarında gösterilen hoşgörü nedeniyle yönetimde üst mertebelere tırmanmanın imkanlarına kavuştular.[136] Bu görevlere getirilen bazı kişilerin sorumsuzluk örneği teşkil eden davranışları Müslümanları öfkelendirmiştir. Nitekim Yusuf Hanagid’in Müslümanların mukaddes değerlerine hakaret etmesi, Gırnata’daki Yahudi karşıtı bir ayaklanmaya sebep olmuştur.[137] 1066 yılında yaşanan bu olay bir Yahudi’nin hatası sebebiyle bir cemaatin topluca cezalandırıldığı tek vakadır.[138] Ancak Yahudilerin yaptığı araştırmalar da Yusuf’un el-Meriyye’de kendisinin kralı olacağı bir Yahudi devleti kurmak istemesinin bu sonuca yol açtığı vurgulanır.[139] Nitekim Endülüs’ün 1075 yılları civarındaki genel bir haritasını gözler önüne seren el-Kerdebûs : “Müslümanların işlerini Yahudilere havale ettiler. Bu konuda isyankâr davrandılar. Yahudilerden hacipler, vezirler ve katipler seçtiler.”, diyerek yönetimi eleştirmiştir.[140]
            El Kerdebus’un eleştiri oklarına neden olan zımmi Yahudilerin yönetime alınma süreci bilindiği kadarıyla, Arapça, İbranice, Latince, Rumca ve İspanyolca gibi dilleri bildiğinden kendisine diplomatik görevler tevdi edilen ve ve dış ticaret sorumluluğuna getirilen Hasday ile başlamıştır.[141] Hasday, Endülüs’te meydana gelen bilim, sanat ve kültür alanındaki kalkınma kervanına Yahudileri sokmuş, Müslüman yönetici ve zenginlerin âdetini uygulayarak Yahudi bilim ve sanat erbabını kendi sarayında toplayıp destek vermiştir. Bu nedenle Yahudiler, bu dönemdeki kültürel gelişmeyi “Yahudi kültürünün altın çağı” diye nitelemişlerdir.[142]
Bir diğer sima gayri meşru yollarla muazzam bir servet edinen ve yapılan soruşturmada bu suçlamaları doğrulanan Samueldir. Samuel önce cezalandırılsa da, ağır bir tazminat ile serbest bırakılmış ve bir süre sonra yine göreve alınmıştır. 1027’de “Nagid” unvanını alıp Endülüs Yahudilerinin başkanı seçilen Samuel 1028 yılında Gırnata Emirliğindeki bütün Yahudilerin cizye sorumluluğuna atanır. 1030’ların başında maliye veziri olan Samuel Endülüs’te vezirlik payesine eren ilk Yahudi idi.[143]
Samuel’in ardından bu göreve, çocukluğundan beri bunun için hazırlanan oğlu Yusuf gelir. Yusuf b. Samuel Gırnata’nın önde gelen veziridir. Henüz 21 yaşını geçmemişken Yahudilerden cizye toplama sorumlusu ve Gırnata’daki Yahudi cemaatin başkanı yani “Nagid” oldu. Böylelikle Yahudi cemaatin hem dünyevi, hem de ruhani lideri haline geldi.[144] Yusuf devletin en yüksek makamlarına getirdiği ve etrafına topladığı büyük Yahudi kitlesi ile birlikte yaptığı hareketlerle adeta kanunun üstünde olduğunu izhar ediyordu. Müslümanların ve çevresindekilerin inanç ve duygularına aldırmayan, kibirli bir kişiliğe sahipti. Kendisine övgü dolu kasideler yazan Arap ve Yahudi şairleri maddiyata boğuyordu.[145] Kurduğu bir istihbarat ağı sayesinde Emir’in sarayında cereyan eden her şeye vakıf oluyordu.[146] Kendisini içkiye veren Emir Badis, kalpleri kırılan devlet adamlarının bir çoğunu kaybedince, Yusuf, içkiden başını kaldırmayan Badis’in devletine egemen olmuş ve Gırnata emirliğinin fiili hakimi haline gelmiştir.[147]
Haklarında az bilgi bulunan diğer Yahudi yöneticiler ise şunlardır: Ebû’l- Hasan (Samuel) b. Muvaril, tabip ve vezir Ebû İshak (Abraham) b. Basah (Baezalı), Sarakusta’lı meşhur tabip Ebû’l-Hasan b. Kamaniel’in akrabası Meir b. Kamaniel. Bunlardan sadece İşbiliye’li vezir İbrahim (Abraham) b. Meir b. Muhacir hakkında bilgi mevcuttur. O Gırnata hahamı Davûd b. Muhacir’in akrabasıdır. İbn Şurtmekaş (Shortmeqash) diye de bilinen Abraham b. Meir’in iki kardeşi de “Nasi” olarak tavsif edilmiştir. Bu iki kardeşin bazı resmi görevler ifae ettikleri anlaşılmaktadır. İbn Azra ailesinden gelen birçok Yahudi de XII. asra kadar nesiller boyunca İslâm devletlerinde ve emirliklerinde yüksek mevkilere getirilmişlerdir.[148] Tüm bu süreçte Müslümanların hizmetinde görev alan Yahudilerin bir kısmı bildikleri yabancı diller sayesinde Endülüs’ün hem iç hem de dış hadiselerine müteallik ilişkilerde diplomasi alanında boy göstermişlerdir. Yahudilerin bazen kişi bazında değil bir heyet biçiminde diplomatik alanda ortaya çıktıkları da vaki olmuştur.[149] Yahudilerin sunduğu bu diplomatik hizmetten hem Müslümanlar hem de Hıristiyan idareler istifade etmiştir. Bu anlamıyla Yahudiler her iki taraf için de bir ihtiyaç idi ve her iki tarafça da istihdam ediliyorlardı.[150]  Jacques Attali, Hıristiyan Avrupa’nın niteliklerinden ötürü Yahudilere olan bu ihtiyacı için onlara diş bilediğini zira Yahudilerin varlığının Hıristiyanlığın Avrupa doğumlu olmadığının işareti olduğunu düşündüklerini ifade eder.[151]
            Endülüs’te Müslümanlarla Yahudiler arasındaki ilişkinin birbirine bağlantılı olması Yahudilerin İslâm toplumuyla süratle kaynaşmasını sağladı.[152]  Özgür bir ortamda kendi ibadet ve sosyal hayatlarını idame ettiren Yahudiler çevrelerindeki güçlü İslâm medeniyeti ve Arap kültüründen oldukça etkilendiler.[153]  Tarih boyunca milli dillerine asla yakın bir şekilde bağlanmayan Yahudiler,[154] Arapların dilini ve elbisesini alıp onlar gibi giyinerek İslâm medeniyetinin kültürel kodlarını da sahiplendiler.[155] Müslümanlarla Yahudiler arasındaki uyumun her şeye hakim olduğu bu dönemde bir Yahudi bir Arap’tan ayırt edilemezdi.[156] Öyle ki, Endülüs Yahudilerinin çoğunluğu İbraniceyi bilmiyor ve konuşmuyordu. Solomon İbni Gabrial örnekliğinde görüleceği üzere birçok Yahudi mütefekkir ve edibin yazdıkları kitap ve şiirlerinde [157]Yahudi terimlerin yerine İslâmî terimleri kullanacak kadar Arapçanın tesirinde kalmıştır.[158]  Hıristiyanlık kültürünün zenginleşmesine de katkı sağlamaları açısından çok büyük öneme sahip fikirlerin üretilip geliştirildiği[159] bu dönemin Arapça yazan önde gelen Yahudi simalarından İbn Meymun, daha sonra Thomas Aquinas’ı geniş ölçüde etkileyecek olan, Yahudi inancının felsefi bir çözümlemesini sunmayı başarmıştır.[160]   Arap dili ve kültürünün etkisi bununla kalmamış, birçok Yahudi ihtida etmiş ve bir kısmı da Müslüman olarak görünse de ev hayatında Yahudilik adetlerini/ inancını sürdürmüştür.[161] Tıp ilmi ise Yahudilerin Müslümanların tesirinde kaldığı en önemli alandı. Zira bunun sayesinde özellikle halifeler ve sultanlar nezdinde olmak üzere yönetimde mühim yerleri işgal edebilmişlerdir.[162]
Yahudiler, kaderlerini Müslüman hâkimiyetine bağlayan ve hayatın bütün alanlarında onların sadık yardımcıları olan,[163]  zaman zaman vergilerden dolayı çıkardıkları mahalli eylemlerden öteye geçmeyen hadiseler denebilecek ayaklanmalar dışında siyasî hareketlere katılmaktan imtina eden ve bunun için takdir gören[164] sadık bir cemaatken[165] Yahudiler ile Müslümanlar arasındaki bu uyumun niçin ve nasıl bozulduğu bir tartışma konusudur. Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki krizlerin Yahudileri de kendi girdabına çektiğini düşünenler olduğu gibi[166]  varlıklarını sürdürebilmek amacıyla, güçlünün ve istikbal vaat edenin yanında yer almak zorunda kaldıklarını söyleyenler de vardır. Bunlara göre, Yahudiler ince bir siyaset takip ederek, kendileri açısından ciddi bir tehlike arz etmediği sürece, kurulu düzenin yanında yer almışlardır. Nitekim  IX.yüzyılın ikinci yarısındaki “büyük fitne” olarak vasıflandırılan iç savaşlara toplumun diğer bütün kesimleri katıldığı halde, sadece bu cemaat dışarıda kalmış ve devletin yanında yer almıştır.[167]  Kilise ve Katolik krallar, Müslüman Emirlerin orduları güçlü ve iyi örgütlüyken izin vermedikleri şeye,[168] Endülüs’ü tasfiye etmeye, İslamiyet’in Avrupa’daki uzun tarihine son vermeye, Hıristiyan kıtayı bu “asalak”lardan arındırmaya kendilerini hazır hissedip,[169] Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında ilk çatışmalar başladığında ise, Yahudiler, kendilerini saldırganların emrine amade kıldılar. Müslümanlara fetih sırasında gösterilen yardımın aynısını, Hıristiyanlara sundular.[170] Reconquest sürecinde, Hıristiyanların bazı Yahudilerden yararlandıkları ve yardım aldıkları görülmüştür. 20 ay süren bir kuşatmadan sonra işgal edilen Belensiye’de şehirdeki Yahudiler, Hıristiyan ordunun safında yer alırlar.[171] Bazıları Yahudi cemaatinin öngörülü liderlerinin Müslüman krallığın batmakta olduğunu düşünerek İspanya Yahudi cemaatinin geleceği için planlar yapmaya başladığını ve kendi geleceklerini Kastilya krallığının yanında aradıklarını öne sürerler.[172] Yahudilerin saf değiştirmeleri konusunda Hüseyin Munis ise şu değerlendirmeyi yapar: “Endülüs’te Müslümanların konumu zayıflayınca, Yahudiler, hemen karşı safa geçip Kastala, Leon, Katalan ve Aragon kontlarının ajanları ile adamı durumuna dönüştüler. Araplara yönelik düşmanca saldırılarda ısrarlı tavır sergilediler. Kral VI. Alfonson’a Müluk-i Tavaif meliklerinin zaaflarını ve Müslümanların zayıf noktalarını İspanyollara bildirdiler.”[173]
Hıristiyan krallar da, Yahudilerin kendilerine yaptıkları maddi yardımları ikrar etmekten çekinmemişlerdir. Yahudiler Reconquest sürecinde finans sektöründe çalışmışlar ve Kilise ile işbirliği yapmaktan imtina etmemişlerdir.[174] Yine Yahudiler, Reconquest sürecinin başlangıcından 1492’deki sürülmeye değin başta Kastilya olmak üzere, bütün krallıklarda bakan, kraliyet danışmanı, devlet çiftliklerinin kahyalığı, askeri harekatın mali destekçiliği, veliaht ve diğer prenslerin en büyük bağışçısı gibi alanlarda rol almışlardır.[175]
            Süreci tetikleyen unsurlar her ne olursa olsun, Endülüs’ün yıkılışı Yahudi cemaati için “altın çağ”ın sonu olmuştur. Bundan sonra bir yüz yıl boyunca Yahudilerin gördüğü tek şey Engizisyon Mahkemeleri’dir.[176]

Sonuç
Yahudilerin İber yarımadasındaki 1.200 yıllık tarihleri içinde İslami Endülüs dönemi birlikte yaşam tecrübesinin belki de doruk noktasını oluşturur. Dönemin Yahudi toplumunun vermiş olduğu hizmet bugünün Avrupa’sının oluşmasında önemli bir rol oynasa da, bu tecrübeye istinaden olsa gerek, Yahudiler 1492 sonrası Hıristiyan Avrupa ülkelerinden ziyade Müslüman ülkelere göç etmişlerdir.
Bugün, Aşkenaziler ile kıyaslandığında, Endülüs’ün Seferad Yahudilerinin torunlarının etkisi yok denecek kadar azdır. Belki de bundan mütevellit Yahudiler Siyonist ideolojinin çatışmacı diline mağlup olmuş ve geçmişte kendilerinin de “altın çağ” olarak tanımladıkları bir medeniyeti var ettikleri Müslümanlara karşı ümitsiz bir savaşa girişmişlerdir. Bugünün Yahudileri yeni bir dil inşa edebilmek üzere tarihin tozlarının örttüğü bu kitabı yeniden açmalı ve girdikleri fasit daireden çıkabilmek için bu kitaptan ipuçları bulmalıdırlar. Müslümanları katledilmesi gereken paganlar değil, yeniden Nuhiler saymaya başlamak onlar açısından atılması gereken belki de ilk adım olacaktır.
            Bugünün dünyasını oluşturan tüm medeniyetler herkese huzur ve refah getirecek bir dili hakim kılabilmek ve “anlama”nın kapısını aralayabilmek adına ön yargılardan arınmış bir şekilde tarihi ve anı karşılıklı bir şekilde okumaya başlamalıdır. Elzem olan budur.




KAYNAKÇA
ATTALİ Jacques, 1492, İmge Yayınları, Ankara, 1999
BLECH Rabi Benjamin, Nedenleri ve Niçinleriyle Yahudilik, Gözlem Yayıncılık, İstanbul, 2003
DEMİRCİ Kürşat, Yahudilik ve Dini Çoğulculuk, Ayışığı Kitapları, İstanbul, 2005
FARUKİ İsmail R. –  FARUKİ Luis L., İslam Kültür Atlası, İnkılab Yayınları, İstanbul, 2014
GARAUDY Roger, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, Türk Edebiyatı Vakfı, İstanbul, 2011
GARAUDY Roger, İsrail Mitler ve Terör,  Pınar Yayınları, İstanbul, 2005
GOİTEN Şlomo Dov, Yahudiler ve Araplar, İz Yayıncılık, İstanbul, 2011
GOODY Jack, Tarih Hırsızlığı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012
GÖÇMEN Akif, Yahudi-Müslüman Diyalogunun İmkânı, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara  Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2010
GÜRKAN Salime Leyla, Ana Hatlarıyla Yahudilik, İSAM Yayınları, İstanbul, 2014
HODGSON  M.G.S., İslam’ın Serüveni , İz Yayıncılık, İstanbul, 1995
İLHAN Sinan,  Endülüs’te Yahudiler, Kabul Edilmiş Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi  Sosyal Bilimler Enstitüsü,  Ankara, 2006
ROBERTS J. M., Avrupa Tarihi, İnkılap Yayınları, İstanbul, 2010
YAŞAROĞLU Abit, Yahudilik ve Siyonizm Tarihi, Pınar Yayınları, İstanbul, 2013




[1] Sinan İlhan, Endülüs’te Yahudiler, Kabul Edilmiş Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi  Sosyal Bilimler
  Enstitüsü, 
  Ankara, 2006, s:44
[2] İlhan, s:8
[3] İlhan, s:22
[4] İlhan, s:57 ve devamı
[5] İlhan, s:60
[6] Roger Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, Türk Edebiyatı Vakfı, İstanbul, 2011, s:72
[7] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, ss:72-73
[8] Rabi Benjamin Blech, Nedenleri ve Niçinleriyle Yahudilik, Gözlem Yayıncılık, İstanbul,2003, s:35
[9] Abit Yaşaroğlu, Yahudilik ve Siyonizm Tarihi, Pınar Yayınları, İstanbul, 2013, s: 16
[10] Salime Leyla Gürkan, Ana Hatlarıyla Yahudilik, İSAM Yayınları, İstanbul, 2014, s:15
[11] Şlomo Dov Goiten, Yahudiler ve Araplar, İz Yayıncılık, İstanbul, 2011, s:21
[12] Goiten, s:22
[13] İlhan, s:34
[14] İlhan, s:33
[15] İlhan, s:24
[16] İlhan, ss:26-27
[17] İlhan, s:28
[18] İlhan, s:27
[19] İlhan, s:29
[20] İlhan, s:28
[21] İlhan, s:30
[22] İlhan, s:31
[23] İlhan, s:176
[24] İlhan, s:182
[25] Jacques Attali, 1492, İmge Yayınları, Ankara, 1999, s:40
[26] İlhan, s:181
[27] İlhan, s:182
[28] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:74
[29] Roger Garaudy, İsrail Mitler ve Terör,  Pınar Yayınları, İstanbul, 2005, s:34
[30] Gürkan, s:15
[31] Blech, s:68
[32] Akif Göçmen, Yahudi-Müslüman Diyalogunun İmkânı, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 
    Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2010, s:VI
[33] İsmail R. Faruki – Luis L. Faruki, İslam Kültür Atlası, İnkılab Yayınları, İstanbul, 2014, s:84
[34] Göçmen, s: VII
[35] Faruki İsmail R. – Faruki Luis L., s:243
[36] Göçmen, s:XI
[37] Göçmen, s:XII
[38] Yaşaroğlu, s:35
[39] Göçmen, s:XIII
[40] Göçmen, s:9
[41] Göçmen, s:8
[42] Kürşat Demirci, Yahudilik ve Dini Çoğulculuk, Ayışığı Kitapları, İstanbul, 2005, Önsöz
[43] Goitein, s:25
[44] İlhan, s:60
[45] Attali, s:41
[46] İlhan, s:32
[47] Yaşaroğlu, s:36
[48] Demirci, s:42
[49] İlhan, s:124
[50] İlhan, s:61
[51] Faruki İsmail R. – Faruki Luis L., s:254
[52] İlhan, s:63
[53] İlhan, s:64
[54] İlhan, ss:35-36
[55] İlhan, s:66
[56] İlhan, s:169
[57] İlhan, ss:175-176
[58] İlhan, s:61
[59] İlhan, s:174
[60] İlhan, s:173
[61] İlhan, ss:40-41
[62] İlhan, s:41
[63] İlhan, s:62
[64] İlhan, s:204
[65] İlhan, s:170
[66] İlhan, s:138
[67] İlhan, s:168
[68] İlhan, s:169
[69] İlhan, s:447
[70] İlhan, s:203
[71] İlhan, s:37
[72] İlhan, s:40
[73] J. M. Roberts, Avrupa Tarihi, İnkılap Yayınları, İstanbul, 2010, s:174
[74] Roberts, s:149
[75] Attali, s:36
[76] İlhan, s:505
[77]Jack Goody, Tarih Hırsızlığı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012, s:283
[78] Goody, s:351
[79] Goody, s:280
[80] Roberts, s:229
[81] M.G.S. Hodgson, İslam’ın Serüveni , İz Yayıncılık, İstanbul, 1995, Cilt 2, s:522
[82] Goody, s:288
[83] Goody, s:320
[84] İlhan, s:281
[85] Roberts, s:150
[86] Roberts, s:229
[87] İlhan, s:518
[88] İlhan, s:519
[89] İlhan, s:520
[90] İlhan, s:174
[91] İlhan, s:204
[92] İlhan, s:240
[93] İlhan, s:218
[94] İlhan, s:219
[95] İlhan, s:220
[96] İlhan, s:221
[97] İlhan, s:222
[98] İlhan, s:223
[99] İlhan, s:224
[100] İlhan, s:225
[101] İlhan, s:226
[102] İlhan, s:227
[103] İlhan, s:230
[104] İlhan, s:233
[105] İlhan, s:234
[106] İlhan, s:236
[107] İlhan, s:237
[108] İlhan, s:239
[109] İlhan, s:198
[110] İlhan, s:183
[111] İlhan, s:199
[112] İlhan, s:196
[113] İlhan, s:194
[114] İlhan, s:194
[115] İlhan, s:195
[116] İlhan, s:188
[117] İlhan, s:196
[118] İlhan, s:70
[119] İlhan, s:320
[120] İlhan, s:328
[121] İlhan, ss:325-326
[122] İlhan, s:332
[123] İlhan, s:266
[124] İlhan, s:331
[125] Goody, s:91
[126] Goitein, s:141
[127] Goody, s:130
[128] İlhan, s:442
[129] İlhan, s:431
[130] İlhan, s:432
[131] İlhan, s:492
[132] İlhan, s:489
[133] İlhan, s:490
[134] İlhan, s:132
[135] İlhan, s:71
[136] İlhan, s:69
[137] İlhan, s:132
[138] İlhan, s:124-125
[139] İlhan, s:113
[140] İlhan, s:133
[141] İlhan, s:78
[142] İlhan, s:79
[143] İlhan, s:83
[144] İlhan, s:99
[145] İlhan, s:103
[146] İlhan, s:104
[147] İlhan, s:109-110
[148] İlhan, s:135-136
[149] İlhan, s:160
[150] İlhan, s:164
[151] Attali, s:41
[152] İlhan, s:199
[153] İlhan, s:247
[154] Goitein, s:67
[155] İlhan, s:271
[156] İlhan, s:170
[157] Goody, s:327
[158] İlhan, s:511
[159] Roberts, s:229
[160] Hodgson, clt 2, s:350
[161] Attali, s:42
[162] İlhan, s:607
[163] İlhan, s:141
[164] İlhan, s:142
[165] İlhan, s:137
[166] İlhan, s:140
[167] İlhan, s:152
[168] Attali, s:37
[169] Attali, s: 36
[170] İlhan, s:153
[171] İlhan, s:156
[172] İlhan, s:157
[173] İlhan, s:158
[174] İlhan, s:159
[175] İlhan, ss:166-167
[176] Attali, s:46

Hiç yorum yok: