Bu makale İran Çalışmaları Dergisi'nin ilk sayısında yayımlanmıştır:
http://dergipark.gov.tr/iranian/issue/30182/301938
Gürkan BİÇEN
http://dergipark.gov.tr/iranian/issue/30182/301938
Gürkan BİÇEN
ÖZET
İran İslam İnkılâbı’nın
varlığı birçok sebebe bağlanabilir. Bunlardan biri de Siyonist İsrail rejiminin
varlığı ve ona yüklenen anlamın İnkılab’ın lideri Ayetullah Humeyni tarafından
Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin meşruiyet temelini zayıflatmak için
kullanılmasıdır. Bu bakış açısıyla İnkılâp, Kudüs merkezli tarihin neticelerinden
biridir. Kubbetüs Sahra’nın altında yer
alan Temel Taşı sadece bir mabedin değil, üç semavi dinin bağlıları çevresinde
gelişen olaylar zincirinin de temelini oluşturur. Anlam dünyaları ve olaylar
birbirini üretmiş, Ayetullah Humeyni
kutsalın kudretini sömürge düzeninin tahakkümünü kırmanın anahtarı olarak
kullanmış ve bu yolla Şah’ın bütün eylem, savunma ve mazeretlerini geçersiz kılmıştır.
Makale, süreçte rol alan aktörlere, birbiri içine geçen anlam dünyalarına ve
Ayetullah Humeyni’nin bunları nasıl kullandığına tarihi kayıtları, bulguları ve
tanıklıkları kullanmak suretiyle ışık tutmayı amaçlamaktadır.
Anahtar Kelimeler: İran, Filistin,
Kudüs, Siyonizm, Ayetullah Humeyni, Şah Muhammed Rıza Pehlevi
ABSTRACT
Existence of Islamic
Revolution of Iran can be correlated with many factors. One of them is entity
of Zionist Israel regime and has been ascribed a meaning to it that it was used
against Shah Mohammad Reza Pahlavi by Ayatollah Khomeini who Leader of
Revolution for delegitimize him. From this point of view, Revolution is a
consequent of history which based on al-Quds. The Foundation Stone is not only
a temple’s base stone which under Dome of the Rock, rather a base of chain of
events that centred around devouts of three abrahamic religons. Semantic worlds
and events had formated each other, Ayatollah Khomeini had used power of holly
as a key to break hegomony of colonial system and thus he had invalidated all
actions and pleas of Shah. The article goals under favour of historical records,
verities and witnesses to bring light
actors who had a part in period, telescopic semantic worlds and how Ayatollah
Khomeini used all of them.
Key Words: Iran,
Palestian, al-Quds, Zionism, Ayatollah Khomeini, Shah Mohammad Reza Pahlavi
* Sakarya Üniversitesi Ortadoğu
Enstitüsü Doktora Öğrencisi.
Tel: 0 532 426 85 90
Giriş
İran İslam İnkılâbı’nın
meşruiyet temellerinden birisi de Filistin’in bugünkü durumudur. Filistin’de harmanlanan sayısız olay herkes
için başka bir anlam dünyası ve gerçeklik oluşturuyor. Bu haliyle Filistin
mücessem “mana”ya dönüşüyor. Bu manaya nüfuz etmek hem ona bakan gözün idrak
sürecini hem de manayı mücessem kılan bağlamı bilmeyi gerektiriyor. Bu ise
birçok soruya yeniden cevap vermemizi zorunlu kılıyor. Yine, Filistin sadece
kendisini ifade etmiyor, aksine onun anlamı ve kaderi, İran dahil olmak üzere
yakınındaki ve uzağındaki birçok şeyi etkiliyor.
Herhangi bir
konudaki ihtilafın lisana dayanarak başladığı ve yine lisana dayalı olarak
çözüme kavuşabileceği tezine dayanan bu makale Filistin’e merbut kavramların
dönüşümünü ve bunun nasıl bir mücadele alanı oluşturduğunu, Filistin’in İran İslam
İnkılâbı’na giden süreçte İnkılab’ın meşruiyet temellerinden birini nasıl oluşturduğu
ve din adamlarının (ulema) Pehlevi Hanedanı’nın kudretini nasıl zayıflattığı
sorularına her iki ülkenin tarihine yönelik bir anlatım üzerinden ve süreçte
rol alan aktörlerin anlam dünyalarını da sorgulayarak cevap vermeyi amaçlamaktadır.
İhtilafların kaynağı ve çözüm
yolları
Erol Güngör Şahıslararası
İhtilafların Çözümünde Lisanın Rolü isimli doktora tezinde zihni ihtilafların
eldeki malumatın farklı şekillerde kullanılmasından doğduğunu, bunun ise
değişik çözümlere ve bu değişik çözümlerin de yeni ihtilaflara yol açtığını,
tüm bu ihtilafların halledilmesinin ya bir uzlaşmaya yahut da bir tarafa ait
görüşün diğerine hâkim gelmesine bağlı olduğunu ileri sürer.[1]
Bir başka deyişle ihtilaf, kişilerin belli bir malumatı diğerinden farklı bir
şekilde kullanması sebebiyle ortaya çıkar. Aynı problem karşısındaki iki insan
farklı ipuçlarına dayanarak karar verebileceği gibi, kullanılan ipuçları da her
fert için ayrı kıymetler taşıyabilir. Bu durumda ihtilafı çözmek veya bir
anlaşmaya varmak için kullanılacak yegâne vasıta, eldeki delillerin nispi
ehemmiyeti üzerinde müzakere ve münakaşaya girmektir. Bu da dil ile mümkündür.
Dil, kelimenin
delalet ettiği eşya veya hadiselerin hem lügat karşılıkları hem de bu
karşılıkların kişi üzerindeki etkilerini gösteren şahsi tecrübenin bir
fonksiyonu olarak tanımlanabilecek mana sistemlerini nakletmek suretiyle
ihtilafın hallinde mühim bir rol oynar. Ne var ki, ihtilafın hallinin en önemli
unsurlarından olan dil de bizatihi bir yarı-rasyonel sistem olmak itibariyle mevcut
hale yeni bir takım istikrarsızlık ve müphemiyet unsurları sokabilir. Zira mana
kelimenin objektif tarifiyle birlikte şahsi yaşantıda yarattığı etkiye dayalı
sübjektif unsurlardan mürekkeptir. Objektif mananın farklılığı ihtilafın
doğumunda asli unsur olsa da, objektif tarife eklenen sübjektif etki aynı
kelimenin farklı düzeylerde algılanmasına yol açar. Bu ise “tarifler üzerinde anlaşmaya varma”nın
ihtilaf halindeki taraflar arasında makul bir diyalog kurmak bakımından yeterli
sayılamayacağı, ihtilafın çözümünün aynı zamanda sübjektif mana farklarının
giderilmesine de bağlı olduğunu gösterir.[2] Bunu
sağlayabilmek için de, muhataplara en azından ortak bir “dil” ve “bağlam” ile
hitap etmek gerekir. Böylesi bir çabanın da netice vermesi kolay değildir çünkü
anlam dilden bağımsız olmadığı gibi “dil” de içinden çıktığı toplumsal ve
kültürel yapıdan bağımsız değildir. Bu
açıdan dil, bir dizgeden ya da bir sözcük topluluğundan öteye bir toplumun kâinata
bakışının, onu kavrama biçiminin, bu kavrayış sonucunda oluşan adetlerinin,
tarihinin ve hissiyatının ürünüdür. Dil
ve toplum iki yönlü bir ilişki içindedir. Toplum dili inşa ederken, toplumsal
bilinç de diyalektik bir şekilde dil tarafından inşa edilir ve toplum dil ile
sadece konuşmaz aynı zamanda düşünür. Düşüncenin başlangıcı dil olduğu gibi kurgulayanı
da dildir ve anlam bu kurgunun içinde yer alır. Bu durumda, anlama ulaşabilmek için,
metnin arka planını, maksadını, bu maksadın ifade edilme biçimlerini, kısaca
metni ortaya çıkaran tarihsel koşulları da bilmek gerekir. Zira anlamın oluştuğu ve değiştiği asli zemin süregelen
“şimdi”lerden oluşan tarihtir ve tarih bilincimiz, konuşan ile konuşulanın
nerede durduklarını fark etmeyi sağlayacak yegâne imkândır. Bu asli zeminden
istifade edebilmenin ilk şartı, tasavvur birbirine eklenen kavramları
gerektirdiğinden, kavramlara vakıf olmaktır. Öncüllerin ve neticelerin
oluşturduğu dizinin anlamlı bir bütün oluşturabilmesi tek tek kavramların bilinmesine
bağlıdır.[3]
Tüm bu hususlar
milletlerarası ihtilaflarda da geçerlidir.[4] İsrail’in
yarattığı problem de bundan ari değildir ve Kudüs’ün dünya tarihinin dayanak
noktası ve hatta omurgası olduğunu bilmeden tarih yazmanın imkânı yoktur.[5]
Filistin özelinde anlam
dünyalarının oluşumu ve dönüşümü
Birçok stratejik
savaşın cephe hattı, üç dinin kutsal mekânı olan, M.Ö. 5000 yılından beri meskûn, defalarca
yıkılıp yeniden yapılan, tüm iktidar ve hâkimiyetin Tanrı’nın elinde bulunduğu,
peygamberlerin ardından yüce rahipler tarafından yönetilen Kudüs’ü barındıran Filistin
nedir?
Adını Deniz
Kavimleri’nin bir kolu olan Filistinlilerden alan Filistin,[6] M.S. 130’da Romalı Hadrianus Yahudiye şehrini
haritadan silip bölgenin ismini Filistin olarak değiştirene kadar farklı
şekillerde anıldı. Tarihin akışı bu anlamları farklılaştırdı ve
kimi zaman da karmaşık hale getirdi. Öyle ki, Hadrianus’un Yahudilere düşmanlık
sebebiyle verdiği, Kitabı Mukaddes’in ise, kültür eksikliğini tanımlamak için kullandığı
Filistin ismi, yirminci yüzyılın ilk yarısında Yahudileri işaret etmek için
kullanıldı. Araplar ise “Filistinli Arap” olarak tanımlandı.[7] Ne
var ki, “Arap” ibaresinden kastın ne olduğu da tartışmalıydı. Kimi kaynaklar
“Arap” kelimesinin “Yahudi” kelimesinin karşısında kullanıldığını ve milliyetçi
uzantı kelimeye başka bir anlam katana kadar “Müslüman”ı ifade ettiğini ileri sürer.[8] Bu
durumda Filistin eksenli kavramların değişime uğradığını, herkesin kendi
penceresinden gördüğü bir Filistin’in ve Filistinlinin olduğunu söyleyebiliriz.
Bir başka ifadeyle, Filistin’i tarif etmek onu yoğuran kimlikleri tarif
etmektir. Buna, Yahudilerden başlamak tarihi sıraya da uygundur.
Sami halkların
bir kolu olan ve tek Tanrı’ya inanan İbranilerin Filistin’de bir krallık kurmalarından
önceki tarihleri belirsizdir. Bilinen, onların da M.Ö. 13. yüzyıldaki büyük
Arami göçünde topraksız kaldıklarıdır. İbranilerin etnik bir topluluk mu yoksa
bir sosyal sınıf mı oldukları bilinmeyen Habiruların bir kolu olduğunu ileri
sürenler de bulunmaktadır.[9] Habirular
ile İbraniler arasında böyle bir ilişki ihtimaline rağmen Yahudiler etnik
kökenlerini yaklaşık 4 bin yıl evvel yaşayan Hz. İbrahim’e dayandırırlar.[10]
Tevrat, Hz. Nuh’un oğlu Sam neslinden olan Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İshak ve
ardından da Hz. Yakup’u İbrani halkının ataları kabul eder.[11] Garaudy’e
göre, İbranilerin dini aşamalarını kronolojik olarak aktarmaya yetecek bilgi
yoktur[12]
ve tarihi şema da büyük oranda hayalidir.[13] Dini açıdan bakıldığında Yahudilik, Hz. Musa’nın,
Hz. Yakub’un on iki oğlunun soyundan gelen on iki kabileyi Mısır’dan çıkarıp Sina’ya
götürmesi ve burada Tanrı’dan Tevrat’ı almasıyla başlar.[14] Ancak
mezkur on iki kabileden onu tarihten silinmiştir. Günümüz Yahudileri geçmişteki
Yehuda Krallığı’nda yaşayan son iki kabilenin torunlarıdır.[15]
Tek Tanrı inancını Yahudiler icat etmemişlerdir ancak tektanrıcılığı sosyal
kurtuluş hareketinin motor gücü yapan onlardır.[16]
Bu anlamıyla Yahudiler, ataları Hz. Nuh’u
sosyal boyutu olmadığı gerekçesiyle Yahudi saymazlar.[17]
Filistin, Yahudi
eksenli dini-siyasi bir bakışla, “Seçilmiş Halk” Yahudilerin merkezi, “İnsan”
ile “Tanrı”nın iletişim kurduğu “Seçilmiş Şehir” Kudüs’ün bulunduğu “Seçilmiş
Ülke”dir.[18]
Siyon olarak da bilinen Moriah (Tapınak)
Dağı’nın tam ortasındaki küçük bir oda Yahudi mukaddesatının odağıdır. Hz.
Süleyman tarafından inşa ettirilen ve daha sonra Babil kralı Nebukadnezar tarafından
yıktırılan Kudüs Tapınağı’ndaki bu bölüm Tanrı’nın ikamet ettiği mekân, “Kutsalların
Kutsalı” (Heichal ve Kodesh Kodashim)
olarak bilinirdi.[19] Günümüzde
bu odanın Kubbetüs Sahra içindeki bir kayanın üzerinde bulunduğuna inanılmaktadır.
Buradaki Muallâk Taşı’nı, Tapınak’ın temel taşı olarak kabul eden
Yahudiler Tapınak’ın temel taşının bugün Kubbetüs Sahra tarafından örtüldüğünü
savunurlar.[20]
Babillilerin Tapınak’ı yıkışına dünya tarihi kayıtsız kalmıştır.[21] İkinci
Tapınak ise yıkılan Tapınak’ın yerine M.Ö. 516’da inşa edilmiştir. M.S.
70’de Romalılar tarafından yıkılan bu Tapınak’tan kalan, Batı Duvarı (Ağlama
Duvarı) denilen kısımdır. Ortodoks ve Muhafazakâr Museviler Üçüncü Tapınak’ın
Mesih gelmeden evvel bu noktada inşa edileceğine inanırlar.[22]
Yahudiler
Filistin’den sürülmelerini Tanrı ve insanlarla ilişkilerini düzenleyen ahde
sadakatsizliklerine bağlarlar.[23]
Yahudilere göre, Tanrı’ya yapılan haksızlık insanlara yapılan haksızlıktan daha
çabuk affedilir.[24]
Bu sebeple Babil Sürgünü’nü yetmiş, Roma Sürgünü ise iki bin yıl sürmüştür.[25] Bu bağlamda ele alındığında, anlaşmaya
sadakat gösterdikleri sürece Filistin sadece Yahudilere ait olacaktır. Ne var
ki, Yahudiler anlaşmayı bozmuştur.[26]
Filistin’e
bağlanan Yahudi kimliği yalnız sürgünler ve asimilasyonla izah edilemez. Bu
kimlik “Geri Dönüş” beklentisi ile de şekillendirilmiştir. Roma sürgününün
ardından Avrupa’ya dağılan Yahudiler Fransız İhtilalı’nın milliyetçi rüzgârından
etkilenmişse de, o dönemde Avrupa, Yahudileri bir “millet” saymıyordu.[27] Hıristiyanlar
Batı’daki Yahudileri “sosyal bir kanser”, “imparatorluğun içinde yaşayan
parazitler”, “bir millet değil, ‘mistik, belirsiz ve uhrevi’ bir topluluk”
olarak görüyordu.[28] Başlangıçta
“millet” olmaya direnseler de, Yahudileri Filistin’e yönlendirerek, Batı’yı
onlardan kurtarmak amacına da hizmet eden Siyonizm’in etkisiyle yüz yıl içinde ruhani
akımlar bile milliyetçilikten etkilendi.[29] Böylece
Siyonizm Yahudi kimliğine seküler,[30]
milliyetçi, sömürgeci,[31]
siyasi, illegal ve şiddet yanlısı bir yön de eklemiş oldu.[32] Ne
var ki, bu kimliğin Yahudi olduğu tartışmalıdır. Siyonizm’in Yahudi kimliğini
saptırdığını söyleyen Ortodoks Yahudiler olduğu gibi,[33] Müslüman
dünyadan da onları Yahudi saymayanlar vardı. Bir konuşmasında Ayetullah Humeyni,
“Biliyoruz ki, Yahudiler onlardan (Siyonistlerden) farklıdır; (…) onlar
Yahudi değillerdir; onlar Yahudi adına bir takım işler yapan siyasi
kişilerdir”, diyordu.[34]
Hz. Musa’dan
Siyonistlere uzanan bu tarih Filistin’e eklemlenen anlatıların da tarihidir ve bu
ülkenin kutsiyetine inanan sadece Yahudiler değildir. Filistin’in kutsallığı düşüncesi
Hıristiyan ve Müslümanlar tarafından da miras alınmıştır. Hıristiyanların bir
kısmı İsa’nın zuhuru için Yahudilerin İsrail’e dönmesinin şart olduğu inancını
dini bir saplantıya dönüştürmüş ve bu inancın seküler karşılığı olan Siyonizm’e
yönelmiştir.[35]
Ancak bu, Hıristiyanların Yahudileri sevdiği ve dini açıdan doğru kabul
ettikleri anlamına gelmez zira Hıristiyanlar, Yahudilerin Tanrı’nın gözünden
düştüğünü ve Yahudi mirasının gerçek varisinin kendileri olduğunu düşünürler. Tıpkı
ilk Hıristiyan Siyonistler denilebilecek İngiliz Püritenler gibi, Evanjelist
Hıristiyanlar da Siyonizm lehine lobi yapar ve “Kudüs merkezli bir Siyonist
devlet” fikrini savunurken, İsrail devletinin kurulması ve Üçüncü Tapınak’ın
inşasından sonra Zeytin Dağı’nda belirecek olan Aziz Micheal’ın Deccal ile
savaşacağına, Yahudilerin din değiştirip Hıristiyan olacaklarına ya da imha
edileceklerine, ardından İsa’nın gelip bin yıl hüküm süreceğine inanırlar.[36]
Müslümanlar ise,
hem ilk kıbleleri olması hem de miracın gerçekleştiği yer olarak kabul etmeleri
sebebiyle burayı kutsal sayarlar. Kudüs’ü savaşmadan bizzat teslim alan ikinci
halife Hz. Ömer olsa da günümüzdeki İslami Tapınak Dağı’nın kurucusu, Eski
Antonia Kalesi’nin yerine Kubbetüs Silsile isimli ilk camiyi inşa eden
Muaviye’dir. Onun ardından Abdülmelik M.S. 691’de Tapınak’ın Temel Taşı üzerine
İlahi misyonun sürekliliğini ve sahipliğini gösteren Kubbetüs Sahra’yı inşa etti.
Bundan sonra da Cuma namazları için Tapınak Dağı’nın güney ucuna Mescidi Aksa
inşa edildi ve böylelikle Tapınak Dağı İslam’ın mukaddes mekânına çevrildi.[37]
Kudüs’ün dini ve
siyasi önemini kaybettiği dönemlere rağmen Kudüs ve Filistin’e yönelik ilgi üç
dinin mensuplarını derin bir çekişmenin içine sürüklemiştir. Haçlı Seferleri
sırasında Aslan Yürekli Richard, Selahaddin’e yazdığı mektupta, “Kudüs bizim
için dini bir meseledir ve sadece tek kişi kalsa bile ondan vazgeçmeyiz.”, derken, Selahaddin’in cevabı da benzer
şekilde olmuştur: “Kudüs sizin olduğu kadar bizimdir de –hatta bizler için
daha mübarektir.”[38] Amerikalı
misyoner William Thomson’a göre “Kudüs tüm Hıristiyan dünyasının ortak
malıydı.”[39]
Ezher uleması ise, “Filistin Arapların ve Müslümanların malıdır”[40]
demişti. Benzer şekilde, Ayetullah Humeyni, “Kudüs Müslümanlarındır ve
onlara geri verilmesi gerekir.”, diyordu.[41]
Kudüs’te yaşayanların
birbirine bakışları da farklıydı. Yahudilerle
ilişkileri M.Ö. IX. yüzyıla kadar uzanan Arapların Hıristiyanlık ve İslam
sonrası Yahudi telakkisi aynı değildi.[42] Müslüman
Araplar Sefarad Yahudilerine “Yahud, avlad Arab” (Yahudiler Arapların
oğulları) derken,
Arap Ortodoks Hıristiyanlar geleneksel Paskalya şarkılarında Yahudilere hakaret
eder ve kiliseye yaklaştırmazlardı.[43] Batı Hıristiyanlığı ise Müslümanları gerçek
dinden (Hıristiyanlık) dönmüş Muhammed’in sapkın takipçileri olarak görür,[44]
mızmız Yahudilerin Duvar’da toplanıp ibadet etmeleri ile dalga geçerdi.[45] Halkın
ortak dili Arapça ve Türkçeydi.[46] Ancak
Yahudilerin geneli Sinagog dışında Arapça konuşurdu.[47]
Son 200 yılda
Filistin, emperyalist hevesleri de yüklenmiştir. Bölgedeki hedeflerine ulaşmak
isteyen Fransa ve Rusya Kudüs’ü siyasetlerinin merkezine yerleştirmişti. Rusya “doğudaki
hâkimiyet”ini kilise vasıtasıyla yürüteceği bir kültür saldırısıyla
gerçekleştirmeyi planlıyordu. Fransızlar Katolikleri, Ruslar Ortodoksları
koruma bahanesiyle Filistin’e yönelirken, İngiltere’nin koruma sağlamak için
müdahale edebileceği kadar Protestan yoktu ve İngiliz siyasetçiler Rus ve
Fransız etkisini dengelemek için Yahudileri korumaktan başka yol olmadığını
gördüler. Bu, tümüyle siyasi bir tercihti. İngiltere’nin Kudüs elçisinin özel
görevi, kendisine başvuran Rus Yahudiler de dahil olmak üzere Yahudilere koruma
sağlamak olmuştu.[48]
1800 ile 1875
arasında Kudüs hakkında basılan 5.000 kitap İngiltere’nin bölgeye ilgisini
gösterir. Westminster başrahibi Arthur Stanley’in İncil tarihi ve arkeolojik
spekülasyonlar üzerine yazdığı kitabı İngilizleri “Kudüs’ün onlar için
İngiltere’den bile daha önemli bir yer” olduğuna ikna etmişti. Alman
arkeologların ‘Barışçı Haçlı Seferi’ adını verdikleri modern arkeoloji emperyalist
Hıristiyanların elinde kısa sürede sadece geçmişi inceleyen bir disiplin olmaktan
çıkıp geleceği kontrol etmenin de bir aracına dönüşmüştü. Arkeoloji aynı
zamanda askeri amaçlara da hizmet ediyordu. Londra’nın doğu uzmanları arkeoloji
casusluğu sayesinde Filistin coğrafyasını gayet iyi öğrenmişler, ülkeyi
fotoğraflayıp haritasını çıkarmışlardı.[49]
Avrupa merkezli
bu haritaya göre Filistin, Marshall Hodgson’un karakterize ettiği Orta Doğu’da
yer alıyordu.[50]
Tayyar Arı Fas’tan Afganistan’a, Kafkaslardan Yemen’e uzanan bu geniş bölgenin temel
özelliğini dini anlamda Müslüman, etnik anlamda ise Türk, Fars ve Arap
çoğunluğu barındırmak olarak gösterir.[51]
Ancak tüm bunların ötesinde “Orta Doğu”, Şarkiyatçılar tarafından yaratılan ve
Şark’ı betimlemeyi, egemenlik altına almayı, ona dair askeri, siyasi, kültürel,
dini ve ekonomik görüşleri meşrulaştırmayı, onu edilgen kılmayı amaçlayan bir
imgedir.[52]
Bir başka ifadeyle “Orta Doğu” tanımı sadece bir bölgeyi değil, bu bölgenin Batı
dünyası ile olan ilişkisini de gösterir ki, bu da Batı’nın egemenliği, Orta
Doğu’nun boyun eğmişliğidir. Bir Avrupalı için bu tanımın algıdaki uzantısı
basittir; Orta Doğu boyun eğmiştir çünkü Avrupa kimliği tüm diğerlerinden
üstündür.[53]
Bu üstünlük Mısır’ı ele geçirmek için yola çıkan Napolyon Bonapart’ın sadece
askeri gücünden değil, beraberinde getirdiği yüzlerce bilim adamından da
kaynaklanır.[54]
Bu istila Avrupa ile Orta Doğu’nun ilişki biçimini de belirlemiş, Doğu-Batı
arasında günümüzde de varlığını devam ettiren egemen süreçlerin başlangıcı
olmuştur.[55]
Bu seferin sonucunda kaleme alınan kitaplar Avrupalıların tasavvurunda Orta
Doğu’yu zalim ve beceriksiz Türkler, sızlanan Yahudiler ve ilkel ve vahşi
Arapların yaşadığı bir bölge olarak belirlemiştir.[56]
Böylece Orta Doğulu olarak Filistin, onu “bağımlı bir ırk”ın üyesi sayan,[57]
siyasal açıdan var olmadığına, var olacak ise ancak bir Orta Doğulu olarak var
olması gerektiğine inanan ırkçı ve siyasal emperyalist bir ağın nesnesine
dönüşmüştür.[58]
Görüldüğü üzere,
Filistin’de sadece iki taraf değil, iç içe geçmiş kültürler ve kademeli
bağlılıklar bulunmaktadır. Bu ise Filistin’in hem objektif tarifini hem de bu
tarifi etkileyen sübjektif halleri karmaşıklaştırmakta ve meseleye dahil olanları
bakılan pencereye göre farklı bir neticeye götürmektedir. Buna binaen
Montefiore, Kudüs tarihinin hem hakikatin hem de efsanenin tarihi olduğunu, İsrailliler,
Filistinliler ve on dokuzuncu yüz yılın Evanjelist emperyalistlerinin aynı
olayları ele alıp hepsinden birbiriyle çelişen doğrular ve manalar çıkarma
suçunu işlediklerini savunur.[59]
Benzer şekilde Edward Said de, insanlar tarafından yaratılan tarihin suskunluklar,
geçiştirmeler, dayatılan biçimler ve biçimsizlikler yoluyla bozulması ve
yeniden yazılmasının mümkünlüğüne dikkat çeker.[60]
Bu durumda herkesin anlam dünyasında başka bir Kudüs, Filistin, Yahudi,
Hıristiyan ve Müslüman’ın yer aldığını söyleyebiliriz.
Medenileştirilecek halklar,
Sömürge düzeni ve Siyonizm
Filistin hakkında
gerçeğe ulaşmak isteniliyorsa, “coğrafi keşifler”, “sömürgecilik”, “Siyonizm”,
“Manda” kavramları muhakkak ele alınmalıdır zira 20.yüzyıl tüm bu kavramların
kesişme noktasını oluşturmuştur. Avrupalıların “Yeni Dünya”yı işgale başlamalarına
kapı aralayan Christopher Colombus’un Amerika’ya ulaşması insanlık tarihinde
bir kırılma noktası sayılabilir.[61]
Amerikan Başkanı Woodrow Wilson “Tanrı bu ülkeyi barışçıl ve insan haklarına
saygılı kişilere verdi ve burasını Avrupalılar medeniyeti getirsinler diye işgal
edilmemiş halde/bakir bıraktı” dese de, Avrupalıların gelişinden evvel
Amerika, beyaz kolonyalistler tarafından yok edilen yerli halkların yurduydu.[62]
Ne var ki, sömürgeci bakış açısı, bir toprakta Beyazlar, yani Batılılar
oturmuyorsa orayı “boş” kabul ediyordu.[63] Meskûn
bir kıtaya gelerek yerli halkı katleden bu yeni yerleşimciler kendilerini
suçlular olarak değil, “kıtayı medenileştiren insanlar” olarak tanımladılar.[64] Wilson
Avrupa’nın Amerika kıtasına götürdüğü medeniyetin gururu içindeyken, sömürgeci
emellerle Filistin’e yönelen İngiltere’de hazırlanan bir tezkerede Wilson’un
sözlerine benzer ifadeler yer alıyordu: “Halkı olmayan bir ülke
bulunmaktadır ve Tanrı bilgisi ve merhameti ile bizlere ülkesi olmayan bir
halkı işaret etmektedir.”[65] Sömürge
oyunu artık yeni bir aşamaya geçmişti ve “sömürgeleştirme” ticari, dini,
askeri, kültürel ve haberleşmeyle ilgili çıkarların belirlenmesi –hatta
yaratılması- anlamına geldiği kadar araçların belirlenmesini de içeriyordu.[66] Sömürgeci devletlerin yarışan çıkarlarının
icra aracıysa buna elverişli olan Siyonizm’di.
Bir Rus Yahudi
olan Nathan Birnbaum tarafından siyasi literatüre sokulan “Siyonizm” tabiri “Musevileri
Filistin’e yerleştirmek amacını güden ve üyelerinin Yahudilerden oluştuğu bir siyasi
parti örgütü” olarak anlaşılmıştır.[67] Ancak
Siyonizm’in kökeni 1260’larda, Yahudileri Kudüs’e dönüp yerleşmeye teşvik eden Haham
Moses ben Nachman’a kadar uzanır.[68] 1881’de
Odessa’da “Hovavei Zion” (Siyon
Aşıkları) adı ile kurulan ve Siyonizm’in ilk basamağı olarak kabul edilen bir
dernek, Rusya’daki Yahudileri Filistin ve Kudüs’e nakletmeyi ve orada bir tarım
toplumu kurmayı amaçlıyordu.[69] Ne var ki, 1882’de yayımlanan Yahudi karşıtı
kararların ardından Rusya’yı terk eden Yahudilerin çok azı Filistin’e gittiler.
Seküler Yahudilerin kontrolüne geçene
kadar Siyonist öncülerin “Siyon Arayışı” kitabının yazarı haham Zvi
Hirsch Kalischer gibi Ortodoks hahamlar olduğunu, bunların Geri Dönüş’ü Mesih
beklentisi üzerine bina ettiklerini söyleyebiliriz.[70] Filistin’e
doğru yola çıkan bu “Öncüler Filistin’e
hayatlarının anlam ve amacını başka hiçbir yerde bulamadıkları için
geliyorlardı.”[71]
1896’da, Theodor
Herzl adında, kendisini “bir agnostik”
olarak tanımlayan Avusturyalı gazeteci,[72] Geri
Dönüş’ü “Filistin bizim asla unutmadığımız tarihi yuvamızdır. Makkabiler
yeniden doğacak. Kendi toprağımızda özgür insanlar olarak yaşayacak ve kendi
evlerimizde huzur içinde öleceğiz.’’, diyerek ilan ettiği bir kitap yayımladı:
Yahudi Devleti.[73] Herzl için bu “ne sosyal ne de dini, sadece milli bir mesele”ydi. Hatta ona göre Siyonizm
sömürgeci bir doktrindi. Cecil Rhodes’e yazdığı bir mektupta Herzl, “Mösyö Rhodes, niçin size müracaat ettiğimi
merak ediyorsunuzdur. Çünkü benim programım da bir sömürge programıdır.”,
ifadesine yer veriyordu. 1897’de topladığı Basel Kongresi Siyonizm’in üç
temelde yükselen bir hareket olduğunu teyit etti: Siyasi, milliyetçi ve
sömürgeci.[74]
Bir Yahudi
devletinin kurulması fikrine karşı çıkanlar bunu “Tevrat bizim vatanımızdır” ifadesinde yükselen Yahudi geleneğine
ters buluyorlardı.[75] Zira
Tapınak’ın tahribinden sonra Kitab-ı Mukaddes, Yahudi devleti ve Tapınak’ın
yerini almış, “Yahudilerin seyyar anavatanı, seyyar Kudüs’ü” haline
gelmiştir.[76]
Yahudilerin kullandığı “Gelecek yıl Kudüs’te”, sözü, siyasi bir
slogandan çok manevi bir ifadeydi.[77] Siyonistler,
“Yahudiliğimiz ve Siyonizm’imiz birbirinin aynısıdır”, diyerek,[78] Siyonizm,
Musevilik ve Yahudiliğin eşdeğer kavramlar olduğunu kanıtlamaya yönelik
sınırsız bir propaganda yürütseler de,[79] Siyonizm’in
Yahudi kimliğine aykırı olduğunu düşünen Amerika’nın sözü geçen Yahudi lideri
Haham İzak Meyer, 1897’de düzenlenen Montreal Konferansı’nda onaylanan önergeye
şu ibareleri yerleştirmişti: “Bizler bir
Yahudi devleti kurulmasına ilişkin her türlü girişimi temelden reddediyoruz.
Böylesi girişimler, Yahudi peygamberlerinin ilk önce ilan ettikleri… İsrail
misyonunun saptırılmış bir anlayışını apaçık sergilemektedir… Bizler
Yahudiliğin hedefinin siyasi ve milli olmayıp manevi olduğunu beyan ediyoruz.”[80]
Siyonizm Yahudi devleti kurmayı hedefliyordu ama 20. yüzyılın
başlarında Filistin’deki Yahudi nüfus %3 kadardı.[81]
Bunun ise bir Yahudi devleti kurabilmek için yetersiz olduğu açıktı. Siyonist
hareketin önemli isimlerinden Yahudah Alkalai “Kutsal Topraklar”ın yeniden
fethi için üç yol öngörüyordu; diplomasi, satın alma ve kılıç.[82] Diplomasi
ve satın alma yolları birlikte deneniyordu. Siyonizm’in Almanya’nın gücünü
yaymak için bir araç olacağını düşünen Almanya’nın Türkleri ikna çabası sonuç
vermemişti.[83]
Yahudi kapitalistlerin Avrupa’da güçlendiği 18. ve 19. yüzyıllarda Yahudiler
için Osmanlı ülkesinden toprak satın almanın Yahudilerin Filistin’e dönüşünü
sağlayabileceği konuşuluyordu.[84]
Bu plan uzun süre gündemden düşmedi ve çeşitli yollarla Osmanlı hükümetlerine
sunuldu. 1901 yılında Filistin’de toprak alımı için Ulusal Yahudi Fonu kuruldu.[85] Sadrazam
Avlonyalı Ferit Paşa, 1903 yılında, Siyonist hareketin destekçilerinden Parisli
Baron Rotschild’in Tel Aviv’de 20 bin hektar arazi kiralama talebini Filistin’in
Araplara ait olması ve bu durumu değiştirmek için dini veya siyasi bir nedenin
bulunmaması sebebiyle kabul etmezken,[86]
plan, Filistin’e olmamak kaydıyla İmparatorluk topraklarına Yahudi göçüne karşı
olmayan Sultan II. Abdülhamid’in önüne geldiğinde, Abdülhamid bunu kesin bir
şekilde reddetti.[87]
Buna rağmen göçler ve Avrupalıların Kudüs’e yatırımları sürüyordu. Yahudah
Alkalai’nin üçüncü yolunun önünü açansa, dengeleri değiştiren I.Dünya Savaşı oldu.
Avlonyalı Ekrem
Bey Siyonistlere Filistin yolunu İngilizlerin açtığını söyler.[88]
Savaş ile birlikte İngiltere’nin Siyonizm’e ve Siyonistlere bakışı değişmişti. Harbin
aldığı seyir yüz binlerce Amerikalı Siyonist’in ve Siyonistler lehine lobi
yapan Evanjelist Hıristiyan’ın desteğine ulaşmak için Arthur Balfour’u, “Ben
Siyonist’im” demeye ve Yahudilerin “milattan önce beşinci yüzyıldaki
Yunanlılardan sonra insanlığın en yetenekli ırkı” olduğunu fark etmeye, Churchill’i
de onu desteklemeye sevk etmişti.[89] 9
Kasım 1917’de Balfour, Lord Rotschild’e hitaben, Yahudilere Filistin’de bir yurt
vaat eden tarihi deklarasyonunu yayımladı. Deklarasyon, Filistin halkının
%90’ınını oluşturan Arapları vatandaşlık ve dini hakları –ama siyasal hakları
değil- zarar görmeyecek “mevcut Yahudi olmayan topluluk” sayıyordu.[90] İngiltere amacına ulaşmıştı. 1918 yılı içinde
Fransa ve İtalya’nın ardından,[91] “Benim
gibi bir rahibin oğlunun Kutsal Toprakları halkına iade etmesinin nasıl bir şey
olduğunu düşünün”, diyen Amerikan Başkanı Wilson da Balfour Deklarasyonu’nu
benimsemişti.[92]
Herzl’in imparatorlar tarafından bahşedilip kapitalist Yahudiler tarafından
finanse edilecek Siyonist devleti tarih sahnesine çıkmak için bir adım daha
atmıştı ancak Osmanlılar henüz yenilmemiş ve Araplara verilen sözlerin
tutulmayacağı söylenmemişti.[93]
1918’de
Filistin’deki Yahudi nüfusu 56.000’e ulaşmıştı ama bu hala yetersiz bir
sayıydı.[94]
Savaş, Yahudi göçü için bir fırsat olsa da Balfour Deklarasyonu’na rağmen
Filistin’e göç sınırlıydı. Bunun sebepleri arasında Ruhi Halidi gibi Arap
kökenli Osmanlı liberallerinin Siyonizm’i tehlike olarak görüp İstanbul’da
Siyonizm aleyhine çalışmaları da yer alıyordu.[95]
Bununla birlikte Siyonist harekete tüm Arapların aynı şekilde baktığını
söylemek de yanlış olur. Bazıları Siyonist hareketin kendi ikballerine faydalı
olacağını düşünüyordu. Bunlar İngiliz menfaatleriyle uyuştuğunu varsaydıkları
çıkarlarına ulaşmada Siyonizm’i bir araç olarak gördüler. Haşimi ailesi
bunlardan birisiydi.
Bir Arap Haşimi
Krallığı kurma hayalindeki Şerif Hüseyin İngiltere’nin Osmanlı yönetimine karşı
acilen bir Arap ayaklanmasına ihtiyaç duyduğu dönemde yeniden ortaya çıktı.
İngiliz siyaseti, T.E. Lawrence’nin tabiriyle, “görünüşte kol kola girerek”[96] bir
yandan Şerif Hüseyin’i bütün Arapların lideri olacağına inanması için
cesaretlendirip muğlâk sözler verirken,[97]
öte yandan ailenin düşmanı Suudileri de destekliyordu.[98]
Haziran 1916’da başlayan Arap İsyanı 30.000 Türk askerinin yerinden
kımıldayamamasına neden oldu.[99] Ancak
savaştaki bu rolleri İngilizleri tatmin etmedi ve Hüseyin’in oğlu Faysal umulan
ikbalin bedeli olarak kendisine verilecek Suriye krallığına karşılık
Filistin’deki Yahudilerin toprak taleplerini kabul etti. Faysal’a göre,
kendisinin kral olacağı, Siyonistler ve Haşimi ailesinin birlikte kuracağı
Suriye Krallığı içinde yer alacak Filistin’de 4,5 milyon Yahudi barınabilirdi.[100]
Ne var ki, savaşın bitimiyle karşılaşılan tablo umulan değildi.
Araplara göre, “Uzun
zamandan beri Türklerin zulmü altında yaşayan halkların kurtuluşu için”
savaştıklarını ilan eden[101] İngiltere’nin
savaşın akabinde gelişen Arap siyaseti ahlaksızlıktı.[102]
İngilizler ise Arapların Türklerden kurtulduklarına şükretmeleri gerektiğini ve
bunun yeterli olacağını düşünüyordu.[103]
Mart 1920’de Faysal Lübnan ve Filistin’i de kapsayacak şekilde Suriye kralı
ilan edilirken[104],
Şerif Hüseyin’in diğer oğlu Abdullah Fransız Suriye’si ve İngiliz Filistin’ini
kabul ederek, ekonomik kaynaklardan yoksun ve İngiltere’ye sıkı bir şekilde
bağlı bugünkü Ürdün’ü aldı.[105]
Churchill şöyle diyecekti: “Kudüs’te bir öğleden sonra Emir Abdullah’a şimdi
bulunduğu Ürdün’ü verdim.”[106]
Nisan 1920’de Milletler
Cemiyeti Filistin’i, Manda yönetimi şartları arasına dahil edilen Balfour
Deklarasyonu doğrultusundaki bir madde ile İngiliz Mandası altına bıraktı.[107] Teoride
mandalar sömürge değil, manda devletlerinin Milletler Cemiyeti’nin denetimi
altında Daimi Mandalar Komisyonu aracılığıyla bölgeyi yönettikleri bir emanet
biçimi olmasına rağmen İngilizler Filistin’e imparatorluğa bağlı bir eyaletmiş
gibi davrandılar. 8 yılda 70 bin Yahudi göçmeni Filistin’e yerleştiren Yahudi
Siyonist Sir Herbert Samuel ilk Yüksek Komiser olarak atandı. Sonraki on yılda
ise 250 bin Yahudi daha Filistin’e gelmişti. Almanya’da Hitler’in yükselişi
göçü Filistin’deki nüfus dengesini değiştirecek şekilde hızlandırdı. Yahudiler
Filistin genelinde azınlık olmayı sürdürse de, Kudüs’te çoğunluk olmuşlardı.[108]
Siyonistlerin
organize ettiği Yahudi göçüne ve İngiliz Mandasına karşı ilk ayaklanma 1920’de
gerçekleşti.[109]
Ancak etki yaratanı, adını Kudüs’teki Harem-i Şerif’in duvarından alan, İngiliz
Yüksek Komiser’in, “Filistin’de Tanrı’dan başka yüksek komiser olmayacağını
anladım” demesine sebep olan, Arap milli bilincinin sembolü sayılan 1929
tarihli Burak Ayaklanması’ydı.[110] Hayfa’daki
şeriat mahkemesinde çalışan Şeyh İzzeddin el-Kassam’ın 1935 sonlarında başlattığı
ayaklanma sırasında İngilizler kurdukları Arap Soruşturma Merkezi’nde halkı sistematik
olarak işkenceden geçirdi. Arapların silah taşımasının cezası idam olarak
belirlendi ve 25.000 Siyonist Yahudi eğitilip silahlandırılarak Araplara karşı organize
edildi.[111]
Bunlar daha sonra İngilizlere de saldıracaktı.
Filistin’in
taksimi ve Yahudi devleti ile Arap nüfusun zorla tahliyesi ilk kez Temmuz
1937’de Lord Peel raporuyla gündeme geldi.[112] Siyonistlerin
kabul ettiği teklifi Filistin adı altında bile olsa yeni bir Arap devleti
görmek istemeyen Ürdün Kralı Abdullah dışında Araplar reddetti.[113] İngiltere’yi
Manda yönetimini sona erdirip Filistin’den hızla çekilmeye sevk eden ise Siyonistlerin,
1930’da açılan ve Ürdün Kralı Abdullah dahil olmak üzere Arap sosyetesinden
birçok ismin düzenli olarak kaldığı, bir bölümü İngiliz yöneticiler ve istihbarat
görevlilerine ayrılan King David oteline yönelik saldırısı oldu.[114]
İngiltere
Filistin’i terk etmek üzereyken toprakların %94’üne sahip 1 milyon 200 bin
Arap’a karşılık 600 bin Yahudi bulunuyordu. Arap ülkelerinin kâğıt üzerindeki
askeri gücü muazzamdı ancak İngilizler çekildiğinde 165 bin askerin sadece 28
bini Filistin’e sevk edilebildi.[115] Tedhiş
yoluyla Arap köylerinin imhasını ve tehciri planlayan Siyonistlerin etnik
temizliğin bir görüntüsü sayılan Deyr Yasin katliamı savaşın dönüm
noktalarından birisi oldu.[116] Bu
katliamın ardından evlerini terk eden Arap sayısı kısa sürede 940 bine ulaştı
ve bir daha geri dönemeyen bu insanlar Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek
Komiserliğinin (UNHCR) kamplarında toplandılar.[117] Kendilerini
savaşçı, Yahudileri ise esnaf olarak gören Arap orduları Filistinlileri koruyamamıştı.[118]
14 Mayıs
1948’de, Ben–Gurion “Yahudi devleti”nin kurulduğunu ilan ettikten on bir dakika
sonra ABD Başkanı Truman devletin adını “İsrail devleti” olarak değiştirip İsrail’i
fiilen tanıdı[119]
ama İsrail’i resmi olarak ilk tanıyan Stalin’di.[120] İkinci Dünya Savaşı sonrasında Yalta’da
yapılan toplantıda Roosevelt’in “Ben Siyonist’im” sözüne “İlkesel
olarak ben de” diye cevap veren
Stalin, Sovyet uydusu bir Yahudi devleti umuyordu.[121] İsrail’in
kuruluşu Siyonistlerin “tarihi gerçekleştirmesi” ve Arapların “tarihin dışına
itilmesi” olarak algılandı.[122]
Arapların tepkisi etkisizdi. Ürdün Kralı Abdullah’ın Batı Şeria karşılığında
Siyonistlerle gizlice bir saldırmazlık anlaşması yapması,[123] Sovyetlerin
Siyonistlere Çekoslovakya üzerinden silah sağlaması,[124] İsrail’in
askeri gücünü arttırıp Mısırlıları yenerek 1949 yılında beş Arap ülkesiyle
ateşkes imzalaması Arapların hezimetiydi. Bu durum mevcut Arap rejimlerinin yıkılmasına;
milliyetçi akımların yükselmesine; Mısır’ın
yeni lideri Nasır’ın hedefini İsrail’in imhası olarak açıkladığı, İsrail’in ise
sürpriz baskınlarla Arap ordularını felç ettiği, Kubbetüs Sahra’nın üzerine
İsrail bayrağı çekildiği[125] ve
bugün gördüğümüz birçok stratejik pozisyonun temellerini oluşturan 1967
yılındaki “Altı Gün Savaşı”na kapı aralamış oldu.[126] Bu
savaşta, Yahudilerin Mısır’dan çıkıp “Vaat Edilmiş Topraklar”a giderken çaldıkları Şofar’ın Kudüs’ün işgali sırasında Batı
Duvarı’na çıkan başhaham tarafından çalındığı anın televizyon ve radyolarda
yayımlanması seküler Yahudileri ve Amerikalı Evanjelistleri etkiledi.[127]
Bunlar İsrail’in kutsanmış bir ülke olduğuna inandılar. Amerika bir daha
ayrılmamacasına İsrail’e yanaştı ancak Amerikan devletinin İsrail’e tümüyle
yaklaşmasının sebebi Amerikalıların dini duygularının ötesinde Amerika’nın
stratejik çıkarlarıydı. Siyonist İsrail rejimi Amerika için bir askeri üs oldu
ve Araplara karşı muazzam bir askeri üstünlük sağladı.[128]
Bu savaştan sonra ABD ve İsrail’in ilişkileri stratejik alanlarda gelişti. Öyle
ki, ABD şayet bir gün Fars Körfezi’ni ve özellikle Suudi Arabistan’daki askeri
üslerini terk etmek zorunda kalırsa, İsrail’i askeri üssü olarak kullanmaya
devam edeceğini hesaplıyordu.[129]
Nitekim çok geçmeden Amerika, İran’ın Amerika ve İsrail’in üssü haline gelmesine
itiraz eden yaşlı bir din adamı tarafından İran’dan çıkarılacaktı.[130]
Ulemanın gözünde Siyonist
rejiminin konumu
Süveyş Kanalı ve
Mısır’ın kontrolünün İngilizlere geçmesi İngilizler açısından stratejik bir
kazanımdı. Hindistan’ın giriş kapısı, İngiltere ile Asya ve Afrika arasındaki
hava trafiğinin birleştiği nokta olan bu sahiller İngiltere-Fransa rekabetine
yeni bir boyut kattı ve Filistin’in önemini arttırdı.[131]
İngilizler Fransızları, Fransızlar da İngiltere’yi bölgedeki hâkimiyetlerinin
önündeki en büyük engel olarak görüyorlardı. Diğer taraftan, bölge sadece
efsanelerin değil, devasa petrol ve gaz rezervleri sebebiyle sömürgeci Batılı
devletlerin çıkarlarının kol gezdiği bir yerdir.[132] Bölge
halkının dini liderleri de bunun farkındadır ve Batılılarla Siyonistlerin
ilişkilerine bu pencereden bakmaktadır.
Birçok Sünni ve
Şii din adamı (ulema) Filistin’e yönelik Yahudi göçünü ve Siyonist İsrail
rejimini sadece Filistin’i değil, İslam’ı ve komşu ülkelerin tümünü tehdit
eden, yayılmacı dini esaslara dayalı sapkın bir anlayışın ürünü ve sömürgeciliğin
neticesi olarak görüyor, bundan Arap liderleri de sorumlu tutuyordu. Şeyh
Muhammed Âl-i Kaşif el-Ğita bir konuşmasında, “Bizim esas musibetimiz, ey
Müslümanlar, sömürgedir. Her musibet ve belanın aslı, feri, kaynağı ve çıkışı
sömürgedir. Sömürge belasını başımıza dolayanlar ve onu kişiliğimizde,
mallarımızda, evlatlarımızda, ahlakımızda ve adetlerimizde kökleştiren
liderlerimizdir.”,diyordu.[133] Mısır’da
Cemal Abdulnasır örneğinde görüleceği üzere, bazı Arap milliyetçileri İsrail’in
kurulmasını emperyalizmin zirve noktası olarak görse,[134] Arap
milliyetçiliği ırkçılık ve Yahudi karşıtlığı temelinde olmasa[135]
ve hatta İslam Hıristiyanları da kapsayacak şekilde ulusun özünde yer alan asli
unsur olarak kabul edilse bile,[136] bazı
alimler konunun Arap milliyetçiliği düzleminde ele alınmasına da karşı çıkıyor,
bunun başarısızlığa götürecek bir yol olduğunu söylüyor, hatta Arap liderlerin bu
noktada bile duramayıp konuyu salt Filistin çerçevesine sıkıştırdıklarını ileri
sürüyordu.[137]
Onlara göre Filistin’e yönelik göç meşru değildi ve işgal olarak kabul
edilmeliydi. Bu ise gasıplar ve mütecavizler karşısında şer’i savunmayı farz
kılıyor, bütün Müslümanlara sadece siyasi değil aynı zamanda itikadi bir sorumluluk
da yüklüyordu. Buna binaen, dini havzalardan verilen fetvalarda Siyonistlerle
her türlü ilişki yasaklanıyor, cihadın farz olduğu belirtiliyordu.[138]
Siyonist rejiminin İran İslam İnkılâbı
sürecine etkisi
Bugün İran’ı
yakından izleyenlerin hemen hepsini gafil avlayan İslam Devrimi’nin[139]
bir sonucu olarak, halkın yönetime doğrudan veya dolaylı yollarla yapılan
birçok seçim ile dahil olduğu bir sistem ile yönetilen İran, 1979 öncesinde Meşruti
Monarşi ile idare edilmekteydi. 1971’de düzenlenen İran Saltanatı’nın
2.500.Yıldönümü törenlerinde Büyük Kiros’a hitaben yaptığı konuşma ile kendini
“Şehinşah / Krallar Kralı” ilan edip iktidarını bu Ahameniş kralına dayandıran
ancak kendine sofu rolünü seçmiş, gerçek bir irfan öğrencisi olan Ayetullah
Humeyni’nin[140]
“Krallar Kralı unvanı, Allah nazarında en çok nefret edilen unvandır.”,[141]
cevabıyla karşılaşan Şah’ın Siyonist İsrail rejimi ile ilişkileri ulemanın
yürüttüğü siyasi mücadelede kendisini nasıl etkilemişti? Bu soruya verilecek
cevap öncelikle “şah”ı tanımayı gerektirir.
İran Şahı kimdir?
Evrensel
hükümranlık Ahamenişlerin Zerdüştçü bağlamda kavramsallaştırdığı bir düşünceydi.
Ahamenişler ve Sasanilerin “kral, ‘şehinşah/ krallar kralı” dedikleri hükümdar,
gerçek otorite olan Tanrı’nın vekiliydi ve bu düşünce sistemi “tek Tanrı, tek
evren, tek hükümdar ve tek kanun” esasına dayanıyordu. İran ülkesinin hamuru
haline gelen bu düşüncenin daha sonra İslami kavramlarla yeniden
şekillendirildiğini, Abbasi halifeliğinde Sasani imparatorluk geleneğinin
yeniden kurulduğunu ve Safeviler zamanında Şii İmamiye inancının kesin bir
biçimde İran’la ve hükümdarlığıyla özdeş hale geldiğini söyleyenler vardır. Safeviler
ve Kaçarlar da “şehinşah” unvanını
kullanmıştır ama o dönemde İran’da, Weber’in “meşru gücün başarıyla
tekelleşmesi” olarak tanımladığı bugünkü anlamıyla “devlet”ten söz edilemez.
Bunu görebilmek için Pehlevi dönemini beklemek gerekecektir. Pehlevi dönemine
kadar ülke topraklarının coğrafi ve siyasi bütünlüğü, herkese tümüyle boyun
eğdiren tartışmasız tek bir iktidarın varlığı anlamına gelmiyordu. Bu, daha
ziyade yerel güçleri de hesaba katan bir iktidar bileşkesiydi. Çeşitli halklar arasındaki
dengeyi sağlayan kişi en üstün kral / Şehinşah oluyor, meşruiyetini de gelenek
ve tarihin bütününden ve bu hükümranlığın ideolojik ürünü olan “İran”
düşüncesinden alıyordu.[142] Ne
var ki, unvanlar aynı kalsa da, içerikleri ve kullanım biçimleri zamanla değişiyordu.
Safevi hükümdarlar
“şehinşah” unvanını kullansalar da, ülkenin dini, meşru iktidarı ancak On
İkinci İmam Muhammed Mehdi’ye has kılan ve İmam’ın gaybetinde öncelikle fıkha
dayalı işlerinin tedvinini fakihe bırakan, İslam’ın Şii İsnaaşeriye yorumuna
dayandırılmıştı. Bu düşüncede dini meşruiyetin kaynağı Ehli Beyt ve Peygamber
yoluyla Allah’a ulaşan bir bağla fakihti ve şah da mukallit sayılıyordu.[143]
Şii düşüncesi imameti kendine özgü ve çok özel bir konumda, akaid içinde ele
alıyor, Velayet doktrinini risalet ile
imameti birbirine bağlayan batıni bir bağ olarak görüyordu.[144] Tüm
bunların bir uzantısı olarak da sahip olduğu ilim ve takva sebebiyle peygamber
ve imamlardan sonra en üstün insan olan fakihe Müslümanlar üzerinde külli bir
yetki veriliyordu. 1532’de Şah Tahmasb ulemadan Muhakkık Keraki’ye bir ferman
ile “naibü’l-imam” unvanı vererek bu yetkiyi tanımıştı.[145] Garthwate
fakihin devam eden bu konumunu şöyle aktarır: “II.İsmail 1576’da tahta
çıkarken bir müçtehide şöyle hitap etmişti: Bu saltanat aslında imama, Sahib-ez
Zaman’a aittir… ve sen İslam’ın ve şeriatın buyruklarını yerine getirmek için
onun yerine atanmış naibisin. Sen halıyı önüme serip beni tahta çıkarıyorsun…
Böylece ben devletin tahtında oturup senin kararların ve iradene uygun olarak
hüküm vereceğim.”[146]
20.yüzyılda Şah-ulema mücadelesi
ve Siyonist rejiminin bu mücadeleye etkisi
19.yüzyılın
ikinci yarısında artan Batı etkisi İran halkını şah ile ilişki biçimini yeniden
değerlendirmeye götürdü ve süreç 1905 Meşrutiyet Hareketi ile neticelendi.
Artık şah ülkeyi anayasal düzeyde tanınmış yetkileri olan bir meclis ile
birlikte yönetecekti. Bir süre sonra Kaçar Hanedanı’na son verip iktidarı ele
geçiren Rıza Han 1925’te meclis tarafından şah seçildi ve taç giyerken
antikçağdaki İran’la bağlantısı olduğu düşünülen Pehlevi kelimesini hanedan
ismi olarak seçti. Bu andan itibaren Rıza Şah yönetimini ve hanedanını
meşrulaştırmak için İran’ın İslam öncesi geçmişini yüceltmeye başladı. Böylece ülkenin
İslamiyet öncesi geçmişine dayalı bir milliyetçilik temelinde bir ulus devlet
oluşturmayı umuyordu.[147]
Ne var ki, İran milliyetçiliğinden dini ayrıştırmak imkânsızdı ve din bu tür
milliyetçiliğin de temel unsurlarından biri oldu. Bu durum, onu, iktidarının
devamı için ulema ile ilişkilerinde pragmatist bir yol izlemeye zorladı. İkinci
Dünya Savaşı’nın yarattığı şartlar Rıza Pehlevi’yi tahttan feragate götürürken,
yerini, 1941’ten 1953’e kadar ülkeyi meşruti bir hükümdar olarak yöneten Muhammed
Rıza Şah aldı. Bu, İran’ın 1979’a kadar siyasi rehine olarak
tutulduğu bir dönem olarak kabul edilir.[148]
Bu dönemde İran,
sayıları 25 bine varan Amerikan askeri, danışmanı ve teknisyeninin varlığıyla
ABD’nin bölgedeki kalesine dönüşmüştü.[149] Ülkeye
sadece ABD değil Siyonist İsrail rejimi de yerleşmişti. Şah’ın Fars Körfezi’ne
hâkim olma stratejisi ile David Ben Gurion’un “Periferi Teorisi” İran’ı komşu
Müslüman Arap ülkeler aleyhine çalışan bir üsse çevirmişti.[150] İran’ı,
İslam’ı ve Caferi mezhebini koruyup yaymak zorunda olan Şah, anayasa ve
ulemanın sınırlarını belirlediği dini alanın dışına çıkıyordu.[151] Şah’ın,
ulemanın gücünü sınırlandırmaya çalışması sadece ulema ile değil, halkla da
arasını açan bir süreci başlattı. Ulema Şah’tan anayasaya uymasını istemeye
devam ederken, Şah ulemayı aşağılamayı tercih etti. Bu ise Şah’ın meşruiyet
zemininde de sorgulanmasının önünü açtı.[152] 1963
sonrasında sert muhalefetiyle öne çıkan ve 1970’lerin başına kadar anayasanın
değiştirilmesi çağrısında bulunmayan[153] Ayetullah
Humeyni sürgünde bulunduğu Necef’ten Şah’ı şöyle uyarıyordu: “Ecnebiler için
askeri, haberleşme ve casusluk merkezleri oluşturmak meşrutiyete ters
düşmektedir. İsrail gibi ecnebileri ve onların alçak uşaklarını memleketin en
iyi topraklarına musallat etmek ve milleti oradan uzaklaştırmak anayasayı
çiğnemek ve memlekete ihanettir.”[154]
Ulema, Pehlevi
Hanedanı’nın İslami vazifelerini yerine getirmediği ve Müslüman ülkelere ihanet
ettiği inancındaydı. Buna binaen İran ve diğer ülkelerdeki ulema genelde
Müslüman liderlere ve özelde Pehlevi Hanedanı’na sorumluluklarını hatırlatmayı
sürdürüyordu. Ulemanın siyasi gücünü
arttıran İranlı müçtehit Ayetullah Seyyid Ebu’l Kasıme’l-Kaşani’nin İran
halkına;[155]
Lübnanlı Şii müçtehit Seyyid Muhsin el-Emin’in İslam ve Arap dünyasına; taklit
mercii Ayetullah el-Uzma Seyyid Burucerdi ve 5 bin gönüllü ile Filistin’e
gitmeyi vaat eden Nevab Safavi’nin İran halkına; 1950’de İran hükümeti Siyonist
İsrail rejimini tanıyarak ticari ve diplomatik ilişkiler kurduğunu
açıkladığında kararı İslam’a ve Müslümanlara yapılmış bir ihanet olarak
tanımlayıp hükümeti uyaran ve şer’i mali yükümlülüklerin Filistin’e gönderilebileceği
yönünde fetva veren müçtehit Ayetullah el-Uzma Seyyid el-Hansarî’nin İran halkı
ve başbakanına; İsrail’in tanınması üzerine, İslami sorumlulukları içerisinde
kalmalarını ve Müslümanların duygularına riayet etmelerini tavsiye eden,
genelde Filistin özelde Kudüs meselesi İslam’ın meselesidir, diyen Iraklı
müçtehit Ayetullah el-Uzma Seyyid el-Hakim’in İranlı hükümet yetkililerine ve
Irak Başkanı Abdurrahman Muhammed Arif’e; ilmihal kitabında siyasi ilişkiler
meselesini gündeme getiren, İsrail’le anlaşma yapmayı haram sayan ilk Şii müçtehit
olan ve İsrail’le ilişkileri sebebiyle Şah’ı ikaz eden Ayetullah Humeyni’nin bizzat
Şah’a; kafirlere verdiği petrolü kesmesini ve bu meseleye karşı
sorumluluklarını hissetmesini isteyen Ayetullah el_uzma Ebu’l Kasım el-Hui’nin
İran başbakanına yönelik çağrıları ulemanın konuya bakışını ortaya koymaktadır.[156] Şah’ın
bu uyarılara kısa vadedeki tepkisi önce inkâr ve ardından polis, istihbarat ve
orduyu harekete geçirmek; uzun vadede ise kendisini ulemanın yetkesinden
uzaklaştıracağını varsaydığı, İran’ın antikçağına dönüş projesini hızlandırmak oldu.
Ne var ki, geriye doğru baktığımızda, Şah’ın her ikisinde de başarı
sağlayamadığını söyleyebiliriz.
Şah Muhammed
Rıza, İsrail’in tanınması üzerine Iraklı müçtehit Ayetullah el-Uzma Seyyid
el-Hakim tarafından gönderilen mektuba Seyyid el-Behbehani aracılığıyla verdiği
cevapta, İran hükümetinden İsrail hükümetini tanımaya dair hiçbir şeyin sadır
olmadığını, gelecekte de olmayacağını ve kendisinin bütün İslam ülkelerinde
Müslümanların maslahatlarını korumaya özen gösterdiğini ifade ediyordu.[157] Bu,
oluşan tepkinin ardından, yaklaşık bir yıl sonra, İsrail’le resmi ilişkilerin
milliyetçi başbakan Musaddık tarafından kesilmesinin inkârı ve sorumluluğun
Musaddık’a yüklenmesi anlamına geliyordu. Yine de, ulemanın Şah’tan talebi
bunun ötesindeydi. Ayetullah Humeyni birçok kez İran hükümetini İsrail’e karşı
İslam devletleriyle birlikte olmaya çağırmıştı. Bu ısrar ulema ile Şah
arasındaki gerilimi yükseltti.[158] Ayetullah
Humeyni’nin 1964’te başlayacak sürgün hayatına kapı aralayan ilk olay, 1963’te
Kum Fevziye Medresesi’ne saldıran istihbarat ajanlarının iki talebeyi öldürmesi
üzerine yaptığı konuşmada Şah’ı Yezid’e benzettikten sonra; “Bu ülkede
Kuran’ın olmasını İsrail istemiyor. İsrail bu ülkede mollaların varlığını
istemiyor… Fevziye medresesine uğursuz ajanları vasıtasıyla saldıran İsrail’di.”,
demesiydi.[159]
Ayetullah
Humeyni, sürgünde bile olsa, Şah ile İsrail’in ilişkilerini ve İran’ın
Siyonistlerin elinde olduğunu tüm Müslümanlara bildirmeyi şer’i vazifesi
sayıyor ve “Müslüman” olduğunu söyleyen Şah’ın bu beyanında samimiyse ulemaya
kulak vermek zorunda olduğunu vurguluyor, ulemaya yönelik baskının Siyonizm ve
uşaklarının hizmetinde olanları açığa çıkarma kudretindeki âlimleri sindirerek,
onların yerine uydurma hocaları ve fasit teşkilatların memurlarını geçirmek
için yapıldığını söylüyordu.[160] Bununla
birlikte o, Şah’ın FBI ve İsrail gizli servisi Mossad’la birlikte 1957 yılında
kurduğu yeni istihbarat servisi SAVAK ajanlarının Siyonistlerden işkence
teknikleri eğitimi aldıklarını, halka yönelik tüm bu cinayetlerin birlikte
işlendiğini ileri sürüyordu.[161]
Diğer âlimlerin
kendisine gönderdiği mektuplara, İslam’ın ve İran’ın yakın bir tehlike ile
karşı karşıya olması sebebiyle, Şah’ın baskılarına rağmen âlimlerin halkı
bilinçlendirmesi gerektiği yönünde cevap veren Ayetullah Humeyni, “Bugün geçmiştekilerin
metoduyla davranma günü değildir. Bir köşeye çekilip sessiz kalırsak her şeyi
kaybedeceğiz.”, diyordu.[162] Aslında
bu konu ve vazife 1922 yılında Filistinlilere zulmedildiğini haber alıp İngiliz
parlamentosuna bir mektup yollayarak onları uyaran Tahran âlimlerine yabancı
değildi.[163] Ancak aradan geçen zaman şartları
değiştirmiş, İngilizler Arap ayaklanmalarını bastırmış ve Siyonistler askeri,
siyasi ve diplomatik başarılar elde etmişti. Ayetullah Şeyh Muhammed Huseyn Âl-i
Kaşif el-Ğita; “Birçok ülke İsrail’in varlığını tanıdıktan sonra, Filistin
meselesi gerçekten zor ve çözümü çokça hikmete, ihtiyata, sabra ve cesarete
muhtaç bir mesele olmuştur. (…) Bizim İsrail belasına bulaşmamızın aslı, onu
oluşturan Amerika’dan dolayıdır. İsrail’den kurtulmamız ise, çok kuvvetli
bağlarla sömürgeden kurtulmamıza bağlıdır.”, diyordu.[164] Ulema,
el-Gıta’nın bu tespitinde hemfikirdi. Ayetullah Humeyni çeşitli tarihlerde
yaptığı konuşmalarda, Müslüman Arapları
avare etmesi için Batılı ve Doğulu sömürgeci ülkelerin antlaşma ve
danışmalarından türemiş İsrail ve taraftarlarına güç ve kudret verenin Amerika
olduğunu; sömürgeci devletlerin İsrail eliyle sadece Filistin’i işgal etmeyi
değil, bütün Arap ülkelerine boyun eğdirmeyi amaçladığını; Siyonizm projesinin,
İslam dünyasını sulta ve hâkimiyet altına alma ve sömürmenin bir aracı
olduğunu; Amerika’nın Müslümanların zengin yer altı kaynaklarından bedava
yararlanmak için İsrail ve Şah’ı desteklediğini; Müslümanların başına gelen
bütün bu musibetlerin kaynağının Amerika olduğunu; bu fesat kaynağının kökünün Müslüman
ülkelerin ve milletlerin maddi ve manevi bütün imkânları kullanmak suretiyle
gösterecekleri çaba ve azimle kazınması gerektiğini dile getiriyordu. Ayetullah
Humeyni’ye göre İsrail’in İran’daki varlığı ekonomi ve propaganda ayağıyla çok
yönlüydü. Ekonomik açıdan Şah, İsrail’e ihtiyacı olan petrolün yarısını vermekle
kalmıyor, ülkenin iktisadını da teslim ediyordu. O, ülkenin pazarlarının İsrail
mallarına açıldığını, fabrikaların çoğunun İsrail’in uşakları tarafından idare
edildiğini, İran’ın arazilerinin İsrail’e devredildiğini; memleketin
iktisadının tehlikeye düşürüldüğünü ve böyle giderse esnaf ve tüccar
tabakasının çökeceğini ifade ediyordu. Tüm bunları ise “zaaf ve köleliğin
nişanesi, İslam ve Müslümanlara hıyanet etmenin senedi” olarak tanımlıyor, Şah’ın
sırf kamuoyunu yanıltmak için İsrail’i kınamasına itibar etmiyordu. Şah’ın
propaganda yoluyla da İsrail’e hizmet ettiğini söyleyen Ayetullah Humeyni, onu,
Müslümanlarla kâfirlerin savaşlarını kâfirlerin lehine yansıtmak ve Arapları
meseleleri anlamayan bir avuç insan olarak göstermekle suçluyordu.[165]
Ayetullah
Humeyni’ye göre, Müslüman dünyaya karşı İsrail’in destekçisi ve Batı’nın
müttefiki olan Şah, Filistin konusunda açıkça Amerika’dan yana tavır almıştı.[166] O, Altı Gün Savaşı’nda Mısır Ordusu Hava
Kuvvetlerinin ani bir baskınla yok edilebilmesini İsrail askerlerinin Fantom
uçaklarıyla İran’da eğitilmesine bağlıyor, zalim hükümetin bütün gücüyle
İsrail’in ve İsrail uşaklarının yanında durduğunu söylüyor, Şah’ın İsrail’le
yaptığı anlaşmaların ulema, dindar İran halkı ve hatta İran ordusu tarafından
nefretle karşılandığını ve Müslüman ülkelere ihanet edenin İran şahı olduğunu vurguluyordu.[167] 1965
tarihli bir konuşmasında, “Ben tüm Müslüman ülkelere ve dünya Müslümanlarına
bildiriyorum ki, aziz Şia milleti İsrail ve uşaklarından ve İsrail’le uzlaşan
devletlerden nefret ediyor. İsrail’le uzlaşmakta olan İran milleti değildir,
İran milleti bu büyük günahtan uzaktır; İsrail’le anlaşma yapan, kesinlikle
milletin teyid etmediği bu hükümetlerdir.”, diyen Ayetullah Humeyni, bu
yolla doğrudan halklara ulaşıp halkları harekete geçirmeyi de amaçlıyordu.[168]
Ayetullah Humeyni’ye göre hükümetler ancak kendi çıkarlarını düşündüğünden
oturup onların arzuladığımız şeyleri yerine getirmelerini beklememiz
beyhudedir. Sorunları çözecek olan bizzat halklardır.[169] Halklar
ise bu kara sömürge kâbusunun şerrinden ancak fedakârlık, mukavemet ve vahdetle
hareket ederek kurtulabilirdi. Bunun sağlamak için de, Filistinli mücahitler kelle
koltukta işgal ve tecavüze karşı kahramanca cihat ederken, İran halkının, İran ordusunun ve subayların bundan
fazla zillete boyun eğmemeleri ve kendi vatanlarının istiklali için bir yol bulmaları,
kendi varlığının ortadan kalkmasına sebep olsa bile Amerika ve İsrail’in
İran’daki menfaatlerini engellemeleri, âlimlerin İsrail’in cinayetlerini halka
hatırlatmaları ve mümkün olan her yolla Şah’ı Müslümanların safında yer almaya,
Kuran-ı Kerim’e ve izleyicilerine daha fazla hıyanet etmekten sakınmaya
zorlamaları gerekir, diyordu. Bu, İran halkının olduğu kadar bütün Müslümanların
da şer’i vazifesiydi. Müslümanlar, Siyonizm’in kudret gösterisinden korkmadan,
süper güçlerin vaatlerine kapılmadan, “La ilahe illallah” deseler bile Amerika
ve İsrail’e inanmadan, gevşeklik ve müsamaha göstermeden bu fesat kaynağı ile
mücadele etmeliydi.[170]
Muhammed Rıza
Şah’ın İsrail’e gizli ve açık desteğine karşılık Ayetullah Humeyni Filistin
için mücadele eden her gruba destek vermek gerektiğini söylüyordu. Teşvik
ettiği cihadın maliyetini karşılamak üzere Şii fıkhının kendisine tanıdığı imkânları
seferber etmekteydi. Diğer âlimler gibi o da, şer’i mali yükümlülükler olan zekât,
humus ve sadakaların Filistin için savaşan gruplara verilebileceği yönünde
fetvalar yayımladı. Bu fetvalarda “mücahitlere yardım etmekte kusur etmemek”
dahi bütün Müslümanlara farz kılınıyordu.[171] Gerek
Haziran 1968’de “Fedailer Cemaati”nin gönderdiği mektuba gerekse Fetih hareketinin
sorduğu bu konudaki soruya verdiği cevapta şer’i hakların bu hareket safında
savaşanlara da verilmesinin farz olduğunu belirtiyordu. Bu fetvalara diğer âlimlerin
konuşmaları da eklenerek dört dilde hazırlanan kitapçıklar hacda dağıtılarak yaygınlaştırılmıştı.[172]
1970 yılı
itibariyle bölge, Batı’nın ihtiyaç duyduğu petrolün yarısını üretiyordu ve
1973’te patlak veren dördüncü Arap-İsrail Savaşı’nda uygulanan petrol boykotu
fiyatları dörde katlamıştı.[173] Buna
binaen Ayetullah Humeyni Şah’ı ve sömürgeci devletler tarafından atanmakla
suçladığı Arap liderleri petrolü silah olarak kullanılmakla da yükümlü kılıyor,
sadece petrol satışının dahi İslam’a ve İran’a ihanet için yeterli
olduğunu, İran halkı ve hassaten petrol
işçilerinin grevlerle İran’dan İsrail’e petrol satışına engel olmaları
gerektiğini söylüyordu. Şah’ın petrol üretimini İsrail’den getireceği uzmanlar
yoluyla sürdürme fikrini öğrendiğinde yayımladığı fetvada, “İran’a gelerek
petrolü götürmek isterse onları dışarı çıkarmak ve hepsini öldürmek bütün
Müslümanlar üzerine farzdır. Onlar İslam’la savaş halindeler, Müslümanlarla
savaşmaktalar, biz onlara ulaşabilirsek köklerini kurutacağız. Bir İsrailli
İran’a ayak basacak olursa İran halkına onları ortadan kaldırmak farzdır.
İsrail mi geliyor? Halt ediyor!”, diyordu.[174]
Ayetullah
Humeyni Muhammed Rıza Şah’ı sıradanlaştıran, hatta aşağılayan ifadeler de
kullanıyordu. 1969’da Mescidi Aksa’nın bir Siyonist tarafından yakılmasının
ardından Şah’ı, Mescidi Aksa’yı İsrail’in suçlarını ve cinayetlerini örtmeye
çalışmak için tamir ettirmek ve topladığı paraların bir kısmını zimmetine
geçirmekle itham ediyordu.[175] Bir
konuşmasında, “İran bu utanç verici sülaleye giriftar olduğu müddetçe
özgürlük yüzü görmeyecektir.”, derken,
bir başkasında, “Bu herif İsrail’i bundan yirmi yıl önce resmi olarak
tanıdı… Ta ilk başından bu adam onların uşağıydı, sonraları kendisi de açıkladı.”,
diyordu. “kara kalpli kişi”, “hain adam bozması”, gibi tabirler
de Şah’ı tahkir etmek için kullandıkları arasındaydı.[176] Böylelikle,
tüm resmi unvanlarına rağmen Şah, saygın bir din adamı karşısında zelil bir
kişiye indirgeniyordu.
Muhammed Rıza
Şah’ın ulemanın etkisini yok etme siyaseti ise başarıya ulaşmamış, bilakis
Siyonist İsrail rejimi ile olan ilişkisi sebebiyle Şah ulema karşısında alan
kaybetmiş, meşruiyet temeli sarsılmış ve nihayetinde ülkeyi terk etmek zorunda
kalmıştı. “Biz Amerikalı danışmanları İran’dan kovacağız; ecnebi
müsteşarları kovacağız İran’dan… İsrailli ordu personeli ve şu halkın
arazilerini ellerinden alıp mahveden ve Müslümanların çıkarlarını bir çırpıda
götüren şu satılmışları İran’dan atacağız inşallah”, diyen Ayetullah
Humeyni’nin başarısından sonra Batılı bir televizyona verdiği son röportajda
Şah, “Humeyni gibi cahil birinin bütün bu planları yapabildiğini, bütün bu
organizasyonu ayarlayabildiğini mi düşünüyorsunuz? Ben bir kişinin bunu
yapamayacağını biliyorum. Bildiğim bu.”diyordu.[177] Ayetullah
Humeyni, kendi bakış açısıyla, Şah’ın merak ettiği tüm bu organizasyonun
sahibini de açıklıyordu: “Bu işi yapan da Allah Teâlâ’nın elidir elbette.”[178]
Bu ifadesiyle o, vazifesi dine hizmet olan Şah’ın sadakatsizliği sebebiyle,
tıpkı ahitlerine vefa etmeyen Yahudiler gibi Tanrı tarafından
cezalandırıldığını, meşruiyetinin elinden alınacağını ima ediyordu. Şah’ın
başarısızlığını ve yenilgisini birçok sebebe bağlamak mümkünse de, iktidarın
Siyonist rejim ile yakın ilişkisini halkın tasvip etmediği ve buna karşı çıkan
cenaha açık destek verdiği hilafsızdır. Tarihin bir cilvesi olarak, Yahudilerin
hamisi Kiros’un izini süren Şah, Siyonistlerle ilişkisine binaen sadece
şehinşah unvanını değil, iktidarını, halkını ve ülkesini de kaybetmiştir.
SONUÇ
Gerek kişilerin
ve gerekse toplumların kendi gerçekliklerini inşası kavramlar aracılığıyla
ilerleyen bir sürece tabidir. Kavramların içeriğinin değişmesi inşa edilen
gerçekliği de değiştirir. Kavramları hali hazırdaki anlamları ile kullanmayan,
böyle idrak etmeyen kişi ve toplumlar olayların ardındaki asıl sebepleri
idrakte güçlük çekeceklerdir ve bu da onları fail değil, meful kılacaktır. Bu
noktadan bakıldığında, İran İslam İnkılâbı lideri Ayetullah Humeyni, aynı
kelimeler üzerinde inşa edilen farklı anlam dünyalarının bir çatışma alanı
olarak Filistin’e yönelik tezini İran halkının duygu ve düşünce dünyası ile
buluşturmayı başarmış, kendi anlam dünyasının Hz. Muhammed ve imamlardan
tevarüs eden sahih çizginin ürünü olduğu yönünde toplumu kuşatan bir kabul
oluşturmuştur. Buna göre, bir Müslüman, Hz.Muhammed’e ve diğer peygamberlerin
masumiyetine inandığı gibi, Mekke kadar Kudüs’ün de kutsallığına ve Filistin’in
İslam’ın yurdu olduğuna inanmak zorundadır. Kudüs’ün kutsiyetini ihlal eden
Yahudi inancından sapmış Siyonistler bir sömürge projesidir ve onlarla ilişkili
her şeyle mücadele etmek sömürgeyle mücadele etmek anlamına gelmektedir. Diğer
taraftan, Siyonistlerle irtibatlı herkes de aslında sömürgecilerin
hizmetindedir ve İslam’a ihanet etmiştir. İhanet ise her kim olursa olsun
yönetim alanındaki meşruiyeti yok eden bir suçtur. Şah Muhammed Rıza Pehlevi,
Ayetullah Humeyni’nin bu bağlamda kendisine yönelttiği ithamlara halkı ve
ulemayı ikna edecek bir cevap verememiş, bu da süreçte meşruiyetini
kaybetmesine yol açan unsurlardan birine dönüşmüştür.
KAYNAKÇA
Abit YAŞAROĞLU, Yahudilik ve Siyonizm
Tarihi, İstanbul: Pınar Yayınları, 2013
Avlonyalı Ekrem Bey, Osmanlı
Arnavutluk’undan Anılar, Çev: Atilla Dirim, İstanbul: İletişim Yayınları, 2006
Cafer ABDÜRREZZAK, Müslümanlar ve
Filistin Meselesi, Çev: M. Murat Arısal, H. Uğur Polat, 2.Baskı, İstanbul:
Objektif Yayınları, 1992
Charles LİNDHOM, İslam Toplumlarında
Gelenek ve Değişim, Çev: N. Çelik, N. Durmuş, Ş. Sakarya, 1.Baskı, İstanbul: Elips Yayınları, 2004
Dücane CÜNDİOĞLU, Sözlü Kültür’den
Yazılı Kültür’e Anlamın Tarihi, İstanbul: Tibyan Yayınları, 1997
Edward SAİD, Şarkiyatçılık, Çev: Berna
Ülner, 7.Baskı, İstanbul: Metis Yayınları, 2013
Erol GÜNGÖR, Şahıslararası İhtilafların
Çözümünde Lisanın Rolü, İstanbul: Ötüken Yayınları, 1998
Ervand
Abrahamian, Modern İran Tarihi, Çev: Dilek Şendil, 1.Baskı, İstanbul: İş
Bankası Yayınları, 2009
Fahir ARMAOĞLU, 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi
-1914-1995-, 1.Baskı, İstanbul: Timaş Yayınları, 2014
Gene W. GARTHWATE, İran Tarihi/ Pers
İmparatorluğundan Günümüze, Çev: Fethi Aytuna, İstanbul: İnkılap Yayınları, 2011
Ghada Hashem TALHAMİ, Diplomacy of the
Kurdish territorial nation, International Journal of Contemporary Iraqi
Studies, Volume 7, Number 1
Hamit Bozarslan, Ortadoğu: Bir Şiddet
Tarihi, 3.Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2014
Henry KISSENGER, Diplomasi, Çev: İbrahim
H. Kurt, 6.Baskı, İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2007
Işıl Işık BOSTANCI, XIX.Yüzyılda
Filistin, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Tarih Anabilim Dali, Elazığ, 2006
İmam Humeyni Açısından Filistin, Çev:
Kadri Çelik, 1.Baskı, İstanbul: İhsan Yayınları, tarihsiz
Jaques ATTALI, 1492, Çev: Mehmet Ali
Kılıçbay, 2.Baskı, İstanbul: İmge Kitabevi, 1999
Nazgul SULTANOVA, İsrail’in Siyasi
Yapısındaki Rus Yahudilerinin Rolü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara
Üniversitesi Orta Doğu Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul, 2011
Nial FERGUSON, İmparatorluk
–Britanya’nın Modern Dünyayı Biçimlendirişi-, Çev: Nurettin Elhüseyni, 2.Baskı,
İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2013
Peter MANSFIELD, Ortadoğu Tarihi, çev: Ümit
Hüsrev Yolsal, İstanbul: Say Yayınları, 2012
Rabi Benjamin BLECH, Nedenleri ve
Niçinleriyle Yahudilik, Çev: Estreya Seval Vali, 2.Baskı, İstanbul: Gözlem
Yayıncılık, 2003
Roger GARAUDY, İlahi Mesajlar Toprağı
Filistin, Çev: Cemal Aydın, 1.Baskı, İstanbul: Türk Edebiyatı Vakfı, 2011
Roger GARAUDY, İsrail Mitler ve Terör, Çev:
Cemal Aydın, 7.Baskı, İstanbul: Pınar Yayınları, 2005
Roy MOTTAHEDEH, Peygamberin Hırkası
–İran’da Din ve Politika Bilgi ve Güç-, Çev: Ruşen Sezer, 1.Baskı, İstanbul:
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2003
Qyestein NORENG, Ham Güç –Petrol
Politikaları ve Pazarı-,Çev: Nurgül Durmuş, 1.Baskı, İstanbul: Elips Yayınları,
2004
Salime Leyla GÜRKAN, Ana Hatlarıyla
Yahudilik, İstanbul: İSAM Yayınları, 2014
S.D. GOITEN, Yahudiler ve Araplar
–Çağlar Boyu İlişkiler-, Çev: Nuh Arslantaş, Emine Buket Sağlam, 2.Baskı,
İstanbul: İz Yayıncılık, 2011
Simon Sebag MONTEFİORE, Kudüs –Bir
Şehrin Biyografisi-, Çev: Cem Demirkan, 1.Baskı, İstanbul: Pegasus Yayınları,
2016
Şahruh
AHAVİ, İran’da Din ve Siyaset – Pehlevi Devrinde Ulema Devlet İlişkileri-,
İstanbul: Yöneliş Yayınları, 1990
Tayyar ARI, Geçmişten Günümüze Orta Doğu,
Siyaset, Savaş ve Diplomasi, Bursa: Dora Yayınları, 2014
Yves LACOSTE, Büyük Oyunu Anlamak, Çev:
İsmet Akça, 1.Baskı, İstanbul: NTV Yayınları, 2007
İnternet kaynakları:
Richard HOLBROOKE,
Washington's Battle Over Israel's Birth, washingtonpost.com, 07.05.2008 (Erişim tarihi: 20.01.2017)
The Last Shah - Iran History - BBC Documentary (youtube.com) (Erişim tarihi: 25.01.2017)
[1] Erol GÜNGÖR, Şahıslararası
İhtilafların Çözümünde Lisanın Rolü, İstanbul : Ötüken Yayınları, 1998, s. 40
vd.
[2]a.mlf., s. 40 vd.
[3] Dücane CÜNDİOĞLU, Sözlü
Kültür’den Yazılı Kültür’e Anlamın Tarihi, İstanbul: Tibyan Yayınları, 1997,
s.15 vd.
[4] GÜNGÖR, Şahıslararası
İhtilafların Çözümünde Lisanın Rolü, s.91.
[5] Simon Sebag MONTEFİORE, Kudüs
–Bir Şehrin Biyografisi-, Çev: Cem Demirkan, İstanbul: Pegasus
Yayınları, 2016, Önsöz xx
[6] MONTEFİORE, Kudüs, s.20.
[7] a.mlf., s.433.
[8] Cafer ABDÜRREZZAK, Müslümanlar
ve Filistin Meselesi, Çev: M. Murat Arısal, H. Uğur Polat, 2.Baskı,
İstanbul: Objektif Yayınları, 1992, s.24-25.
[9] Roger GARAUDY, İlahi Mesajlar
Toprağı Filistin, Çev: Cemal Aydın, 1.Baskı, İstanbul:
Türk Edebiyatı
Vakfı, 2011, s.72-73.
[10] Rabi Benjamin
BLECH, Nedenleri ve Niçinleriyle Yahudilik, Çev: Estreya Seval Vali, 2.Baskı, İstanbul:
Gözlem Yayıncılık, ,2003, s.35.
[11] Abit YAŞAROĞLU, Yahudilik ve
Siyonizm Tarihi, İstanbul: Pınar Yayınları, 2013, s.16.
[12] GARAUDY, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin,
s.74.
[13] Roger GARAUDY, İsrail Mitler ve
Terör, Çev: Cemal Aydın, 7.Baskı, İstanbul: Pınar Yayınları, 2005, s.34.
[14] Salime Leyla
GÜRKAN, Ana Hatlarıyla Yahudilik, İstanbul: İSAM Yayınları, 2014, s.15.
[15] MONTEFİORE, Kudüs, s.6.
[16] GARAUDY, İlahi Mesajlar Toprağı
Filistin, s.63-64.
[17] BLECH, Nedenleri ve Niçinleriyle
Yahudilik, s.68.
[18] MONTEFİORE, Kudüs, Önsöz xxii
[19] a.mlf., s.3.
[20] a.mlf., s.152.
[21] GARAUDY, İlahi Mesajlar Toprağı
Filistin, s.94.
[22] MONTEFİORE, Kudüs, s.3.
[23] BLECH, Nedenleri ve Niçinleriyle
Yahudilik s.67-68.
[24] a.mlf., s.70.
[25] YAŞAROĞLU, Yahudilik ve Siyonizm
Tarihi s.38.
[26] GARAUDY, İlahi Mesajlar Toprağı
Filistin, s.66.
[27] GARAUDY, İlahi Mesajlar Toprağı
Filistin, s.198.
[28] MONTEFİORE, Kudüs, s.441.
[29] GARAUDY, İlahi Mesajlar Toprağı
Filistin, s.203.
[30] MONTEFİORE, Kudüs, Önsöz xxii
[31] GARAUDY, İsrail Mitler ve Terör,
s.18-19.
[32] GARAUDY, İlahi Mesajlar Toprağı
Filistin, s.289-290.
[33] GARAUDY, İlahi Mesajlar Toprağı
Filistin, s.286.
[34] İmam Humeyni Açısından Filistin,
1.Baskı , İstanbul,: İhsan Yayınları, tarihsiz, s.33-34.
[35] MONTEFİORE, Kudüs, Önsöz xxii
[36] a.mlf., s.501-502.
[37] a.mlf., s.188.
[38] a.mlf., s.210.
[39] a.mlf., s.341.
[40]ABDÜRREZZAK, Müslümanlar ve
Filistin Meselesi, s.60.
[41] İmam Humeyni Açısından Filistin,
s.138
[42]
S.D.
GOITEN, Yahudiler ve Araplar –Çağlar Boyu İlişkiler-, Çev:Nuh Arslantaş, Emine
Buket Sağlam, İz
Yayıncılık, 2.Baskı, İstanbul, 2011, s.23.
[43] MONTEFİORE, Kudüs , s.363.
[44] Edward SAİD, Şarkiyatçılık, Çev:
Berna Ülner, 7.Baskı İstanbul: Metis Yayınları, 2013, s.72.
[45] MONTEFİORE, Kudüs, s.358.
[46] a.mlf., s.362.
[47] GOITEN, Yahudiler ve Araplar, s.26.
[48] MONTEFİORE, Kudüs, s.338.
[49] a.mlf., s.405.
[50] Charles LİNDHOM, İslam
Toplumlarında Gelenek ve Değişim, Çev: N. Çelik, N. Durmuş, Ş. Sakarya,
1.Baskı, İstanbul: Elips Yayınları, 2004, s.26.
[51] Tayyar ARI, Geçmişten Günümüze
Orta Doğu, Siyaset, Savaş ve Diplomasi, Dora Yayınları, Bursa, 2014,
s.19.
[52] SAİD, Şarkiyatçılık, s.13.
[53] a.mlf., s.17.
[54] MONTEFİORE, Kudüs, s.314.
[55] SAİD, Şarkiyatçılık, s.52.
[56] MONTEFİORE, Kudüs, s.325.
[57] SAİD, Şarkiyatçılık, s.102.
[58] a.mlf., s.36.
[59] MONTEFİORE, Kudüs, Önsöz xxiv
[60] SAİD, Şarkiyatçılık, s. İv.
[62] Henry KISSENGER, Diplomasi, Çev:
İbrahim H. Kurt, 6.Baskı, İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2007, s.39.
[63] GARAUDY, İlahi Mesajlar Toprağı
Filistin, s.256.
[64] KISSENGER, Diplomasi, s.28.
[65] MONTEFİORE, Kudüs, s.336.
[66] SAİD, Şarkiyatçılık, s.110.
[67] Işıl Işık BOSTANCI, XIX. Yüzyılda
Filistin, Doktora Tezi, Fırat Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dali,
Elazığ, 2006, s.88.
[68] MONTEFİORE, Kudüs, s.280.
[69] Nazgul Sultanova, İsrail’in
Siyasi Yapısındaki Rus Yahudilerinin Rolü, Yüksek Lisans Tezi,
Marmara Üniversitesi Orta Doğu Araştırmaları
Enstitüsü, İstanbul, 2011, s.8.
[70] MONTEFİORE, Kudüs, s.378.
[71] GARAUDY, İlahi Mesajlar Toprağı
Filistin, s.279.
[72] GARAUDY, İsrail Mitler ve Terör,
s.18.
[73] MONTEFİORE, Kudüs, s.373.
[74] GARAUDY, İsrail Mitler ve Terör,
s.18-19 ve yine sömürgeci yöntem ve uygulamalar için s.173-187 arası
[75] GARAUDY, İlahi Mesajlar Toprağı
Filistin, s.286
[76] MONTEFİORE, Kudüs, Önsöz xxii
[77] Peter MANSFIELD, Ortadoğu
Tarihi, çev:Ümit Hüsrev Yolsal, İstanbul: Say Yayınları, 2012, s. 237
[78] MONTEFİORE, Kudüs, s.378
[79] Hamit BOZARSLAN, Ortadoğu: Bir
Şiddet Tarihi, 3.Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2014, s.82
[80] GARAUDY, İsrail Mitler ve Terör,
s.22.
[81] BOSTANCI, XIX. Yüzyılda Filistin,
s.158-159.
[82] YAŞAROĞLU, Yahudilik ve Siyonizm
Tarihi, s.49.
[83] MANSFIELD, Ortadoğu Tarihi, s.240.
[84] MONTEFİORE, Kudüs, s.329.
[85] MANSFIELD, Ortadoğu Tarihi, s.238.
[86] Avlonyalı Ekrem Bey, Osmanlı
Arnavutluk’undan Anılar, Çev: Atilla Dirim, İstanbul: İletişim Yayınları,
2006, s.134-135.
[87] BOSTANCI, XIX. Yüzyılda Filistin
s.93 ve yine s.103-104.
[88] Avlonyalı Ekrem Bey, Osmanlı
Arnavutluk’undan Anılar, s.135.
[89] MONTEFİORE, Kudüs, s.415.
[90] MANSFIELD, Ortadoğu Tarihi, s.242.
[91] Fahir ARMAOĞLU, 20.Yüzyıl Siyasi
Tarihi -1914-1995-, 1.Baskı, İstanbul: Timaş Yayınları, 2014, s.182.
[92] MONTEFİORE, Kudüs, s.430.
[93] a.mlf., s.379.
[94] GARAUDY, İlahi Mesajlar Toprağı
Filistin, s.269.
[95] MONTEFİORE, Kudüs, s.397.
[96] Nial FERGUSON, İmparatorluk
–Britanya’nın Modern Dünyayı Biçimlendirişi-, Çev: Nurettin Elhüseyni,
2.Baskı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları,
2013, s.295.
[97] MANSFIELD, Ortadoğu Tarihi, s.232.
[98] MONTEFİORE, Kudüs, s.405.
[99] MANSFIELD, Ortadoğu Tarihi, s.233.
[100] MONTEFİORE, Kudüs, s.427.
[101]
ARMAOĞLU, 20.Yüzyıl Siyasi
Tarihi, s.179.
[102] MANSFIELD, Ortadoğu Tarihi, s.226.
[103] a.mlf., s.256.
[104] MONTEFİORE, Kudüs, s.430.
[105]
ARMAOĞLU, 20.Yüzyıl Siyasi
Tarihi, s.186.
[106] MONTEFİORE, s.435.
[107] MANSFIELD, Ortadoğu Tarihi, s.295.
[108] MONTEFİORE, Kudüs, s.441.
[109]
Hamit BOZARSLAN, Ortadoğu,
s.64.
[110] MONTEFİORE, Kudüs, s.440.
[111] a.mlf., s.451-453.
[112] MANSFIELD, Ortadoğu Tarihi, s.298.
[113] MONTEFİORE, Kudüs, s.478.
[114] a.mlf., s.442-443.
[115] a.mlf., s.477.
[116]
BOZARSLAN, Ortadoğu: Bir
Şiddet Tarihi, s.81.
[117] Yves LACOSTE,
Büyük Oyunu Anlamak, Çev: İsmet Akça,
1.Baskı, İstanbul: NTV Yayınları, 2007, s.295.
[118] MONTEFİORE, Kudüs, s.477.
[119] Richard HOLBROOKE, Washington's Battle Over
Israel's Birth, washingtonpost.com, 07.05.2008 (Erişim
tarihi: 20.01.2017).
[120] MONTEFİORE, Kudüs, s.375.
[121] a.mlf., s.463.
[122]
BOZARSLAN, Ortadoğu: Bir
Şiddet Tarihi, s.82.
[123] MONTEFİORE, Kudüs, s.478.
[124]
ARMAOĞLU, 20.Yüzyıl Siyasi
Tarihi, s.438.
[125] MONTEFİORE, Kudüs, s.497.
[126] LACOSTE, Büyük Oyunu Anlamak, s.292.
[127] BLECH, Nedenleri ve Niçinleriyle
Yahudilik s.182.
[128] Qyestein
NORENG, Ham Güç –Petrol Politikaları ve Pazarı-, Elips Yayınları, İstanbul,
2004, s.14; Ayrıca,
Ayetullah İmam Humeyni bir konuşmasında, “İsrail, bu fesat tümörü daima
Amerika’nın üssü olagelmiştir.”,
diyordu (İmam Humeyni Açısından Filistin, s.159).
[129] NORENG, Ham Güç –Petrol
Politikaları ve Pazarı, s.17.
[130] İmam Humeyni
Açısından Filistin, s.56.
[131] ABDÜRREZZAK, Müslümanlar ve
Filistin Meselesi, s.26.
[132] ARI, Orta Doğu, s.21.
[133] ABDÜRREZZAK, Müslümanlar ve
Filistin Meselesi, s.73-74.
[134] KISSENGER, Diplomasi, s.529
[135]
BOZARSLAN, Ortadoğu: Bir
Şiddet Tarihi, s.67.
[136]
a.mlf., s.79.
[137] ABDÜRREZZAK, Müslümanlar ve
Filistin Meselesi, s.15.
[138] a.mlf., s.59.
[139] MANSFIELD, Ortadoğu Tarihi, s.455.
[140]
Roy MOTTAHEDEH, Peygamberin
Hırkası –İran’da Din ve Politika Bilgi ve Güç-, Çev: Ruşen Sezer,
1.Baskı, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları, 2003, s.172.
Yayınları, İstanbul, 2011, s.230- 232.
[142] a.mlf., s.11.
[143] Mazlum UYAR,
İran’da Modernleşme ve Din Adamları, İstanbul: Emre Yayınları, 2008, s.21.
[144] Mehmet EVKURAN, Sünni
Paradigmayı Anlamak, Ankara: Ankara
Okulu Yayınları, 2005, s.86.
[145]
Mazlum UYAR, Şii Ulemanın
Otoritesinin Temelleri, İstanbul: Kaknüs Yayınları, 2004, s.126.
[146] GARTHWATE, İran Tarihi, s.174.
[147] a.mlf., s.18.
[148]
BOZARSLAN, Ortadoğu: Bir
Şiddet Tarihi, s.113.
[149] GARTHWATE, İran Tarihi, s.231.
[150] Ghada Hashem
TALHAMİ, Diplomacy of the Kurdish territorial nation, International Journal of
Contemporary Iraqi Studies, Volume 7,
Number 1, s.27.
[151]
UYAR, İran’da Modernleşme
ve Din Adamları, s.171-172.
[152]
BOZARSLAN, Ortadoğu: Bir
Şiddet Tarihi, s.117.
[153] GARTHWATE, İran Tarihi, s.145.
[154] İmam Humeyni Açısından Filistin,
s.85.
[155]
Şahruh AHAVİ, İran’da Din
ve Siyaset – Pehlevi Devrinde Ulema Devlet İlişkileri-, İstanbul: Yöneliş
Yayınları, 1990, s.120.
[156] ABDÜRREZZAK, Müslümanlar ve
Filistin Meselesi, s.52-53 vd.
[157] a.mlf., s.77.
[158]
AHAVİ, İran’da Din ve
Siyaset, s.186.
[159] MOTTAHEDEH, Peygamberin Hırkası,
s.177.
[160] a.mlf., s.:49-50.
[161]
Ervand ABRAHAMİAN, Modern İran Tarihi, Çev: Dilek Şendil,
1.Baskı, İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2009,
s.100.
[162] a.mlf., s.73; Bu anlamıyla
Ayetullah Humeyni alimlerin tarafsız kalmamasını istiyordu. Bkz: AHAVİ, İran’da
Din ve Siyaset, s.199.
[163] ABDÜRREZZAK, Müslümanlar ve
Filistin Meselesi, s.134.
[164] a.mlf., s.79-80.
[165] İmam Humeyni Açısından Filistin,
s.39 vd.
[166]
ABRAHAMİAN, Modern İran Tarihi, s.204.
[167] İmam Humeyni Açısından Filistin,
s.56.
[168] a.mlf., s.74.
[169] ABDÜRREZZAK, Müslümanlar ve
Filistin Meselesi, s.127.
[170] İmam Humeyni Açısından Filistin
s.84-85.
[171] a.mlf., s.81.
[172] ABDÜRREZZAK, Müslümanlar ve
Filistin Meselesi, s.99.
[173] MANSFIELD, Ortadoğu Tarihi, s.401.
[174] İmam Humeyni Açısından Filistin,
s.31.
[175] a.mlf., s.56.
[176] a.mlf., s.:63-65.
[178] İmam Humeyni Açısından Filistin,
s.138-139.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder