Filistin'den Endülüs'e Kitlesel Yahudi
Göçü ve Yahudilerin Endülüs'teki Yaşantıları
The Mass Migration of Jews from
Palestine to Andalus and the Life of the Jews in Andalus
Birinci Yazar
Gürkan
BİÇEN
İkinci Yazar
Dr. Hüseyin Erkan BEDİRHANOĞLU
Yahudi halkının pek çok mistik öğeyi de barındıran
uzun ve efsanevi tarihi onları ana vatandan koparılan ve oraya dönebilme
ülküsünü kavmi ve dini bir kaideye dönüştüren bir ulus kılmıştır. Ne var ki
böylesi bir özleme rağmen Yahudilerin bulundukları ülkelere adapte olmayı
istemedikleri de söylenemez. Uygun şartlar altında Yahudiler, içinde
bulundukları topluma entegre olabilmenin de kaygısını taşımışlardır. Bu
anlamıyla onları sosyal ve siyasal yapının içinde kimi zaman belirgin kimi
zamansa perdeler arkasında görmek mümkündür. Endülüs, Roma sürgününü takiben
Yahudilerin yerleştikleri bölgelerden biridir. Endülüs'ün Hıristiyanların idaresinde
olduğu dönemde de Yahudi etkinliğine rastlansa da onların görünür hale
geldikleri ve topluma katkı sundukları asıl dönem Endülüs'ün Müslümanların
idaresi altında bulunduğu yüzyıllardır. Bu dönemde Yahudiler sosyal ve kültürel
hayatta olduğu kadar ticari hayatta da etkili olmuş ve bunun yanı sıra kısmen
siyasi hayatta da varlık göstermiştir. Yine Yahudilerin Hıristiyan Avrupa ile
Müslüman Endülüs arasındaki ilişkilerde diplomatik görevler üstlendikleri de
bilinmektedir. Hal böyle olmasa da Yahudilerin Endülüs'teki yaşantıları sis
altındaki varlıklar gibi belirsiz kılınmak istenmiş, tarihlerinin bu yönü
fazlaca ele alınmamıştır. Hâlbuki bugünün Avrupa'sı sadece Hıristiyan halkların
değil, Endülüslü Müslümanların ve Yahudilerin inşasına birlikte katkı sağladıkları
bir Avrupa'dır. Bir yönüyle, Yahudilerin Endülüs'teki varlıklarının göz ardı
edilmesi Avrupa'nın inşa sürecinin de tam olarak açıklanamaması demektir. Bu
ise en azından tarihin eksik bir anlatımıdır. Bu çalışma Filistin'den Endülüs'e
olan Yahudi göçünü ve onların gerek Hıristiyan gerekse Müslüman toplumdaki
yaşantılarını ve her iki topluma olan katkılarını incelemeyi amaçlamaktadır.
Anahtar Kelimeler: Yahudi,
Müslüman, Hıristiyan, Göç, Filistin, Endülüs
Giriş
Batı
Asya'daki Sami halklardan sayılan Yahudilerin etnik kökeni olan İbranilerin "süt
ve balın aktığı ülke" Filistin’e yerleşmelerinden önceki tarihlerine dair
kuvvetli bilgilere rastlanmaz (Durant, 1935: 299-302). Bilinen, onların da
büyük Arami göç dalgasının içinde oldukları ve topraksız kaldıklarıdır. Kimi kaynaklar onları eşkıyalık yapan ve
hatta şehirleri ele geçirmeye çalışan Habirularla ilişkilendirir (Graudy, 2011:
72-73). Yahudiler ise etnik kökenlerini yaklaşık 4 bin yıl evvel yaşayan ve
milattan önce 2200 civarında Filistin'e geldiğine inanılan bir kişiye, Hz.
İbrahim’e dayandırırlar (Blech, 2003: 35; Durant, 1935: 300-301). İbrahim’in bu
yolculuğunun basit yürüyüşün ötesinde bütün bir Yahudi tarihini kutsallaştırıcı
etkiye sahip olduğu düşünülür (Ballı ve Gökçe, 2021:60). Tevrat’a göre Hz.
Nuh’un oğlu Sam neslinden Mezopotamyalı bir göçmen olan Hz. İbrahim’in (Learsi,
1966: 3; Yaşaroğlu, 2013: 16) oğlu Hz.İshak ve ardından da Hz. Yakup, İbrani
halkının ataları kabul edilmiştir (Gürkan, 2014: 15; (Ballı ve Gökçe, 2021:62 ).
Böyle de olsa, Filistin’e yerleşmeyi başaran Yahudiler, düşmanlarına karşı
Araplarla yaptıkları ittifaklara rağmen M.Ö. 750’den itibaren Asurlular,
Babilliler, Persler, Makedonyalılar ve Romalılar tarafından bastırılmış,
bölünmüş ve dağıtılmıştır (Goiten, 2011: 21-22). Yahudi topraklarını zapt eden güçler onları
Asya, Küçük Asya, Afrika ve Avrupa’nın birçok bölgesine dağıtmıştır.
Yahudilerin bu sürgünlerle yerleştikleri bölgelerden birisi de İber
yarımadasıdır.
Baer'e
göre, her nerede olursa olsun, Yahudi diasporasının yerleşim hikâyesi kanıtlanmış
tarihi bilgilere değil efsanelere dayanır (Baer, 1978: 13). Endülüs'teki Yahudi
varlığı da bu belirsizlikten ari değildir. Kendilerine Sefaradlar/Sefardim
ismini veren ve Yahuda kabilelerinden birinden geldikleri hususunu öne çıkaran Yahudilerin
Endülüs'e gelişlerini Müslüman Arap fetihlerine bağlayanlar olduğu gibi bu
tarihi çok daha erken bir döneme, Roma'nın Tapınak'ı yıkışına ve hatta daha
öncesine, İlk Tapınak'ın yıkılışına dek götürenler de bulunmaktadır. Bununla
birlikte, Roma'nın Yahudilere yönelik bir sürgün politikasını 400'lü yıllarda
uyguladığı bilinmektedir. (Baer, 1978: 15-17).
Bazı İslami kaynaklarda ise Kral İşpan'ın Babil Kralı Nebûkadnesar’la beraber
Kudüs’ü M.Ö. 586’da ele geçirdiği ve ülkesine 100 bin Yahudi esirle döndüğüne
yer verilir (İlhan, 2006: 24).
Yarımadaya
yerleşmeye dair muhtelif anlatıların dışında, Yahudilerin İber yarımadasındaki
tarihlerini, ilki, Müslüman Arapların yarımadayı fethinden evvelki dönem;
ikincisi, Müslüman hâkimiyeti altında geçirilen dönem ve son olarak da
yarımadanın Hıristiyanlarca tekrar ele geçirildiği ve günümüze dek süren dönem
olmak üzere üç ana bölümde incelemek mümkündür. Bu dönemlerin her birinde
Yahudiler farklı imkân ve statülere bağlı olarak başka kavim ve güçlerin
egemenliği altında yaşamışlardır. Yahudilerin sayıca azınlığı temsil ediyor
oluşları hem bir dezavantaj hem de bir yönüyle avantajın kaynağı olmuştur.
Sayıca az olmaları sebebiyle Yahudiler kendi güçlerine dayalı bir eylemde
bulunamazken, sayıca baskın ama eğitimsiz egemen halklarla ilişkilerinde
eğitimli ve sadece yarımadada değil denizaşırı ülkelerde de organize olmaları
sebebiyle avantajlı bir konum elde etmişlerdir. Böylelikle onlar hem dışlanan
hem de istenen bir unsur olarak kabul görmüşlerdir.
Bu
çalışma ile Yahudilerin Müslüman Arap hâkimiyeti altındaki Endülüs'teki
varlıklarını incelemeyi, toplumsal hayattaki konumlarını ve gerek Endülüs
gerekse Avrupa tarihine muhtemel etkilerini tespit etmeyi amaçlamaktayız. Bu
amacı gerçekleştirebilmek için Yahudi tarihine dair temel kaynaklar ve bu
konuda yapılan çalışmalar değerlendirilecek ve konu detaylara boğulmaksızın ve
yine meseleye ışık tutacak kişi, mekân ve olaylar mümkün olduğunca ihmal
edilmeksizin ele alınacaktır.
Çalışmada
öncelikle İber yarımdasına Yahudi göçü / sürgünü incelenecek, ardından kısaca
Müslüman Araplardan evvel Yahudilerin durumu ele alınacak ve daha sonra
Müslümanlarla birlikte Endülüs olarak da anılan coğrafyanın ve dönemin içinde
Yahudi varlığının konumu araştırılacaktır. Bu yönüyle çalışmada
"Endülüs" ifadesi İber yarımadasını veya İspanya'yı değil bölgede
Müslüman Arapların hâkimiyeti altındaki coğrafya ve zaman dilimini ifade
edecektir.
Filistin'den
İber Yarımadasına Yahudi Göçü
Bugün Suriye, Lübnan, İsrail ve Filistin
topraklarını ifade etmek için kullanılan Levant'ın güneyinde yer alan topraklar
Yahudi dilindeki bir sıfattan türemiş haliyle Filistin olarak anılmaktadır. Filistin
kelimesi M.Ö. beşinci yüzyılın
ortalarında ilk kez coğrafi bir bölge için isim olarak kullanılmıştır (Abraham, J. B. & Gibson, S., 2007: 581).
Yahudilerin bu bölgeye yerleşmesini açıklamak üzere öne sürülen bir teoriye
göre, topraksız kalan Habirular
bölgedeki şehirlere saldırarak ele geçirmiş ve İsrail halkı da bunlarla
birlikte hareket etmiştir. Dini bakış açısıyla yapılan bir açıklama ise Hz.
Musa'nın, bir diğer adı İsrail olan Hz. Yakub’un on iki oğlunun soyundan gelen
on iki kabileyi Mısır’dan çıkarıp Sina’ya götürmesi ve burada Tanrı’dan
Tevrat’ı almasıyla Yahudilik'in başlaması ve akabinde Hz. Yuşa döneminde bölgeye
yerleşmiş olmaları şeklindedir (Learsi, 1966: 19- 40; Gürkan, 2014: 15;
Yaşaroğlu, 2013: 16) ). Bu anlatıda Tanrı, İsrail kavmini kölelikten kurtarmış
ve Kenan ülkesini onlara vermiştir ve böylelikle tarihte ilk kez tek tanrıcı
bir inanç sosyal kurtuluş hareketinin motor gücü olarak belirmiştir (Garaudy,
2011: 63-64). Hz. Davut, bölgeye yerleşen Yahudileri M. Ö. 1000'li yıllarda
birleştirmeyi başarmış ve başkenti Kudüs olan bir devlet inşa etmiştir (Learsi,
1966: 54-55). Krallığın en görkemli zamanı ise Hz. Davut’un oğlu Hz.
Süleyman’ın Kudüs’te Mabed’i inşa ettiği dönem olmuştur (Learsi, 1966: 63-64; Gürkan,
2014: 21; Mansoor, 1991: 3-7). Bununla birlikte yakın tarihli arkeolojik
araştırmalar Kitab-ı Mukaddes'te geçen, Hz. Süleyman'ın ülkesinin sınırlarının
"Fırat'ın ötesinden Mısır'a" ulaştığına dair ifadenin abartı
içerdiğini ve sonradan üretilen bir tasarım/tasavvur/imaj olduğunu ortaya koymaktadır
(Abramsky, S. &Sperling, S. D., 2007: 755; Malamat, 1985: 164).
Hz. Süleyman'ın ardından, M.Ö. 931’de
krallık, kuzeyde İsrail ve güneyde Yehuda olarak ikiye bölünür. Bu bölünmenin
ovada ve şehirlerde yaşayan kuzeyliler ile dağlarda yaşayan güneyliler arasında
sosyo-kültürel farktan kaynaklandığı düşünülmektedir (Learsi, 1966: 66; Garaudy,
2011: 83) Kuzeydeki İsrail krallığı
Asurlular tarafından işgal edilir ve halkı sürgüne gönderilir (Gürkan, 2014: 21).
Yahudi tarihinde önemli bir an olan Mabed’in yıkılışının dünya tarihi içinde
kayda değer görülmediğini, bunun Babil kralının kitabelerinde yer almadığını
ancak bu durumun Yahudiler için Tevrat’taki vaadin kaybı olduğunu ileri sürenler
vardır (Garaudy, 2011: 94). Yahudiler gerek bu sürgünü gerekse daha sonra
gelecek olan Babil ve Roma sürgünlerini Tanrı ile aralarındaki ahde sadakatte
zafiyet göstermelerine bağlarlar. Yahudilere göre tanrısal emrin hem Tanrı ile Yahudiler
hem de Yahudiler ile diğer insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen iki yönü
vardır. Tanrı, Kendisi’ne yapılan haksızlığı çabucak affederken, insanlara
yapılan haksızlığı kolayca affetmemektedir (Blech, 2003: 67-70). Nitekim puta
tapmanın cezası olduğuna inanılan Babil Sürgünü, Pers kralı Büyük Kiros'un (The
Cyrus the Great) bölgeye hakim olup Yahudilere geri dönme izni vermesine kadar
yaklaşık 70 yıl sürmüşken (Learsi, 1966: 108), insanlara haksızlık sebebiyle
yaşandığı düşünülen Roma Sürgünü halen devam etmektedir (Grayzel, 1968: 269; Gürkan,
2014: 24). Her ne olursa olsun, Yahudi ülkesinin kendilerini çevreleyen güçlü
devletlerce istila edilerek, Yahudilerin dünyanın dört bir yanına sürgün
edilmesi bir gerçektir. Sürgün bölgelerinden biri de Yahudilerin yaklaşık 1.200
yıllık varlıklarıyla, Filistin dahil, dünyanın herhangi bir yerinden çok daha
uzun süre yaşadıkları İber yarımadasıdır (Roth, 2002: 9).
Yahudilerin
İber yarımadasındaki varlıklarına dair açıklamalarda hem sürgünlerin hem de
sürgünlerden bağımsız olarak, bölgenin iklim, ulaşım, ticari gelişim gibi
açılardan cazip imkânlara sahip olmasının ve Filistin'e benzemesinin izlerini
bulmak mümkündür (Da Costa, 1851: 209). Bölgede kendilerini Sefardim olarak
anan ve Hz. Davut'un soyuna nispet eden kadim ailelerin yanında, atalarının I. Mabed’in yok edilmesinden sonra
İspanyollara esir düşerek buraya geldiklerini söyleyen aileler de bulunmaktadır
(Durant, 1950: 370). Yine İber yarımadasındaki Yahudilerin, Kudüs’ün ele
geçirilmesinde Babil Kralı Nebûkadnesar’la birlikte hareket eden İspan ve
Pirus'un esir aldığı Yehuda ve Bünyamin kabilesi mensupları olduğunu
belirtenlere de rastlanır (De Castro, 1851: 4-5). Bazı Yahudi araştırmaları
ise, İspanya'ya gelişlerini Hakimler Dönemi’ndeki (M.Ö.1125-1025) iç
karışıklıklar ve İsrail ile Yehuda krallıkları arasındaki savaşlarla ilişkilendirir
ancak bu ifadeleri tevsik edecek herhangi bir kanıt da mevcut olmadığından bu
anlatımların mitolojik özelliği dışında bir anlamı yoktur (Learsi, 1966: 243-244;
İlhan, 2006: 28). Yahudilerin İber
yarımadasındaki varlığını, İspanya’yı ticari kolonileri haline getiren Sami
ırkından gelen Fenikelilere yardımcı olmak ve hizmet etmek üzere gönderilen
Yahudiler yoluyla antik zamanlara dayandıranlar da vardır (Grayzel, 1968: 266).
Ziya Paşa'nın naklettiği bir başka görüşe göre, İspanya'daki Yahudilerin önemli
bir kısmı, Romalılar döneminden gelmektedir. Roma Kralı Hadrian Yahudilerin Filistin’deki
Bar Kohba isyanını M.S.135’te bastırarak, 50 bin Yahudi ailesini İspanya’ya
sürmüştür (Ziya Paşa, 1888: 497; Da Costa, 1851: 94). Bu sürgüne dair bir diğer
açıklama ise savaşı kaybeden Yahudilerin önce Roma'ya getirilmeleri ve daha
sonra bunların bir kısmının Sicilya üzerinden İspanya'ya geçmiş olmasıdır
(Grayzel, 1968: 266). Mansoor'a göre İspanya'daki ilk Yahudi yerleşimleri
300'lü yıllarda Roma tarafından gönderilenlerden oluşmaktaydı (Mansoor, 1991: 173).
Yine Roma'nın Yahudilere yönelik katliam ve sürgün politikasını 5.yüzyılda da
uyguladığı bilinmektedir (Baer, 1978: 15-17:
Durant, 1950: 347). Ne var ki Titus öncesini işaret eden anlatımlar da şüpheli
bulunmaktadır zira Hz. İsa'nın davetine denk gelen dönemde ve öncesinde İber
yarımadasında Yahudi varlığını doğrulayan bir kanıta rastlanmadığı söylenmektedir
(De Castro, 1851: 20-21). İber yarımadasına sürgünlerin diğer bir kısmı ise
Doğu Avrupa, yani Hazar kökenlidir. Bunların İbrahim, İshak ve Yakub’un
soyundan öte, Hun ve Macar kabileleriyle daha sıkı bağları bulunmaktadır
(İlhan, 2006: 28).
Yahudilerin
sayısı konusunda net bir bilgiye sahip değiliz. Bu konuda muhtelif öngörüler
mevcuttur. Yahudilik'in başlangıcını anlatan Kitab-ı Mukaddes, Hz. Yakub'un
ailesinden Mısır'a göçenlerin 70 kişi kadar olduğunu belirtirken, 430 yıl sonra
Hz. Musa ile birlikte Mısır'dan çıkan erkeklerin sayısının ise 600 bin olduğunu
kaydeder (DellaPergola, 2001: 3; Learsi, 1966: 19). Miladi 66-70 arasında
yaşanan ayaklanmanın ardından gelen Roma yıkımı ve sürgününden kısa bir süre
önce Yahudilerin sayısının 3 milyon civarında olduğundan bahsedilir (Learsi,
1966: 166). Yahudi kaynakları bu ayaklanma sürecinde sadece Kudüs'te katledilen
Yahudi sayısını 1.100.000 olarak işaret etmektedir. 65 yıl sonra başlayan Bar
Kobha ayaklanmasında ise 580.000 Yahudi'nin öldürüldüğü söylenmektedir (Da
Costa, 1851: 82- 94; Adams, 1887: 44). Roma
İmparatorluğu döneminde Yahudi nüfusun sekiz milyon olduğunu ve bunların büyük
kısmının diğer pagan dinlere geçerek asimile olduklarını ileri sürenler bulunsa
da (Roth, 2002: 7) bunlar abartılı rakamlar olmalıdır. Adams, 13.yüzyılın
sonlarında İspanya'daki Leon, Castile ve Murcia kentlerindeki toplam Yahudi
sayısının 2 milyon olarak tahmin edildiğini kaydeder (Adams, 1887: 176). Ne var
ki Yahudi Seyyah Benjamin de Tudela'nın seyahatnamesi üzerinde yapılan
analizler milattan sonra 12.yüzyılda dünyada bilinen Yahudi nüfusunun 974.000
ile 1.200.000 arasında olabileceğini ortaya koymaktadır. Bu nüfusun azami %18'i
Avrupa ve Kuzey Afrika'da yaşamaktadır (DellaPergola, 2001: 8). Jacques Attali'ye
göre, 15.yüzyıl sonunda dünya genelinde iki milyona ve Endülüs özelinde ise üç
yüz bine yakın Yahudi yaşamaktadır (Attali, 1999: 40). Endülüs'teki Yahudilerin
sayısının toplam nüfusun ancak yüzde yarımını oluşturabileceği düşünülmektedir
(Stillman, 1979: 54).
İslam'ın
Kuzey Afrika'da yayılışı sırasında hem daha evvelden var olan merkezi yerlerde
hem de Müslümanların gelişiyle önem kazanan yahut yeni kurulan yerleşimlerde
Müslümanlarla uyum içinde yaşayan Yahudi toplulukları görülür (Learsi, 1966: 243-244).
Yahudiler için cazip olan, bu sebeple daha evvel iskan ettikleri İber
yarımadasının Müslümanlarca fethi sırasında bölgedeki Yahudi nüfusun toplam
nüfusun %1'inden az olduğu, bu oranın şehirlerde % 6-10 civarında seyrettiği,
bazı önemli kentlerde ise % 15 ile 20 arasında olabileceği düşünülmektedir
(İlhan, 2006: 176). Sayılar arasındaki farklar ve bunun neden böyle
olabileceğine dair açıklamalar her ne olursa olsun, İber yarımadasında
istikrarın hüküm sürdüğü dönemlerde bölge Yahudi göçü alırken, istikrarın
bozulduğu dönemlerde Yahudilerin bölgeyi terk edişlerine yahut sürülüşlerine
tanık olunmuştur. Geniza belgelerinde Fustat’taki Yahudi cemaatinin dağıttığı
yardım cetvellerinde yer alan, ‘Endülüslü
genç’, ‘Endülüslü yetim’ veya ‘Endülüs’ten gelen adam’ ifadelerinden
bunların bir kısmının Yakın Doğu’ya ve Mısır’a gittiği anlaşılmaktadır (İlhan,
2006: 181-182)
İslam
Hâkimiyeti Öncesi Yahudilerin İber Yarımadasındaki Yaşantıları
Müslüman Arapların
Berberilerle birlikte Cebel-i Tarık'ı geçerek İber yarımadasında ilerleyişinden
evvel Yahudiler bölgenin sayıca az ancak dünyanın pek çok yeriyle olan
bağlantıları ve eğitimli olmaları sebebiyle etkin bir halkıydı. Yahudilerin
bölgeye yerleşmeye başladığı dönemde yerli halklar henüz pagan hayatı yaşamakta,
basit ziraat ve hayvancılık faaliyetleri ile geçinmekteydiler. İlk Yahudi
göçmenlerin tıpkı yerliler gibi tarımla uğraştıkları, arazi satın aldıkları,
zeytin, zeytinyağı, şarap ve benzeri ticari değeri yüksek ürünlere yöneldikleri
ve yine şehirlere yerleşen Yahudilerin ticaret ile uğraşıp mesleki bilgi ve
kabiliyet isteyen işleri yaptıkları görülmektedir (Grayzel, 1968: 271; Da
Costa, 1851: 163-164). Bu dönemde Yahudilerin denizaşırı bağlantıları Akdeniz
limanlarını dolaşan sayısız gemi ile büyük bir ticari ağın içinde yer
almalarını da sağlamıştır (Learsi, 1966: 244). Bu, sadece malların değil hassaten Slav bölgesinden olmak üzere
pek çok yerden toplanarak köleleştirilenlerin ticaretini de kapsayan bir ağdır.
Dönem itibariyle köle sahibi olmak ve köle ticareti toprağa bağlı işlerin
sürdürülebilmesi açısından önem arz ettiğinden bu durumun hem ekonomik hem
demografik neticeleri olmuştur (Grayzel, 1968: 277- 280).
Beşinci
yüzyılın başlarında İber yarımadası önce
Vandallar ve ardından Vizigotların istilasına uğrasa da bu ikisi Yahudilere
karşı kötü davranmaz. Yahudilerin nitelikli bir halk olması yönetimde önemli
yerler edinmelerini sağlarken, Yahudi askeri birlikleri ülkenin Franklara karşı
korunmasında Vizigotlara yardımcı olur. Yahudiler Vizigot yönetimi altında
mülklerini ve işlerini korumaya devam ederler (Grayzel, 1968: 272). Kendi
medeni hukuklarını tatbikte ve ibadetlerinde özgür bırakılırlar (Grayzel, 1968:
270). Paganlarla Yahudiler arasında evliliklere izin verilir ve bu durum
bölgedeki Yahudi nüfusun artmasını sağlar zira pagan bir kadın Yahudi erkekle
evlendiğinde Yahudi olmakta, Yahudi bir kadın pagan erkekle evlendiğinde ise
çocuklarını Yahudi olarak yetiştirmektedir (Grayzel, 1968: 267). Ne var ki yaklaşık
iki yüz yıl süren bu olumlu dönem Vizigot kralı Reccaded I'in Katolik inancına
geçmesi ile değişir. Böylece Hıristiyan Avrupa'nın diğer bölgelerinde görülen
Yahudi karşıtı kampanyalar İber yarımadasında da başlar (Durant, 1950: 349; De
Castro, 1851: 25). Bu durumun temelinde Hıristiyan din adamlarının Yahudilerin
Hz. İsa’yı öldürdüklerini düşünmeleri ve Yahudilerin faiz alıp köle ticareti
yapmalarını kötülük olarak telakki etmeleri yatmaktadır. Hıristiyan din
adamlarının Yahudilere baskı yapılması gerektiğini savunmaları İber
yarımadasındaki Yahudilerin toplumsal statülerine ve günlük hayatlarına da
yansır. Süreçte Kilise’nin sağlamlaşmaya başlamasıyla birlikte her şey Yahudilerin
aleyhine gelişir ve zamanla Yahudilerin kamu hizmetlerinde görev almaları,
Hıristiyanlarla evlenmeleri, hür yahut köle fark etmeksizin başkalarını Yahudi
dinine sokmaları, Hıristiyan köle bulundurmaları yasaklanır.Yine bu süreçte Yahudilerin
zaman zaman köleleştirildikleri, canlarını kurtarmak için prenslere ve
soylulara para ödedikleri, cemaat bireylerinin sözde ya da gerçek kabahatleri
yüzünden sık sık toplu cezalandırmaya maruz kaldıkları görülmektedir (Da Costa,
1851: 218-220; Yaşaroğlu, 2013: 36; Demirci, 2005: 42; İlhan, 2006: 124). Bir
süre sonra bunlara Hıristiyanlığa geçmek veya ülkeyi terk etmek arasında seçim
yapmak da eklenir. Yahudi çocuklar ailelerinden koparılarak Hıristiyan olarak
yetiştirilmek üzere manastırlara verilir. Hıristiyanlığa geçmeyenlerin
mallarına el konulurken, gizli Yahudi olanlar yakın takibe alınır (Grayzel,
1968: 272-273; Attali, 1999: 41). Vizigotların yaklaşık yüz yıl süren Yahudi
karşıtı kampanyası zirveye çıktığında, Kuzey Afrika'da belirgin bir güç haline
gelen Müslüman Araplar ve Berberiler, Tarık bin Ziyad komutasındaki 12 bin
kişilik bir kuvvetle yarımadaya ayak basar. 711 yılının Temmuz ayında
gerçekleşen savaş Vizigot hakimiyetinin sonunu getirir.
Endülüs'te
Yahudi Toplumunun Sosyo-Kültürel Yaşantısı
Yahudi
toplumunun kısa zaman içinde Endülüs olarak anılacak bölgeye gelen Müslüman
fatihlerini gönülden karşılayıp karşılamadıkları, onlara fetih sürecinde yardım
edip etmedikleri tartışma konusudur. Müslüman bir Berberi olan Tarık b. Ziyad’ı
buraya davet edenler arasında Yahudilerin de yer aldığı ve Müslümanlara
bölgenin durumu hakkında detaylı bilgiler sağladıkları söylenmektedir (Chejne,
1974: 116; De Castro, 1851: 41-42; Da Costa, 1851: 220). Ne var ki hem diğer
Yahudi ve Batılı hem de Arap kaynaklarında bu hususu doğrulayan bir bilgi
mevcut değildir (İlhan, 2006: 66). Her halükarda Müslümanların bölgeyi
hakimiyet altına almalarıyla çok sayıda Yahudi'nin Hıristiyan baskısıyla terk
etmek zorunda kaldıkları evlerine geri döndüğü kesindir (Durant, 1950: 371). Baskının
son bulduğu, Yahudilerin Musa'nın kanunlarına göre yaşamaya başladığı ve
bulundukları yerlerde sinagoglarını özgürce inşa ettikleri bu dönemde
bir şair, Endülüs'ü, bugünün Avrupalılarının "karanlık ve
barbarca" olarak tanımlamasının aksine, herkesin “kendi şarabını içip, incir ağacı altında
istirahat ederek” güven içinde yaşadığı bir ülke olarak tasvir eder.
Elbette tasvirdeki bu karşıtlıkta Hıristiyanların yönetici pozisyonunu
kaybetmesi ve Yahudilerin ayrımcılık yapılan bir toplumdan korunan bir toplum
statüsüne ulaşması gerçeği vardır (Menocal, 2002: 10- 85-86; De Castro, 1851: 54;
İlhan, 2006: 175).
Genel
olarak İslam'la karşılaşmalarının ve özelde Endülüs tecrübesinin Yahudi
tarihinde köklü değişiklikler yarattığı düşünülür (Mansoor, 1991: 179). Bu
kanaati paylaşan Yahudiler Endülüs'te geçirdikleri 900-1200 arasındaki yılları,“Bizim İspanyol-Yahudi-Müslüman altın
yıllarımız İspanyol-Yahudi mirasımıza ve Yahudi tarihimizin bütününe zenginlik
kazandırmıştır”, diyerek anar (Nahman, 1990) ve hem kendileri hem de diğer
insanlar için önemli hizmetlerde bulunup kazanımlar elde ettiklerine
inandıkları bu dönemi "Altın Çağ" olarak tanımlarlar (Mansoor, 1991: 183).
Bu dönemi 711'den sonraki 500 yıl olarak kabul edenler de vardır (Finkelstein,
1989: 13). Vizigotların baskısıyla topraklarını terk ederek Kuzey Afrika'ya
göçen Yahudilerin, Müslümanların bölgeye
hakim olmasının ardından tekrar ülkeye döndüğü bu dönemde Müslümanların
Yahudileri İslam'a kazandırma politikasının baskıya dayanmadığı görülür (Nahman,
1990; Grayzel, 1968: 290-292; Da Costa, 1851: 207). Bunun temelinde Hz.
Muhammed'in ashabını Yahudilerin dini hayatına karışmamak ve herhangi bir
şekilde onları rahatsız etmemek konusundaki ikazı yatmaktadır (Faruki, İ. R.
& Faruki L. L., 2014: 243). Bununla birlikte, Yahudilerin de Müslümanlara
bakışı ile paganlara bakışı arasında fark bulunmaktaydı. Buna göre, Yahudiler,
Yahudi olmayan birini anlatmak için yaygın olarak, “garip”,
“seyyah”, “dolaşan”
veya “yabancı” anlamına gelen “Ger”
kelimesini kullanıyorlardı ve şayet bu yabancı Yahudi toplumu içinde yaşayıp Nuh
kanunlarını kabul ediyorsa onu“Ger toşav”,
Nuh kanunlarını kabul etmeyen bir pagan ise
“akkum” olarak isimlendiriyorlardı. Kanunları, imtiyazları ve sınırlandırmaları
bilhassa Talmud’da geçen dürüst bir Ger toşav’ın öbür dünyada iyi bir mevki
edineceğine inanıyorlardı. Yahudi olmayan halkları ise “Goy” olarak anıyorlardı.
Kişiyi Ger toşav kılan ve
aslında her insanın uyması gereken kurallar Hz. Adem’den Hz. Nuh’a aktarılan “putperestlikten kaçınmak, küfürden
kaçınmak, zinadan özellikle akrabalar arası zinadan (ensesten) kaçınmak,
adaleti sağlayacak adalet kurumlarını oluşturmak ve bütün münasebetlerde adil
ve dürüst olmak, kan dökmemek, hırsızlık yapmamak ve canlı hayvandan et koparıp
yememek” olarak bilinen yedi temel ilkeyi ifade ediyordu. Buna göre
insanlar Yahudiler ve Nuhiler ile putperestler olarak tasnif ediliyordu. Yahudi
geleneğinde Hıristiyanlar ve Müslümanlar genellikle Nuhîler arasında sayılıyordu ve Ger
toşav yani yarı mühtedi olarak bir mühtedinin sahip olduğu haklardan
yararlanabiliyordu. Hatta rabbilere (Yahudi din adamları) göre,
Hıristiyanlık ve İslâm Yahudilik’in gayrimeşru çocuklarıydı. Bu açıdan
bakıldığında, Arap topraklarında yaşayan Yahudiler, Arapların putperest
olmadıklarını, onların tek bir Tanrı’ya inandıklarını ve ona ibadet ettiklerini
düşünüyorlardı (Göçmen, 2010: xı-xııı, s.8-9). Seferad Yahudileri özelinde ise
onlarla Müslümanların pek çok açıdan benzeştikleri görülüyordu zira Talmud
sadece bir ibadet ve dua kitabı değildi ve bu yönüyle hayatın her alanını düzenleyen
Kuran'a benzemekteydi (Durant, 1950: 360-364;
Da Costa, 1851: 138-139; Göçmen, 2010: 7). Ancak Yahudilikte eksik olan şey
kendilerinin egemen oldukları bir devlette emsal teşkil edebilecek bir dini plüralizm
tecrübesiydi. Bir başka ifadeyle Yahudiler azınlık oldukları ülkelerde dini
çoğulculuk adına bir anlam ifade ediyorlardı. Endülüs de böyleydi (Demirci,
2005: Önsöz).
Müslüman
idaresi altında Yahudiler Endülüs’ün hemen hemen her beldesini iskan etseler de
yoğunluklu olarak Kurtuba, Tuleytula, Beyyâne, Talabira, Medinet el-Ferec /
Vadi el-Hicara ve Madrid gibi önemli
kentlerde yaşadılar (İlhan, 2006: 204). Bu kentlerde Yahudiler genel olarak surların
içinde, şehrin yöneticisi ve karargâhının bulunduğu bölgede ve fakat ayrı
mahallelerde ikamet etmekteydi. O dönem için bu doğal bir durumdu ve
Müslümanlar Yahudi mahallesindeki komşularına kötülük atfetmezdi. Böylelikle
Yahudiler gettolaşmaktan uzak tutulmakta ve kentin asli bileşeni sayılmaktaydı
(Cohen, 2013: 197-198). Bunun yanında, Müslümanlar arasında yerleşen Yahudiler de
bulunmaktaydı. Zira fakihler, hem Müslümanların gayr-ı Müslim komşularına iyi
bir örnek olabilecekleri ve İslâm’ın güzelliklerini sergileyebilecekleri düşüncesi
hem de İslam hukukunun sultana gayrı Müslimler üzerinde mülkiyet anlamına
gelecek bir hakkı asla vermemesi sebebiyle, Yahudi ve Hıristiyanların Müslümanlar
arasında oturmalarına izin vermekteydi (Cohen, 2013: 95; İlhan, 2006: 61- 203-204). Buna binaen Müslümanların şehir
merkezlerindeki Yahudiler ve Hıristiyanlarla güçlü bir ilişkisi vardı ve
taraflar birbirlerine saygı göstermekteydi. Böylelikle birbirini tanıma ve
haklara riayet temelinde yükselen bir diyalog ortamı oluşmuştu (Roth. 2002: 9).
Müslüman, Yahudi ve Hıristiyanların birlikte yer aldığı münazara meclisleri
olağan hale gelmişti ve Endülüs'te bu üç dinin mensupları Bağdat ile rekabet
edebilecek düzeyde müreffeh ve müsamahakar bir şehir medeniyeti inşa etmişlerdi
(Attali, 1999: 36; İlhan, 2006: 168). "Dünyanın
süsü" olarak anılan, asimilasyondan ziyade entegrasyona ve müsamahaya
dayanan bu medeniyette dinler ve etnik kimlikler arasında yapılan evlilikler
temelde Müslümanların sayısını arttırmaya yarasa da, Endülüs toplumunu oluşturan unsurların
yakınlaşmasına hizmet etmişti (Menocal, 2002: 28- 33- 41- 67- 86-87; Stillman,
1979: 53).
11.
yüzyıl itibariyle Müslümanların idaresi altındaki Endülüs'te Yahudilerin
ekseriyetinin kiralık evlerde oturduğu, ev sahibi olanların henüz sayıca az
olduğu bilinmektedir (Ashtor, 1984: 59- 123-124). Bu evlerin çoğu tek katlıdır
ama fakir ailelerin birlikte oturduğu çok katlı binalara da rastlanmaktadır
(Ashtor, 1984: 66). Hıristiyan şehirlerinden farklı olarak, Müslüman şehirlerde
iş ve ikamet alanları da farklı bölgelerde konumlandırılmıştır. Hıristiyan
bölgelerde zeminde iş yeri ve bunun üzerinde iş sahibinin evi yer alırken,
Müslümanlar özel hayat ile iş hayatını ayrı alanlara taşımıştır (Ashtor, 1984: 62).
Bu mahallelerde Sinagog'u merkeze alan bir yerleşim düzeni bulunmaktadır.
Sinagog'un yakınında hamam ve diğer sosyo-kültürel yapılar yer almaktadır. Bu
yönüyle Müslüman ve Yahudi geleneğinin çok benzer olduğu görülür. Yine
Müslümanlarla Yahudileri birbirine Hıristiyanlara nazaran daha benzer kılan
dini ve kültürel kaideler de bulunmaktaydı. Aile merkezli toplum modeline sahip
olan Müslümanlar ve Yahudilerin öncelikle aile hukukları benzeşmekteydi.
Babanın etkin bir role sahip olduğu ailede bekarlık yadırganırken, erken yaş
evliliği ile çok eşliliğe cevaz verilmekteydi. Her iki toplumda da nişan ve
evlilik safahatı benzer şekilde işlemekteydi. Günlük hayata dair kurallar
açısından her iki toplum da yakın inançlara sahipti. Koşer (helal) olmayan leş
ve benzeri şeyleri yememek, şarap içmemek, günlük ve haftalık beden temizliği
kurallarına riayet etmek ve erkek çocukların sünnet edilmesi bunlar arasındaydı.
Kadınlar ibadethanelerde erkeklerden ayrı yerlerde veya erkeklerin arkasında
yer alırdı (Durant, 1950: 379-381; Ashtor, 1984: 65).
Aslında
tarım ehli sayılan ve ticareti Babil sürgünü sırasında Babillilerden öğrenmiş
bulunan Yahudiler (Mansoor, 1991: 18) zamanla tüccar bir millete dönüşmüş ve İslam’la
olan bağlantısı sayesinde Akdeniz ticaret ağı içinde kalan Endülüs'te,
Avrupa’nın belli başlı merkezlerini kucaklayan bir acente ağı yoluyla
uluslararası ticaretin hatırı sayılır bir kısmını kontrol eder hale gelmişlerdi
(Goody, 2012: 91- 130; Goiten, 2011: 141; Durant, 1950: 376). Ticaretin dışında
Yahudiler finans işleriyle de ilgilenmekteydi. Gerek İslam ve gerekse
Hıristiyanlık'ın kutsal kitapları faizle borç vermeyi yasakladığından,
Yahudiler bu işin önce aracısı ve sonra da sahibi haline gelmişlerdi (Durant,
1950: 377). Endülüs Yahudileri ticaret ve bankacılık faaliyetinin yanı sıra
terzilik, ciltçilik, iplikçilik, dokumacılık, kumaş boyacılığı, dericilik,
sağlık teknisyenliği (hacamat yapmak), seyyar satıcılık, sütçülük ve
ayakkabıcılık gibi muhtelif meslek ve alanlarda boy göstermişlerdir. Yine içki
üretimi de bunlardan biridir. Toprağın küçük parçalar halinde Müslümanlar,
Hıristiyanlar ve Yahudiler arasında taksim edilmesi suretiyle Yahudilerin zirai
faaliyetlere katılması da sağlanmıştı ancak zirai alanın insan gücüne dayanması
ve Yahudilerin köle kullanımlarındaki bazı kısıtlamalar sebebiyle Yahudiler
kırsal alandan ziyade şehirli hayatı ve meslekleri tercih etmiştir (Durant,
1950: 375). Müslümanlar, askeri ya da
bürokratik mesleklerin haricinde şehirli Yahudileri mesleki kısıtlamalara tabi
tutmamış olmakla birlikte, çeşitli nedenlerden dolayı, Yahudilerde bazı
meslekleri yeğlemek, bazılarından ise uzak durmak yönünde bir eğilim vardı.
Mahir oldukları ticarette Yahudiler Müslümanlarla birlikte tekel halindeydiler.
Endülüs'teki Yahudi tüccarların en iyi kar elde ettikleri ticari
faaliyetlerinin başında, Endülüs pazarındaki üçüncü önemli meta olan köle
ticareti geliyordu. Kuzey İspanya, diğer Avrupa, Slav ve Karadeniz
sahillerindeki ülkelerden satın aldıkları genç kız ile erkek çocuklarını
Endülüs pazarlarına sürüyorlardı. Öyle ki Frank (Avrupa), Galicia ve Sekalibe
asıllı kız ve erkeklerden müteşekkil köleler Endülüs’ün nişanelerinden biri
olmuştu. Yeryüzündeki hadımlaştırılmış her Sekalibe köle Yahudi tüccarlarca
hadımlaştırılarak pazara sürüldükleri Endülüs’ten gelirdi (Durant, 1950: 376; İlhan,
2006: 431-432- 447- 489-492).
Yahudiler
açısından çocukların eğitimi önemliydi ama bunun erkek ve kız çocuklar için
aynı anlama geldiği söylenemezdi. Eğitime altı yaşında başlanırdı ve Yahudi
erkek çocuklar okul hizmeti de veren sinagog veya özel hocaların evlerinde ders
alırken, kız çocuklar okula gitmezdi. Onların eğitiminden anneleri sorumlu
olurdu. Bu yönüyle kızların eğitimi yetersizdi ama dini eğitim açısından
düşünüldüğünde her ev bir sinagog, her okul bir Mabed ve her baba da bir din
adamı sayılırdı (Ashtor, 1984: 92-93; Durant, 1950: 381-382). Öğretmenlerin
parası, cemaat veya ebeveynlerce ödenirdi. Bununla birlikte, genelde Endülüs'ün
ve özelde Kurtuba'nın yüz binlerce kitaba sahip kütüphaneleri ile yüksekokul
seviyesindeki eğitim kurumları Müslümanlara olduğu kadar Yahudilere de hizmet
vermekteydi (Bebel, 1997: 127-128; Menocal, 2002: 33-35). Yahudilere göre bu
dönemde dini ve seküler eğitim birlikte verilmişti (Finkelstein, 1989: 15). Eğitimin
içeriği başta el-Farabi olmak üzere Mutezili ve diğer kelam okullarına mensup Müslüman
alimlerden alınan madde ve usullerle icra edilirdi ve bu yönüyle Avrupa'da en
güçlü Yahudi eğitimi Endülüs'teydi. Yahudi ritüelleri ve kuralları
kristalleşmiş ve kodifikasyon aşamasına gelmişti. Yine Endülüs İbrani araştırmaları açısından da tam bir merkez
halini almıştı (Durant, 1950: 372; İlhan, 2006: 332- 520; Ashtor, 1984: 45;
Mansoor, 1991: 198-199; Stillman, 1979: 40-41). Endülüs şehirlerinde Müslüman
ve Yahudi din adamları sadece dini meselelerle değil, bilim ve sanatla da
ilgilenirlerdi. Edebiyat ve hassaten şiir son derecede güçlüydü ve Yahudi
dilinin en seçkin ürünleri bu döneme aitti (Goody, 2012: 288- 320; Stillman,
1979: 53-58). Eğitim dili Arapçaydı ama hakim dil olan Arapçanın yanında neredeyse
bin yıl boyunca günlük hayattan uzak tutulduktan sonra Müslümanların
himayesiyle yeniden canlandırılan Hebrew de kullanılmaktaydı. Bu durum özel
mektuplarda olduğu kadar kimi zaman Yahudi mahkemelerinin kararlarında da
görülmekteydi (İlhan, 2006: 518-519; Ashtor 1984: 101-102).
Endülüs’te
Müslümanlarla kaynaşan Yahudiler çevrelerindeki güçlü İslâm medeniyeti ve Arap
kültüründen oldukça etkilendiler. Arapça sadece konuşmada değil düşünce
sahasında da büyük öneme sahipti. Bu dönemde sadece sıradan Yahudiler arasında
değil, İbni Gabrial örnekliğinde görüleceği üzere İbraniceyi bilmeyen ve bu
sebeple kendi dilinden ziyade eserlerini Arapça olarak kaleme alan, Araplar
gibi giyinen ve İslâm medeniyetinin kültürel kodlarını sahiplenen pek çok
Yahudi mütefekkir bulunmaktaydı. Bu dönemin Arapça yazan önde gelen Yahudi
simalarından İbn Meymun, daha sonra Thomas Aquinas’ı geniş ölçüde etkileyecek
olan, Yahudi inancının felsefi bir çözümlemesini sunmayı başarmıştı. Arap dili ve kültürünün etkisinin bir
neticesi olarak Yahudilerin bir kısmı ihtida etmişti. Bu şartlardaki Endülüs'te
sıradan bir Müslüman'la sıradan bir Yahudi arasındaki fark son derece azdı
(İlhan, 2006: 170- 271- 511; Goody, 2012: 327; Goiten, 2011: 67; Hodgson, 1995:
2- 350; Attali, 1999: 42; Ashtor, 1984: 7-8; Mansoor, 1991: 186-188).
Arapçaya
son derece vakıf ancak Batılı dilleri bilmeyen Endülüslü Hıristiyanlardan
farklı olarak, Yahudilerin çok dilli eğitimi ve Hıristiyan dünyasındaki hakim
dillere vukufiyetleri onları kültürün taşıyıcısı ve aktarıcısı olma açısından
da Müslümanlardan ve Hıristiyanlardan daha avantajlı konuma getirmişti (Roth,
2002: 19-20; Menocal, 2002: 66). Eski Yunandan Arapçaya aktarılan kitaplar Endülüs'te
Hebrew diline tercüme edilmiş ve daha sonra da Hebrew dilinden Latince ve diğer
dillere aktarılarak Avrupa'ya yayılmıştır. (Grayzel, 1968: 290-292; Mansoor,
1991: 185). Yahudiler üzerinden yapılan bu aktarım yoluyla Müslümanların Avrupa’nın
yazgısını hangi ölçüde şekillendirdiği tartışılsa ve Batı, kendi uygarlığının
genel olarak Doğu’dan özelde de İslam’dan ayrılması gerektiğini savunsa da Dante’nin
hocası Brunetto Latini örneğinde görüleceği üzere, Batılı aydınları etkileyen,
Yahudi tercümanlar vasıtasıyla tercüme edilerek Avrupa’nın dört bir yanına ilim
ve irfan dağıtan Arapça eserler Endülüs şehirlerinden geliyordu. İbni Rüşd ve
benzeri Müslüman alimlerin geliştirdikleri Yunan düşüncesinin yeni yorumları bu
yolla Batılı düşünürlere ulaşıyor ve Batı dilleri Arapçadan etkileniyordu. Yine
Yahudi düşüncesi de Yahudilik ve İslam olmak üzere iki temel kaynaktan
etkileniyordu. Tüm bunların yanında, Endülüs şehirlerinde tarım, sulama,
haritacılık ve astronomide geliştirilen yeni teknikler buradan Batı'ya
aktarılıyor ve Avrupa'nın tarihi yazgısını değiştiriyordu. Söz konusu dönem
itibariyle Yahudi toplumunun ulaştığı entelektüel seviyeyi sadece Müslümanlar
dengeleyebiliyordu. Hıristiyan ve pagan halklar ile Yahudiler arasında bu
anlamda bir uçurum bulunmaktaydı (Roberts, 2010: 174- 229; Goody, 2012: 280-
283- 351; Durant, 1950: 395- 402- 405; Finkelstein, 1989: 14).
Yahudilerin
Endülüs'teki ayrıcalıklı statülerinin bir göstergesi de mahkemelerdi. Endülüs
Yahudileri son derece güçlü ve organize mahkemeleriyle yargısal özerkliğe de
sahipti. Şehirlerde Yahudi toplumu tarafından seçilen üç, küçük yerlerde ise tek hakimden oluşan bu mahkemelerde
yargıçlar ticaret ve aile hukuku gibi alanlarda ve yine hakaret, iftira,
hırsızlık gibi suçlardan ölüm cezasını gerektiren suçlara kadar yargılama
yapabiliyor ve Yahudi hukukunu
uyguluyordu. Genelde suçlulara İslam hukukundakine benzer şekilde kırbaç ve
hapis cezası veriliyordu. Taraflardan birisi Yahudi bile olsa, Müslümanların
davalarının bu mahkemelerde görülmesi yasaktı. Yahudiler kendi aralarındaki
anlaşmazlıkların çözümünde Müslüman veya Yahudi mahkemesini tercih hakkına
sahiptiler ve Yahudiler Müslüman hakimlerin din farkı gözetmeksizin tarafsız
davrandıkları kanaatinde olduklarından pek çok ihtilafta Müslüman hakimlerin
dürüst karar vereceklerinden emindiler. Yahudi mahkemelerinde verilen
kararların infazından ise Yahudi cemaati sorumluydu. Bunun için Yahudilerin
kendilerine has cezaevleri mevcuttu. Cezaevleri Yahudi toplumunun kendi
içindeki egemenliğini ortaya koyan bir başka semboldü (Ashtor, 1984: 70- 81; İlhan,
2006: 194-195- 199).
Sahip
oldukları geniş özerklik sebebiyle Endülüs Yahudileri devlet içinde devlet veya
şehir içinde şehir olarak kabul edilebilirdi. Yahudileri, Romalıların kent
konseyleri uygulamasından aldıkları “Cemaat
Meclisi” (Vaad Hakahila) adı
verilen, İslâm öncesinden gelen ve bütün Yahudi cemaatlerinde görülen bir kurum
olan önemli bir idarî organ yönetirdi. Yahudilerin bulunduğu her şehirde kain
olan bu organın yedi kişiden müteşekkil üyeleri, Yahudi takvimi baz alınarak
bir yıllığına seçilirlerdi. Meclis’in başkanı cemaatin en yaşlısı arasından
seçilir, cemaatin sosyal ve ekonomik durumlarını gözetirdi (İlhan, 2006: 188).
Yahudi toplumunun işlerinin tedvini için gereken para cemaat içinde alınan
ve “Mauna” olarak isimlendirilen vergilerle
sağlanırdı. Kesilen hayvanlardan, içkilerden ve bazen mahkeme belgelerinden
alınan bu vergi Endülüs Yahudi cemaatinin asırlarca süren önemli bir gelir
kalemiydi. Hahamların, hezzanın, öğretmenlerin ve cemaat idaresinin
gözetimindeki eğitim ve öğretim birimleri mensuplarının maaşları buradan
karşılanırdı. Yargıçlar, mahkeme kâtipleri ve çalışanlarının maaşları için de
özel bir vergi tahsis edilirdi (İlhan, 2006: 196). Her şehirde bir Yahudi,
kendi cemaatine ait cizyeyi toplamak, bunları taksim etmek ve yönetime sunmakla
mükellef kılınırdı (İlhan, 2006: 70).
Endülüs'te
Yahudilerin ayrıcalıklı bir konumu olsa da istisnalar bir yana, onuncu yüzyıla
kadar devlet hiyerarşisinde onlara yer verilmemiştir. Yahudilerin yönetime
alınma süreci bilindiği kadarıyla, Arapça, İbranice, Latince, Rumca ve
İspanyolca dillerini bildiğinden kendisine diplomatik görevler tevdi edilen ve
dış ticaret sorumluluğuna getirilen, soyu Kudüs sürgünü Ezra ailesine dayanan
Hasdai ibn Shaprut ile başlamıştır. Bir yüz yıl sonra Melik Şah'ın veziri
olacak Nizamülmülk ile kıyaslanan Hasdai, Endülüs’te meydana gelen bilim, sanat
ve kültür alanındaki kalkınma kervanına Yahudileri sokmuş, Müslüman yönetici ve
zenginlerin âdetini uygulayarak Yahudi bilim ve sanat erbabını kendi sarayında
toplayıp destek vermiştir. Bu nedenle Yahudiler, bu dönemde başlayarak üç yüz
yıl boyunca devam eden kültürel gelişmeyi “Yahudi
kültürünün altın çağı” olarak nitelemişlerdir (Durant, 1950: 371-372;
Ashtor, 1984: 3; Mansoor, 1991: 267-269; Menocal, 2002: 79). Hasdai'nin
ardından, gayrı meşru bir servete sahip olmakla suçlanan Samuel Halevi ibn
Naghdela gelmektedir. Samuel 1027'de "Nagid" unvanı alarak
Yahudilerin başkanı seçilir. 1030'lu yıllarda ise maliye veziri olarak görev
alır. Samuel vezir unvanı alan ilk Yahudi'dir (Mansoor, 1991: 223-225). Samuel'in oğlu Joseph de onun izinden giderek
Yahudi toplumunun dini ve siyasi lideri ve yine Gırnata emiri Emir Badis'in
veziri olur. Kendisini Müslümanların kanunlarının üzerinde gören ve Emir Badis'in
zaaflarından istifade ederek emirliği kontrolü altına alan Joseph'in Müslümanların
mukaddesatını küçümsemesi 1066 yılında bir ayaklanmaya sebep olmuş ve bu olay
neticesinde dört bin civarı Yahudi öldürülerek, Yahudi cemaati topluca
cezalandırılmıştır (Durant, 1950: 372). Bunun sebebinin Joseph'in el-Meriyye’de
kendine ait bir krallık kurmak istemesi olduğu düşünülmektedir. Bir diğer örnek
ise İbn Azra ailesidir. Bu aileden gelen birçok Yahudi nesiller boyunca yüksek
mevkilere getirilmişlerdir. Tüm bu süreçte Müslümanların hizmetinde görev alan
Yahudilerin bir kısmı bildikleri yabancı diller sayesinde Endülüs’ün hem iç hem
de dış hadiselerine müteallik ilişkilerde diplomasi alanında boy
göstermişlerdir. Yahudilerin bazen kişi bazında değil bir heyet biçiminde
diplomatik alanda ortaya çıktıkları da vaki olmuştur. Yahudilerin sunduğu bu
diplomatik hizmetten hem Müslümanlar hem de Hıristiyan idareler istifade
etmiştir (İlhan, 2006: 135-136- 160). Ne var ki Müslümanlardan farklı olarak
Hıristiyan dünya Yahudilere olan bu ihtiyaçlarını Yahudiliğe öfke olarak
yansıtmıştır (Attali, 1999: 41).
Müslümanların
Endülüs'te kuvvetli bir hükümranlığa sahip olduğu dönemlerde Yahudi toplumu
sadık bir tebaa ve toplumsal bileşenken, emirliklerin zayıflamasıyla birlikte 11.
yüzyılda Kilise ve Katolik krallar öncülüğünde başlatılan ve Endülüs'ü tasfiye
edip İslamiyet’in Avrupa’daki uzun tarihine son vermeyi, Hıristiyan kıtayı bu “asalak”lardan arındırmayı amaçlayan
saldırılarda Hıristiyan krallıklarla birlikte hareket etmiştir (Attali, 1999: 36-37).
Yahudi "Altın Çağ"ının sonu anlamına gelen süreçteki bu tutumun Yahudi
toplumunun kendini koruma refleksinden kaynaklandığı düşünülmektedir (Mansoor,
1991: 293; İlhan, 2006: 152-153- 157-158). Yahudiler reconquest sürecinde
bu tutumlarının karşılığını krallıklarda yüksek düzeyli temsiliyet ile alsalar
da 1492'deki sürgünden ve ardından gelen engizisyon sürecinden kurtulamamıştır
(Neuman, 1942: 220). Süreci tetikleyen unsurlar her ne olursa olsun, Endülüs’ün
yıkılışı Yahudi cemaati için “Altın Çağ”ın sonu olmuştur. Kral Ferdinand 31
Mart 1492'de yayımladığı bir ferman ile dört ay içinde Yahudilerin tümünün
İspanya'dan ayrılmasını istemiştir (Finkelstein, 1989: 1- 7). Bu tarihten sonra
bir yüz yıl boyunca Endülüs Yahudilerinin gördüğü tek şey sürgün ve Engizisyon
Mahkemeleridir (Attali, 1999: 46).
Sonuç
Yahudilerin
İber yarımadasındaki 1.200 yıllık tarihleri içinde beş asırlık İslami Endülüs
dönemi birlikte yaşam tecrübesinin belki de doruk noktasını oluşturur. Bu
dönemde Yahudi toplumu dil, eğitim, kültür, sosyal hayat, hukuk, ekonomi başta
olmak üzere pek çok alanda ilerlemiş, Yahudiler dünyanın diğer bölgelerindeki
dindaşlarıyla kıyaslandığında müreffeh ve yarı özerk bir hayat sürmüşlerdir.
Yahudilerin geldiği bu aşama modern Avrupa'nın oluşmasına da büyük katkı
sağlamıştır zira Yahudi din adamları, tercümanlar, diplomatlar ve tacirler
eliyle Avrupa'ya aktarılan kaynaklar Avrupa'nın akılcı düşünceyle buluşmasını
sağlamış ve böylelikle Avrupa hayatın birçok alanında yeni bir atılım için
kendinde imkan ve cesaret bulabilmiştir. Yahudilerin "Altın Çağ"
olarak andıkları bu dönemin etkisi Yahudi bilincinde hala canlılığını
korumaktadır.
Yahudi
toplumu için Endülüs'ün bir diğer önemi kökenini Hz. İbrahim'e dayandıran üç
dinin ikincisinin bağlılarınca defalarca katliama maruz bırakılmalarına rağmen
üçüncüsünün, İslam'ın müntesiplerinin Yahudilerle nadiren cezalandırma diliyle
konuşmuş olmasıdır. Böylelikle Endülüs tümüyle çöktüğünde Engizisyon'dan
kurtulmak ve kimliklerini korumak isteyen Yahudilerin ana tercihi yine Müslüman
ülkeler olmuştur.
Bugün,
Aşkenaziler ile kıyaslandığında, Endülüs’ün Seferad Yahudilerinin torunlarının
etkisi yok denecek kadar azdır. Bu da Müslümanlarla Yahudiler arasında yeni bir
dilin oluşmasını zorlaştırmaktadır. Müslümanlar ile Yahudiler arasındaki
ilişkilerin Endülüs'ün barışçıl ve müsamahakar diline dönebilmesi için bu
tarihi tecrübenin iyi anlaşılarak değerlendirilmesi ve güncellenmesi
gerekmektedir.
KAYNAKÇA
Abraham, J. B. & Gibson, S. (2007). Palestine. In Encyclopaedia
Judaica Second Edition. (Cilt.15, ss. 581-582).
Abramsky, S.
&Sperling, S. D. (2007). Solomon. In Encyclopaedia Judaica Second
Edition. (Cilt.18, ss. 755-759).
Adams, H. C. (1887). The History of the Jews from the War with Rome to the Present Time. The Religious Tract Society.
Ashtor, E. (1984). The
Jews of Moslem Spain(Cilt 3). The Jewish Publication Society of America.
Attali, J. (1999).1492.
İmge Yayınları.
Baer,
Y. (1978).A History of the Jews in Christian Spain.The Jewish
Publication of America. (Cilt 1).
Ballı,
A. & Gökçe, A. F. (2021). Yahudi göçleri ve Yahudi kimliğinin oluşumu.
İletişim ve Diplomasi, (5), 57-80.
Beeri,
E. (2007). Amenities Communal. In Encyclopaedia Judaica Second Edition. (Cilt.2,
ss. 39-40).
Blech,R.B.(2003). Nedenleri
ve Niçinleriyle Yahudilik. Gözlem Yayıncılık.
Chejne, A. G. (1974). Muslim
Spain:Its History and Culture. The University of Minessota Press.
Cohen, M. R. (2013). Haç ve Hilal
Altında Ortaçağda Yahudiler. Köprü Kitapları.
Da Costa, I. (1851). Israel and
Gentiles. James Nisbet and Co.
De Castro, D. A. (1851). The History
of the Jews in Spain. John Deiton.
DellaPergola, S. (2001). Some
Fundamentals of Jewish Demographic History içinde. S. DellaPergola & J.
Even (Eds). Papers in Jewish Demography
1997. The Hebrew University. ss.11-33.
Demirci, K.
(2005).Yahudilik ve Dini Çoğulculuk.
Ayışığı Kitapları.
Durant, W. (1935). The Story of
Civilization I: Our Oriental Heritage. Simon and Schuster. (Cilt 1).
Durant, W. (1950). The Story of
Civilization IV: The Age of Faith. Simon and Schuster. (Cilt 4).
Faruki,İ.R.,
&FarukiL. L. (2014).İslam
Kültür Atlası. İnkılab Yayınları.
Finkelstein, N. H. (1989). The Other
1492 Jewish Settlement in the New World. Charles Scribner's Son.
Garaudy, R.
(2011).İlahi Mesajlar Toprağı Filistin.
Türk Edebiyatı Vakfı.
Garaudy, R.
(2005).İsrail Mitler ve Terör. Pınar Yayınları.
Goiten, Ş. D.
(2011).Yahudiler ve Araplar.
İz Yayıncılık.
Goody,J.(2012).
Tarih Hırsızlığı. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Göçmen, A.(2010).
Yahudi-Müslüman Diyalogunun İmkânı, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi).
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Ankara.
Grayzel, S. (1968). A History of the
Jews. The New American Library.
Gürkan, S. L.(2014).Ana
Hatlarıyla Yahudilik. İSAM Yayınları.
Hodgson,M.G.S.(1995)İslam’ın Serüveni. İz
Yayıncılık.
İlhan, S. (2006).Endülüs’te
Yahudiler.(Yayımlanmamış Doktora Tezi). Ankara
Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Ankara.
Learsi,
R. (1966). Israel: A History of the Jewish
People. The World Publishing Company.
Malamat,
A. (1985). The Monarchy of David and Solomon içinde. H. Shanks & B. Mazar
(Eds). Recent Archaeology in the Land of Israel.
Biblical Archaeology Society. ss.161-172
Mansoor,
M. (1991). Jewish History and Thought: An Introduction. KTAV Publishing
House.
Menocal,
M. R. (2002). The Ornament of the World. Little, Brown and Company.
Nahman,
B. J. (1990). The Nahmans of Gerona.http://www.nahman-genealogy.com/FAMHX9.htm
Neuman,
A. (1942). The Jews in Spain. The Jewish Publication Society of America.
(Cilt 2).
Roberts,J. M.
(2010).Avrupa Tarihi. İnkılap Yayınları.
Roth, N. (2002). Conversos,
Inquisition, and Expulsion of the Jews from Spain. The University of
Winconsin Press.
Stillman, N. A. (1979). The Jews of
Arab Lands:AHistory and Source Book. The Jewish Publication Society of
America.
Yaşaroğlu, A.
(2013).Yahudilik ve Siyonizm Tarihi.
Pınar Yayınları.
Ziya Paşa, A. (1888). Endülüs Tarihi.
Asr Kitabhanesi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder