Translate

17 Ekim 2007 Çarşamba

* BEKLENEN ADIM



Avrupa – Türkiye: Devamlılık İlişkisi

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Dahlab kararından sonra Türkiye Danıştay’ı bu kararın sonuç ve etkilerini bir adım ileri götürecek bir karara imza attı. Her iki dava da başörtüsü kullanan anaokulu öğretmenlerinin çevresinde şekillendiğinden kararların neredeyse birbirinin devamı olduğunu söylemek mümkündür.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Dahlab kararında başörtülü bir bayanın bu kıyafetiyle anaokulu öğretmenliği yapamayacağını hükme bağlayan iç hukuk kararının Sözleşme kapsamında bir hak ihlali oluşturmadığını deklare etmişti. Mahkeme, gerekçe olarak; küçük yaştaki çocukların anlam dünyalarının / algılarının bu kıyafetin işaret ettiği karşılığı tespit etmeye yeterli olamayacağını ve olası etkilenmenin onların bilinçli tercihleri ile gerçekleşmeyeceğini göstermişti.

Türkiye Danıştay’ı ise bir adım daha ileri giderek böyle bir bayanın iş hayatının dışındaki görüntüsünün de küçük yaştaki çocuklar üzerinde bir etki bırakacağını ileri sürmüştür. Danıştay’ın bu etkiyi “kötü örnek” olarak ifade etmesi ise kararın gerekçesinin ideolojik bir temele dayanmasından kaynaklanmaktadır.

Dahlab kararı ile Danıştay kararının temel farkı Müslüman bayanların yaşadıkları ülkelerde görülmektedir. Dahlab kararı kahir ekseriyeti Hıristiyanlardan oluşan bir ülke olan İsviçre’de yaşayan bir Müslüman bayanın çalışma hayatına dini inancı ile uyumlu bir halde iştiraki talebi üzerine verilmişken, Danıştay kararı ülkenin neredeyse tamamının Müslüman olduğu bir coğrafyada yaşayan Müslüman bir bayanın kimlik belgesinde yer alan fotoğrafının dini inancına uygun olmasının idari ve hukuki bir mesele haline gelmesi sebebiyle verilmiştir. Bir başka ifadeyle, Dahlab’ın Hıristiyan çocuklar üzerinde İslam dinine yönelik bir etki bırakma ihtimalinin ve bu yolla ailelerin eğitim hakkının, dini inançları ifade etme / yaşama hürriyetinin önüne geçirildiği bir durum ile dini inançları ifade ve yaşama hakkının her halükarda sınırlandırılmasına yönelik bir halin yaşandığı ama biri diğerinin devamı olan bir süreç olmuştur bu davalar.

Anayasa ve Skolastik Çağa Dönüş

1982 Anayasası, Cumhuriyet’in kurucularının ve seküler hayatı Anadolu insanına çıkar yol olarak gösterenlerin ifade ettikleri, “fikri hür”, “”vicdanı hür” nesillerin kendilerini ifade yollarının tümünü en başından, Başlangıç kısmında, kesmiştir. Bu Anayasa, fikrinizin ve vicdanınızın ne kadar “hür” olabileceğini açıkça bildirmiş, bu sınırların dışındaki hiçbir fikir ve vicdanın himaye görmeyeceğini ilan etmiştir.

Açık bir şekilde ideolojik tavır alışını, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerinin –ki bunlar ferdi ve içtimai zanların ürünüdürler- her şeyin mihenk noktası olduğunu gördüğümüz bu Anayasa, Anadolu insanını Aydınlanma Çağı’nın da gerisine, Skolastik Çağ’a atmayı denemiş ve bu yolda önemli mevziler de edinmiştir. Anadolu insanı bu Anayasa ile bir dogmanın esiri haline gelmiştir.

Gerek Danıştay’ın gerekse idare mahkemelerinin son yıllarda kararlarında sıklıkla zikrettikleri Anayasa’nın Başlangıç kısmı ve laiklik gibi değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddeleri dikkatle incelendiğinde, Anadolu’da hakim seküler algılayışın Anadolu insanının dine ilişkin algılarını bir bütün olarak ele aldığını ve dini işaretlerin tümünün siyasi sonuçlara sahip olduğunu düşündüğünü görmekteyiz. Bu düşünce ile hareket eden seküler sistemin, kendisi dışında yer alan hiçbir düşünce ve inanca, hiçbir siyasi harekete hayat hakkı tanımayacağı yönündeki deklarasyonuna uygun bir tavır sergilemesi yadırganacak bir şey olmamalıdır. Zira, bu zaten beklenen bir adımdır.

Asıl yadırganacak şey, vergi veren, askerlik yapan yani ülkenin ve devletin asli kurucuları olan insanların siyasi yaklaşımlarını dogmaların baskısından kurtarmak için ciddi bir çaba sarf etmemeleri olmalıdır.

Hiç yorum yok: