Translate

17 Ekim 2007 Çarşamba

* NE DEĞİŞTİ


Hafızayı beşer nisyan ile maluldür. Toplumsal hafıza dahi böyledir. Şayet günü geldiğinde hatırlatmak üzere birileri tarafından kayıt altına alınmadı, muhafaza edilmedi ise en yalın gerçekler bile eriyip gider içtimai hafızada. Hele bizim toplumumuz gibi bitmek bilmeyen gündem değişikliklerine ve medya taarruzuna maruz kalan toplumlarda daha bir zordur hakikati / vakıaları hatırlamak.

Yaklaşan seçimler sebebiyle, söz söyleme liyakatine sahip olanlar bugüne dek yapılanlara ve yapılması gerekenlere yönelik eleştiri ve taleplerini dillendiriyorlar şu sıralar. Bir kısmı, İslami hareket metodunda demokratik mücadele yöntemlerinin sorgulanması yönündeki usuli bir itirazı dile getirirken, demokratik mücadele yöntemlerine yeşil ışık yakan başkaları da bu yolu kullanan oluşumlar/organizasyonlar/partiler arasında yapılacak tercihin kıstaslarını belirlemeye çalışıyorlar. Her iki kesim de sözlerini kıymetli insanların açıklamaları ile delillendiriyor, diyebiliriz.

Anadolu Müslümanlarını demokratik yollarla temsil eden, iktidara taşıma gayreti gösteren en yaygın ve köklü oluşumun Milli Görüş olduğu konusunda bilmem fikir ayrılığı var mıdır? Uzun yıllar, İslam’ın bir cemiyette muhafazasını emrettiği 5 temel değere yönelik hatırlatma ve sahiplenme ile ideolojik görüşünü özetlemeye gayret eden bu hareketin siyasi alanda görünen yüzü sırasıyla Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi ve Saadet Partisi olmuştur. Bu partilerden Milli Nizam Partisi ve Refah Partisi “Laikliğe aykırı faaliyetler” ve yine Fazilet Partisi Refah Partisinin devamı olması sebebiyle Anayasa Mahkemesi tarafından, Milli Selamet Partisi ise 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi döneminde askerler (Milli Güvenlik Konseyi) tarafından diğer partilerle birlikte kapatılmıştır. Fazilet Partisinin kapatılması kararı Milli Görüş hareketini ikiye bölmüş, “Gelenekçiler” diye anılan bir grup Saadet Partisini kurmuş, “Yenilikçiler” diye adlandırılan diğer grup ise Ak Parti çatısı altında toplanmıştır.

Bilindiği üzere Türkiye’nin bu günlere gelişini hazırlayan süreç Refah Partisinin 1995 genel seçimlerinden birinci parti olarak çıkması ve Anayol Hükümet formülünün tutmaması ile başlamıştı. Devrin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den hükümet kurma görevini alan Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan yürüttüğü müzakereler sonucu Doğru Yol Partisi ile bir hükümet protokolü imzalamayı başarmıştı. Bu hükümet güvenoyunu, Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun, “Müslümanların iktidarına engel oldular dedirtmeyeceğiz” sözleriyle verdiği destek ile almıştı.

Müslümanların iktidarı böyle başlamıştı, demek ki! Refahyol hükümeti ile anılan Türkiye Cumhuriyeti’nin 54.Hükümeti her biri daha sonra takdir ve eleştirilere konu olmuş uygulamalara imza atmış, birçok başlangıç yapmıştı. Yadsınamaz şekilde görülen ekonomik canlanma ve hayat standardı yükselişine sebep kaynakların ülkenin geleceğinden o günlere kaydırılan imkanlar olduğu daha sonraki hükümetler ve politikacılarca sıklıkla dillendirilmiştir. Yine uluslararası alanda yaptığı çıkışlar yoğun eleştirilere konu olmuştur.

Refahyol hükümetinin düşürülmesi ve Refah Partisinin kapatılması ile noktalanan sürecin ardında ülke içindeki ve dışındaki Siyonist ve kapitalist çeteler olduğu yönündeki savunma partinin yönetim kadroları ve kanaat önderleri tarafından sıklıkla dile getirilmiştir. Bu hususun ispatı için kullanılan temel argümanlar ise Refahyol döneminde başlatılan “Havuz Sistemi” uygulaması ile D-8 Teşkilatı olmuştur. Bu savunmada halılık payı olsa da krizi yönetemeyen, ele geçen fırsatları kullanmayan “ev sahibinin” bu gidişte / evi terk edişte hiç mi suçu yoktur?

Sosyal bilimlerin süslü laflarını bir kenara bırakıp söyleyelim: Siyaset yönetmek için yapılır. Her yönetim de özünde bir ödülü ve riski barındırır. Ülkelerinin ve dünyanın gerçeklerini kavrayamayan ve mücadele araçlarını bu gerçeklere göre dizayn edemeyenlerin yönetimi ya temel insani ilkelerden ayrılmak ya da iktidarı terk etmekle neticelenir. Bu böyledir. Yönetimi becerememek ise yönetim kadroları açısından bir sorumluluk doğurur. Sahip olduğu ideolojinin doğruluğu ve güzelliğine bakılmaksızın, yönetime talip olup da bunu beceremeyen kadro gider. Yerine aynı ideolojiyi devam ettirecek/ettirebilecek ve fakat uygulamadaki hataları düzeltecek yenileri gelebileceği gibi ideolojiyi yeniden yapılandıracak kişiler de gelebilir. Bu ikisinin dışında; yönetimi beceremeyen ideoloji, yerini kendisini uzaklaştıran bambaşka bir ideolojiye de bırakabilir. Öyle ise hangi yolu/metodu kullanır olursa olsun, yönetime talip olanların siyasi ikbali ile izmihlali bir madalyonun iki yüzü gibidir. Yönetim noktasına taşınan bir politikacıdan beklenen, yönetmesidir.

Refahyol döneminde bir bakanlığın icraatlarını hatırlayarak yönetim kudreti ve başarısını kontrol edelim. Zihnimizde ve kayıtlarda neler kalmış :

Refahyol hükümetinde Adalet Bakanlığında Refah Partili bir bakan, İçişleri Bakanlığında ise Doğru Yol Partili bir bakan yer alıyordu. Bugün insaf sahibi her insanın teslim edeceği F Tipi Cezaevi gaddarlığı işte bu iki bakan döneminde ihaleye çıkarılıyordu. Yine bu bakanlar döneminde vuku bulan ölüm oruçlarında 12 kişinin ölümüne Adalet Bakanının “Açlık grevindekiler gizlice yemek yiyorlar” sözleri eşlik ediyordu. T.B.M.M’nin 23 Temmuz 1996 tarihli oturumunda gündem dışı söz alan adalet bakanının cezaevleri ve ölüm oruçlarına ilişkin anlayışının bu ölümlerin sebeplerinden birisi olduğunun inkarı mümkün müdür?
(http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_b_sd.birlesim_baslangic?P4=122&P5=B&page1=3&page2=3)

Refah Partisinin kapatılma davasını açan Vural Savaş’ın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına atanmasında dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e ricacı olarak giden kişinin de 54.hükümetin adalet bakanı olduğunu iddia ediyordu Fehmi Koru, Taha Kıvanç mahlasıyla kaleme aldığı bir yazısında.
(http://www.yenisafak.com.tr/arsiv/2003/ekim/02/tkivanc.html)

Yine aynı bakanın kendisine destek için gelen ve üyeleri hukukçulardan müteşekkil bir derneğin başkan ve üyelerini makam odasında aşağıladığını, nezaket kaidelerine asgari hadden olsun riayet etmeyi düşünmediğini, Yekta Güngör Özden’e gösterdiği “insani münasebetin gereği”ni kendi dava arkadaşlarına göstermediğini görüyorduk. (http://www.zaman.com.tr/webapp-tr/haber.do?haberno=152817)

Demokrasinin kuralları ile yönetmeyi kabul ve taahhüt edenler bu kurallar ile gelmeyi ve gitmeyi bilmelidirler. Bu sistemde yönetmeye talip olmak bir hak olduğu gibi yönetemeyenlerin bırakması da bir görevdir. Bunun için seçimden mağlup çıkan parti lideri ve kimi zaman yönetimi istifa eder, Avrupa’da. Zira kimse için sonsuza kadar açılmış bir kredi yoktur. Bu ancak bizim ülkemiz gibi ilkel bir demokrasi oyunu oynayan ülkelere has bir özelliktir. Siyasete girersiniz ve hiçbir bedel ödemeden, hiçbir özür dilemeden ölene kadar orada kalırsınız. Hatalarınız, yönetemeyişiniz hep başkalarının engellemesi sonucudur. Hep bir mazeret, hep bir kurtuluş beyinnesi vardır sizin için.

Güzel, yaldızlı sözler bize durduk yerde başarı getirmiyor. Siyonizm’e, istikbara karşı olmak tek başına yetmiyor. Kendinizi, toplumunuzu ve dahi düşmanlığınızı yönetmeyi bilemiyorsanız; kaybediyorsunuz. Yönetmeyi bilmeyen insanları ısrarla toplumun önüne sürüyorsanız aynı delikten ikinci kez sokulacaksınız demektir. İşte bu sebeple Milli Görüş’e ve liderine “Evet” dememiz seçimimize arz edilen kişilere de “Evet” diyeceğimiz anlamına gelmiyor.

Siyonizm’e hepimizden daha çok düşman olan ve her zaman için ne söyleyeceğini merak ettiğimiz bir insan şu an işbirlikçi ve korkak olarak yaftalanan bir partinin liderini “gerçekçi” olarak vasıflandırıyor. Öyle ise metoda itirazı olmayanların karar vermeden evvel “Ne değişti?” diye sormaları gerekiyor.
(http://www.dunyabulteni.net/news_detail.php?id=15457&uniq_id=1183149796)

Hiç yorum yok: