Translate

17 Ekim 2007 Çarşamba

* CEZA MUHAKEMELERİNDE ŞÜPHE KAVRAMI ÜZERİNE BİR DENEME


Ceza muhakemesine ilişkin süreç toplumsal barışı bozduğu kabul edilen bir fiilin işlenmiş olduğu yönündeki bir takım emarelerin belirmesi ile başlar. Suçüstü halinde uygulanan yakalama usulünün kanun koyucu tarafından da himaye edildiği göz önünde tutulduğunda, bu sürecin soruşturma makamlarının faaliyetlerinden evvel de başlayabileceğinin kabulü elzem hale gelir.

Fiilin varlığının, fiili işlediği yönünde bazı emareler olan kişinin gerçekten fail olup olmadığının, yine fiilin ceza hukuku açısından suç kabul edilip edilmediğinin, cezayı kaldıran hallerin ve sair hususlarla bunlara bağlanan sonuçların aydınlığa kavuşturulması amacıyla işletilecek olan muhakeme süreci ikmal edilmeden, zan altında bırakılan kişinin suçlu olarak ilan edilmesinden gerek günümüzde gerekse kadim hukuk kaynaklarında imtina edilmiştir.

Meri hukukumuz İslam Hukuku’ndan tevarüs eden bir gelenek ile suçun işlendiği yönünde oluşan emareleri “şüphe” kavramı ile tanımlama yoluna gitmiştir. “Tereddüt. Bir şeyin doğru olup olmadığına veya var olup olmadığına dair kat’i kanaat ve bilgi sahibi olmamak hali” anlamına gelen “şüphe” kelimesini ZUHAYLİ, bir hukuk terimi olarak, “Sabit olmadığı halde sabit bir şeye benzeyen” şeklinde tanımlar. Yine hukuki bir terim olarak “şüphe”yi “Yeterli ve tutarlı olmayan delil, gerekçe” şeklinde tarif eden GAZALİ’nin tarifin usulünde CUVEYNİ’yi izlediği anlaşılmaktadır. “Şüphe, suçun unsurlarının gerçekleşip gerekçeleşmediğinde veya ispat hususunda olabilir” diyen AKMAN’ın sözlerini de dikkate alarak, pozitif hukukun olayı açıklamaya yetse de, usule aykırı toplanan delilleri esasa mesnet kabul etmeyen yaklaşımını da birlikte değerlendirerek, şüphe kelimesini, “Fiili, faili ve hukuki neticeyi usule uygun şekilde toplanmış deliller ile tutarlı ve yeterli bir şekilde açıklayamama hali” olarak kavramsallaştırmanın mümkün olduğu sonucuna varabiliriz.

Şüphe kavramı üzerinde ısrarla durulmasının temelinde “masumiyet karinesi”ni bulabiliriz. Pozitif hukuktaki tüm ulusal ve ulusalüstü metinler ceza muhakemesini bu kaide üzerine bina etmişlerdir. Kamu adına bir kişiyi suçlamaya yetkili makamın “yasallık sistemi” (kamu davasının mecburiliği sistemi de diyebiliriz) içerisinde hareket etmek zorunda olduğu ülkelerde şüphe kavramı özel bir önem kazanır. Zira şüphe ile başlayan sürecin sonunda dava açmaya yeter derecede delil toplanması halinde kamu adına hareket eden görevli muhakemenin başlatılması için bir dava ikame etmek zorunda kalacaktır. Ülkemizdeki sistemin temeli de bu olmakla birlikte gerek CMK’da yer alan “uzlaşma” gerekse 5560 sayılı kanun ile CMK’ya dahil edilen “dava açmanın ertelenmesi” hükümleri karma bir sisteme geçildiğinin işaretlerini vermektedir. Hangi sistem uygulanırsa uygulansın esas olan adalet duygusunun kamu vicdanında tecellisinin sağlanmasıdır. Bu, suçluların cezalandırılması kadar masumların da toplum önünde temize çıkarılmasını zorunlu kılan bir haldir. Bu sebeple ceza adaletini sağlayan sistemin her aşamasının yasalara dayanması, toplum tarafından bilinmesi, kurumların ve işlevlerinin sabitliğinin garanti altına alınması ve muhakemeyi yapan makamların bağımsız, tarafsız ve adil olduğunun hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde ortaya konması gerekmektedir. Yine sistemin ölçülebilir, denetlenebilir bir yapıda olması ve makul bir sürede işlevini yerine getirmesi de elzemdir.

Suç, muhakeme ve ceza algılaması/anlayışı çerçevesinde şekillenen sistemin “şüphe” ile harekete geçtiği açıktır. “Şüphe”nin ortaya çıkmasıyla birlikte soruşturma makamlarının gerek resen gerekse talep doğrultusunda yapmaları gereken bazı işlemler vardır. Belirlenmesi gereken husus yapılacak işlem ile şüphe arasındaki ilişkinin doğrusallığıdır. Bir başka ifadeyle yapılacak işlemin şüphenin artan veya azalan derecesine uygun olması gerekliliğidir.

Anayasa’nın 19. , 20. ve 21.maddelerinde, anayasal düzeyde tanınan ve kanunlarla şekillendirilen bir kısım hakların kısıtlanabileceği ifade edilmiş, bunun için gerekli şartların çerçevesi de çizilmiştir. Anayasa’nın “kişi hürriyeti ve güvenliği”ni kısıtlayan “tutukluluk hali”ni düzenlerken, “suçluluğu hakkında kuvvetli belirti bulunan” ifadelerine yer vermesi soruşturma ve kovuşturma sürecinde yapılacak işlemlerde bir gösterge olmuştur. Yani, tutuklama için “kuvvetli belirti” aranacakken yakalama veya arama için bu düzeyin altında bir belirti kafi gelecektir. Zira tutuklama kişi hürriyeti ve güvenliğinin sınırlandırıldığı üst düzey hallerden birisidir.

YENİSEY “şüphe”yi derecelendirirken; “makul şüphe”, “umma”, “zehap”, “isnad”, “yeterli şüphe”, “kuvvetli şüphe” ifadelerine yer vermektedir. Bu derecelendirmenin Yargıtay tarafından da kullanıldığını görmekteyiz. YENİSEY’e göre makul şüphe, “Hayatın akışına göre somut olaylar karşısında genellikle duyulan şüphedir.” “Makul şüphe” daha ziyade arama işleminin yapılmasında gündeme gelmektedir. Aramanın yapılacağı zaman, yer ve ilgili kişinin davranışları, kolluk memurunun taşındığından şüphe ettiği eşyanın niteliği gibi sebepler göz önünde tutularak somut olayda ‘makul şüphe’ olup olmadığı, arama sırasında kolluk memuru tarafından, sonradan da hakim tarafından takdir edilecektir. Bu tanımlamadan YENİSEY’in “umma” ile “makul şüphe”yi eşanlamlı olarak kullandığını da anlamaktayız. Her somut olayın şartlarına göre belirlenecek de olsa, kolluk kuvvetlerinin “makul şüphe”nin takdirinde yapacakları hata, elde edilen delili “hukuka aykırı delil” statüsüne düşürebilecektir.

Makul şüphenin bir dava ikamesi için yeterli olmadığını ifade eden YENİSEY bunun için “yeterli şüphe”nin var olması gerektiğini söylemektedir. Vakıa, Ceza Muhakemeleri Kanunu da, “Soruşturma evresi sonunda toplanan deliller, suçun işlendiği hususunda yeterli şüphe oluşturuyorsa; Cumhuriyet savcısı, bir iddianame düzenler.” hükmünü vaz’ etmekle bu görüşe destek vermektedir. Buna rağmen “yeterli şüphe” ifadesinden anlaşılan şey her ülke için aynı değildir. Uygulanan sisteme ve toplumsal algılayışa göre bu ifadenin karşılığı değişiklik göstermektedir. Bu cümleden olmak üzere, toplanan delillerin şüphelinin mahkumiyetine yeteceği %90 ihtimalle beliriyorsa bu düzeyde bir şüphe “yeterli şüphe”dir diyen Alman ekolünün yanında bu oranı %50 olarak telaffuz eden İngiliz ekolünü de görmekteyiz. Japonya’da ise bu oran %99 ile ifade edilmektedir.

Şüphe üzerine yapılan bu derecelendirmede üst noktayı “kuvvetli şüphe” oluşturmaktadır ki biz bunu “tutukluluk hali”ne ilişkin verilecek karar ile bir gösterge olarak tanımlamıştık. Dava ikamesinden ayrı olarak suçun niteliğine göre hürriyeti kısıtlayıcı bir tedbirin de uygulanma ihtimaline binaen adli makamların arayacağı oranın %90’ın da üzerinde olması gerektiği doktrinde kabul görmüş haldedir. Bu oranların açılan dava sayısı ile verilen mahkumiyet sayısının kıyaslanması ile kolaylıkla kontrol edilebileceği izahtan varestedir. Dava sayısı ve mahkumiyet kararı oranı %50’yi geçmiyorsa davaların en azından “yeterli şüphe” olmadan açıldığının kabul edilmesi elzem hale gelmektedir.

“Şüphe”nin ispat vasıtaları sebebiyle de oluşabileceğini göz önünde tuttuğumuzda, gerek kolluk kuvvetlerinin ve iddia makamının soruşturma aşamasında ve gerekse mahkemenin kovuşturma aşamasında muhakemeye dahil edeceği delilleri toplama şeklinin de usul ve yasalara uygun olması gerektiğini söyleyebiliriz. Ülkemizde, muhakeme aşamasında hangi delilin geçerli olacağını / kullanılacağını düzenleyen ve davayı karar verecek hakim veya mahkeme önüne kullanım kabiliyeti bir evvelki aşamada denetlenmiş deliller ile arz eden bir sistem olmadığından, toplanan deliller kül halinde dava dosyasına konulmakta, usule aykırı toplanmış dahi olsa olayı açıklayıcı deliller mahkemenin vicdani kanaatine etki etmekte ve nihayetinde anayasal ve yasal düzeyde korunmuş da olsa bir kısım haklar ihlal edilebilmektedir.

Adaletin ve suç oluşturan bir fiil sebebiyle bozulan toplumsal barışın tesisi için yapılan muhakeme nihayetinde, varolan bir şüpheye rağmen verilecek mahkumiyet kararı belki suçun mağdurlarını bir nebze teskin edecektir ama, haksız bir mahkumiyet, doğrudan adalet sistemine yönelik bir güvensizlik doğurarak yeni bir toplumsal kaosun tohumlarını atacaktır.

Muhakeme usulü bellidir ve Hakim Manyo örneğine ihtiyaç yoktur.

Hiç yorum yok: