Translate

17 Ekim 2007 Çarşamba

* YENİ BİR SINIFIN OLUŞUMUNDA ORDU YARDIMLAŞMA KANUNU


Kendisine pazarlardan haraç alma teklifini getiren kişiye Osman Gazi’nin hayretle, “Biz bir şey mi getirdik, aldık ve sattık ki onlardan para alalım” dediği ve muhatabının da ona bunun eski bir “Sultanlar Töresi” olduğunu söylemekle mukabele ettiği anlatılır. Pazarda mal satmayı başarandan bir miktar haraç alınmasına rıza gösteren Osman Gazi’nin pazarın güvenliğini üstlendiği ve güvenliğin finansmanını da pazarın iştirakçilerine yüklediği varsayılabilir. Asayişin temini ve güvenli bir ticaret ortamının varlığı çok zaman tacirlerin bu tür bir haracı itirazsız ödemelerini sağlamıştır. Malların üretimi, dağıtımı ve değişiminde sağlanan garantiler karşılığında alınan bu haraç süreç içinde devletin silahlı kuvvetlerinin emniyeti sağlamanın dışında bir alana kaymasının da önüne geçmiştir. Bir başka deyişle, asker hep asker kalmıştır.

Bu noktadan baktığımızda, modern Türkiye tarihinin kırılma noktalarından birisi askeri yapılanmanın ticari hayata, pazara her anlamıyla girmesine imkân veren düzenlemelerin kabul edilmesiyle başlamıştır, diyebiliriz. Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal yollarla işbaşına gelen meşru hükümetine karşı gerçekleştirilen 1960 askeri müdahalesi ordunun Anadolu pazarına ticari bir aktör olarak girmesinin de kapılarını açmıştır. Bu askeri müdahalenin üzerinden geçen yaklaşık 50 yıllık zaman Anadolu topraklarında çift görünümlü bir sosyal sınıfın zuhurunu sağlamıştır. İşte bu sebeple 1960 askeri müdahalesinin en önemli sonucunun çift görünümlü bu sınıfın tezahürü olduğunu söyleyebiliriz.

Şehirleşme oranının %30’larda seyrettiği o yıllarda Anadolu’daki tabloda tarıma dayalı bir ekonomi, devlet iktisadi teşekkülleri ve zayıf bir özel sermaye yer almaktaydı. Bu dönemde devletin idari işlerini yürüten memurlar tüm imtiyazlarına rağmen yine de bir memur hayatı sürdürmekteydiler. Askeri yapılanma da yaklaşık olarak bu şeklide görünüyordu. Pazardan, üretim ve ticaretten alınan paylarla oluşturulan bütçenin harcama kalemlerinin imtiyazlı bir bölümü ayrılsa da, bu gelir askeri ve sivil bürokrasinin gündelik iaşelerinin ana kaynağıydı. Ancak, İkinci Dünya Savaşını takiben başlayan ve bir yönüyle de kamu iktisadi kuruluşlarının filizlenmesiyle ilerleyen süreçte sivil bürokrasi ekonomik kaynakların dağıtımı yoluyla siyaset üzerinde daha fazla etkinlik kazanmaya başladı. Artan nüfus, ulaşım ve iletişimdeki görece ilerleme ve yüz göstermeye başlayan iç göç siyasi hayata yeni ancak ekonomik olarak sivil bürokrasiye bağımlı bir kitlenin katılımını sağlıyordu. 1960’a gelindiğinde askeri bürokrasi karşısında daha fazla imkâna sahip bir sivil bürokrasi görüyorduk.

Ordu Yardımlaşma Kanunu’nun bu şartlar altında, askeri bürokrasinin kendi ekonomik kaynaklarını oluşturma ve kendi sosyal sınıfını bununla idame ettirme ve sivil bürokrasi karşısında erozyona uğrayan gücünü geri kazanma gayreti ile kabul edildiğini söylemek mümkündür. Kanunun kabul tarihi olan 3 Ocak 1961’e başkaca hiçbir şey eklemesek dahi bu tarih tek başına Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi atmosferi açıklamaya yetmektedir. Mezkûr kanun ile Türk Silahlı Kuvvetleri hem sermaye toplama hem de toplanan sermayeyi değerlendirmede muazzam imtiyazlara sahip olmuştur. Örneklendirecek olursak, kurumun gelir kalemleri kanunun 18.maddesinde şöyle sıralanmıştır:

a) (Değişik: KHK/499 - 9.8.1993) Muvazzaf subay, sözleşmeli subay ve astsubayların maaşları tutarından her ay kesilecek % 10'lar,
b) Millî Savunma Bakanlığı ve Jandarma Genel kumandanlığı teşkilâtında çalışan maaşlı ve ücretli sivil memur ve müstahdemlerin Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanununa göre emekliliklerine esas olan maaş ve ücretleri tutarından her ay kesilecek % 10'lar;
c) Ordu Yardımlaşma Kurumunun veya bu Kurumun % 50 sermayesinden fazlasına sahip olacağı veya iştirak edeceği şirketlerde çalışan ve Kurumda daimî üye olmayı kabul eden bilûmum maaşlı ve ücretli sivil memur ve müstahdemlerin maaşları tutarında kesileceği % 10'lar;
d) Yedek subayların her ay maaşları tutarı üzerinden kesilecek % 5'ler;
e) Kurum mevcutlarının işletilmesinden elde edilecek gelirler;
f) Hakikî ve hükmi şahıslar tarafından yapılacak her türlü nakdi ve aynî menkul ve gayrimenkul bağışlar.

Görüldüğü üzere kanun, asker veya sivil kişi ayrımı yapmaksızın Türk Silahlı Kuvvetleri ve Milli Savunma Bakanlığı ile bir şekilde ilişkili hemen herkesin almakta oldukları maaşlar üzerinde bir kesinti hakkı tanımıştır. Öyle ki, ordu kademelerinde yer alacakları süre son derece sınırlı olan yedek subaylar ve ticari faaliyetleri sebebiyle kurumla ilişkili hale gelen kuruluşların müstahdemleri dahi bundan muaf tutulmamıştır. Sosyal yardımlaşma alanında faaliyet gösterecek bir kurum için bunun normal olduğu söylenebilirse de, sermayenin değerlendirilmesini ticari hayatın gereklerinden, serbest rekabetten ve özel teşebbüsün hareket alanından farklı uygulamalara tabi kılan 35.madde, askeri bürokrasi tarafından kontrol edilen sermayenin ve ticari faaliyet sahasının geometrik olarak büyümesini sağlamıştır. 35.maddede yer alan;

Kurumun muafiyetleri aşağıdadır:
a) Kurum, Kurumlar Vergisine tabi değildir.
b) Kuruma yapılacak bağışlar, Kurumunun ne nam altında olursa olsun, üyelerine veya kanuni mirasçılarına yapacağı yardımlar Veraset ve İntikâl Vergisiyle Gelir Vergisinden,
c) Kurum, yapacağı her türlü muameleler dolayısıyla Damga Resminden,
d) Daimi ve geçici üyelerinden yapılacak aidat tevkifatı Gelir Vergisinden,
e) Kurumun her türlü gelirleri Gider Vergisinden, Muaftır.
ifadelerinden açıkça anlaşılacağı üzere askeri bürokrasi ticari hayata hiçbir riski olmayan bir sermaye toplama yöntemiyle başladığı gibi ticari hayatı hiçbir sorumluluğu olmayan bir yöntemle de devam ettirme hakkına sahip olmuştur.

Bu yasal düzenleme Osmanlı Devletinden tevarüs eden sosyal sınıflar arasından birini iki yönlü bir hale getirmiştir. Açıkça anlaşılacağı üzere toplumun askeri hizmetlerini ifa eden sosyal tabakası Avrupa burjuvazisinin geçirdiği süreci anımsatan bir yolla, merkezden bağımsız ticari faaliyet yürütebilme yoluyla, asker-tacir şekline bürünmüştür. Ticari faaliyetlerin çeşitlenmesi ile gelir kalemleri ve miktarlarının artması günlük hayatını toplumun diğer kesimlerinden farklı bir şekilde yaşamaya başlayan bu yeni sınıfın kendi kendini finanse eden, sosyal ihtiyaçlarını kendi sınıfı içerisinde gidermeye yönelen, toplumun diğerler katmanları ile en az düzeyde bir ilişkiyi öngören bir yapıya evirilmesine yol açmıştır. İnkârı mümkün olmayacak şekilde bilinmektedir ki, makul bir güvenlik ve esenlik gerekçesi olmaksızın askeri-tacir sınıfın tüm hayat alanları sivil bürokrasiden dahi ayrılmıştır. Bu sosyal sınıfın kuşatıcılığı öylesine bir hal almıştır ki, askeri hizmetlerdeki vazifesini ikmal ederek emekliye ayrılan subay ve astsubayların azımsanamayacak bir kesimi Ordu Yardımlaşma Kurumunun ticari faaliyetlerinde görevlendirilir olmuştur. Bu, emekli askeri personelin asker-tacir sınıfından kopmasının önüne geçmede bir yöntem olarak kullanılır hale gelmiştir.
Bu tarz bir sosyal yapının tehdit algılamasının ve savunma refleksinin farklı olacağı aşikârdır. Ticari hayatı askeri bürokrasinin ticaret hayatındaki yerini sorgulamakla etkileyebilecek ve onu ticari hayatın dışına çıkarma ihtimalini doğurabilecek tüm aktörlerin muhtemel muhalifler ve hatta düşmanlar olarak algılanmasının mümkünlüğü şaşırtıcı olmamalıdır.

Öte yandan, şirketlerinin ticari geleceklerini hemen her şeyin üzerinde tutan Avrupa devletleri ve Amerika’nın 70 milyonluk nüfusuyla dev bir pazar görünümü arz eden Türkiye’de sorgulanamaz bir ortağı tüm diğerlerine tercih etmeleri de yadırganmamalıdır. Diyebiliriz ki, bu tercih onlara her zaman kazandırmıştır da. Yakın geçmişte Ermeni Tasarıları sebebiyle örneğini gördüğümüz Fransa aleyhine yürütülen boykotların birkaç gün içinde sönüp gitmesinde Fransız şirketlerinin Türkiye’deki başlıca ortağının etkisinin olmadığını düşünmek safdillik olmaz mı? Kendi bölgesinde ekonominin de demokratik kurallara azami riayetini hedefleyen Avrupa’nın Türkiye’de sorgulanamaz bir ortağı tercih etmesi demokrasi ile ekonomi arasındaki ilişkiyi bir dilemmaya çevirmekte ve bu sebeple Avrupa, Türkiye’deki demokratik hayata yönelik gayrı meşru müdahalelere itiraza “dostlar alışverişte görsün” edasıyla yaklaşmaktadır.

Bugün siyasi iktidarların özelleştirmeler yolu ile sivil bürokrasi ve siyasetin elinden istihdam imkânlarını alırken sivil bürokrasi ve siyasete bağlı yeni istihdam alanları açamaması, buna karşılık askeri-tacir sınıfın devam eden geometrik büyümesi, sivil siyasetin askeri vesayetten kurtulması yönündeki ümitleri zayıflatmaktadır. Zira bir kesim geniş bir yelpazede yer alan halk tabakasını kontrol ve istihdam etme imkânlarını kaybederken diğer kesim tüm üyelerini kuşatmakta ve bunu ticari hayatta eşi benzeri olmayan bir imkânlar dizisi ile sağlamaktadır.

Üretim araçlarını devletleştirmeyi amaçlayan bir ideolojinin yaygın olduğu 1970’li yıllara 12 Eylül ile son verilirken, hazırlanan yeni anayasanın toplumsal hayata damgasını vurma anlamında henüz emekleme çağında olan İslami düşünceye karşı değişmesi teklif dahi edilemez maddelerle tahkim edilmesinin sebebini bir tesadüfte mi yoksa,1979’da gerçekleşen İran İslam İnkılabı’nın Türkiye’deki yeni sosyal sınıfı etkileyebilecek fikirleri aşılaması ve askeri bürokrasiyi ticari hayattan, en azından mevcut avantajlarına son verme yoluyla, uzaklaştırma ihtimalinin doğurduğu kaygıda mı aramalıyız?

Hiç yorum yok: